Sayfalar

25 Ocak 2017 Çarşamba

zamanı "geçirmek" & özgürlük

Yıllar önce, henüz sistemin dişlilerinden biri iken (hâlâ az da olsa öyle olduğumun farkındayım) bir arkadaşımla ettiğimiz sohbetlerde, dönüp dolaşıp çalışmama konusuna gelirdik. Hani para kazanmaya mecbur olmasak gibi şeyler düşünürdük, şu hiç sevmediğimiz işlerimizi yapmak zorunda kalmasak, bu hiç onaylamadığımız kurumları beslemesek... Ben her seferinde çok heyecanlanır ve ne kadar güzel olacağını düşünürken arkadaşım "iyi de o zaman ne yapıcaz; nasıl geçecek zaman; bir yerden sonra çok sıkılmaz mıyız" gibi sorulara takılırdı.

Çok içimden gelerek söylüyorum -ama yeni idrak ediyorum- ki bir insandan duyduğum belki de en korkunç, daha doğrusu en üzülünesi şeydi. Dünyaya her birimizin binbir türlü armağanla geldiğini biliyorum ve bunun hiçbir şekilde farkında olmayan arkadaşım, hiç ihtiyacı olmayacağı durumda bile; hiç istemediği, hiç sevmediği, hiç ama hiç inanmadığı işine gidip çarkı döndürmekten daha iyi bir yaşamı tahayyül dahi edemiyordu. Zaman nasıl geçecekmişti...

***

Oysaki zaman dibine kadar yaşanacak bir şey; geçirilecek, tüketilecek bir şey değil ki... Bu yaklaşım, kendimizi uyuşturmayı haklı çıkarıyor ve tam da bundan dolayı çok tehlikeli buluyorum. Zaman'a bu şekilde yaklaştığımızda, abuk sabuk tv programlarının, yarısına yakını boş bakışmalarla geçen dizilerin, içi boş sohbetlerin (dedikodu veya karşı tarafı hiç de ilgilendirmeyen şeylerin karşılıklı aktarımı ve karşılıklı dinlenMEmesi) vd. hedefi ve/veya faili olarak buluyoruz kendimizi.

Sadece bunlar da değil. Normalde daha olumlu olduğu düşünülen eylemler de, tüketircesine eylendikleri sürece karanlık tarafa kolayca kayabiliyor. İçi gayet dolu dizileri, filmleri üçer beşer, üst üste izlediğimizde, bir kitaptan diğerine, internette bir makaleden bir başkasına atlarken hiç ara vermediğimizde ve sindirmediğimizde de durum farklı değil diye düşünüyorum. Yine tüketim, yine tüketim... Hem zamanın tüketilmesi hem de eserlerin... Ahh...

Tabii bunların temelinde kendimizden kaçmak, olan'la göz göze gelmekten sakınmak gibi şeyler var. Kaçarak yaşıyoruz yani. Gerçeklerden, hayatın kendisinden kaçarak... Bu tercihi bilinçli yapıyorsak yine iyi (belki bazen gerekiyordur) de çoğu zaman farkında bile değiliz yaptığımız seçimlerimizin. Otomatik pilota almışız ve sadece rolümüzü oynuyoruz.

Özgürlük yanılsaması içindeyiz ama bırakın özgür olmayı, bunun ne demek olduğunu bile bilmiyoruz birçoğumuz.

Özgürlük, önce kendin olma yoluna girmek, gerçek sen'e ulaşmak için kürek çekmektir. Sana sunulanları, ezberletilenleri elinin tersiyle itip gerekirse, ki genelde gerekir, başa sarıp, sıfırdan başlayıp içinin istediği diyarlara doğru yola çıkmaktır. Bu doğrultuda "ama"ları çöpe atmak, kendi kendine engeller (bahaneler) icat etmemek, olan gerçek engelleri ise aşmanın yollarını bulmak ve bunu oyalanmadan yapmaktır.

Özgürlük, şimdi ve burada olmaktır; geçmişte veya gelecekte kaybolmamaktır. Dünkü sende de kaybolmamaktır: benböyleyaparım, benşöylebirinsanım, benberikiniseverim, benötekindenuzakdururumlardan da uzak durmak, her an yeni sen'in takipçisi, daha doğrusu müridi, -yok yok- daha da doğrusu yeni sen'in ta kendisi olmaktır. Her an yenilenmektir yani özgürlük.

Özgürlük, istediğin şeyi yapmaktır, evet ama bundan da çok, istemediğin şeyleri yapmamaktır. Sana dayatılmayan bir hayat yaşamaktır. Herkesin kullandığı, kalabalık ve sıkışık çevre yolu yerine arka sokaklara girmek ve oralarda kaybolmak, bunun tadını çıkarmaktır. (Çevre yolunda yakalanmamak çok zordur. Trafiği var, polisi var, reklam panoları var; biri olmasa bir diğeri yakalar seni.)

Hayatını yaratma sorumluluğunu almaktır özgürlük.

Milyonlarca kez gidilip iyice belirginleşmiş ve artık üstünde ot bitmeyen, canlılık kalmamış patikalardansa, ormanın içine dalıp yeni yollar açmaktır; kolunun bacağının çiziklerle dolacağını göze alıp...

Onaylanmak için, sevilmek için, beğenilmek için; sana dar gelen ve hiç yakışmayan deli gömleklerini giymemektir. Onaylanmak iyidir ama sen olmayan bir sen'i oynadığın için onaylanacaksan hiç onaylanma daha iyi; sevilmek iyidir ama sevilen kişi gerçek sen değilsen, sevilse ne olur sevilmese ne; beğenilmek iyidir ama beğendikleri senin özün mü yoksa onlara gösterdiğin sahte yansıman mı...

Ve sonuçtan bağımsız hareket edebilmektir özgürlük. Varacağın yerin harikalar diyarı olmayabileceğini çoktan kabul etmiş olmak ve bunun sorumluluğunu almak, zaten aslında bir yere varmaya da çalışmamaktır özgürlük. Yolda olmaktır; hep gitmektir, kendinin peşinden, kendinin içine...

Her an değişen ve yenilenen sen'le raks etmektir; onu tutmadan, zapt etmeye çalışmadan...

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

23 Ocak 2017 Pazartesi

seks (toparlama ve şimdilik bitiriş)

Serinin ilk yazılarında (bkz. blogdaki son üç yazı), büyük oranda beceriksizliklerim, yaşa(ya)madıklarım var. Bunları bu kadar rahat bir şekilde yazabiliyor olmam önemli bir adım olmakla birlikte, 30 yaş sonrasında daha fazla deneyim yaşamamdan ötürü bu kadar kolay yazabildiğimi sanıyorum. Yoksa bir önceki yazıda okuduğunuz -ya da okumadığınız- üzere, ilk birlikteliğimi geç bir yaşta yaşadığım, hayatıma az sayıda kadın girmiş olmasını falan muhtemelen bu kadar rahat paylaşamazdım.

Yazabildim, zira bu durumla epey, belki de tamamen barıştım. Ama barışmam, kendi içime bakarak, kişisel bir iyileşme-gelişme süreci nedeniyle olmadı. Eğer su son beş yılda hayatıma nispeten daha fazla kadın girmiş olmasa ve az-çok arayı kapamış olmasam, bu konuda hâlâ gayet sıkıntılı hissediyor olabilirdim. Eh bu durumda, içsel bir iyileşmeden değil, dışsal koşulların değişmesinden ve değişmiş olan durumdan daha memnun olduğum için konuya dair daha rahatlamış olmamdan bahsedebiliriz. Ki bunu da bir yandan gayet ezikçe buluyorum! ((:

Son birkaç yılda; uzun süreli bir ilişki de yaşadım, çok merak ettiğim ama bence pek bir şeye benzemeyen ve anlık tatmin haricinde aslında son derece tatminsiz tek seferlik bir-iki ilişkim de oldu, cinsellik yönü daha ağır basan daha uzun süren bir-iki ilişkim de... Seksten çok uzak hissettiğim ve hiç istemediğim zamanlar da oldu, her şeyden öncelikli gibi geldiği ve çok istediğim (bazen ulaşabildiğim, bazen ulaşamadığım) zamanlar da...

Ve tüm bunların sonunda, buraya böyle yazıverdiğime bakmayın, konuya dair şu anda da çok çok rahat sayılmam. Konu benim için hâlâ zorlu, hâlâ ilgilendiğim birine ilgimi kolayca ifade edemeyebilirim, hâlâ birtakım performans kaygılarım yok değil (özellikle de bir süre kimse hayatıma girmemişse falan), hâlâ korkabiliyorum... Ama yine de konu, benim için normalleşmeye başladı artık. En azından üstüne konuşabiliyor, hakkında yazabiliyorum...

***

Bu yazı zor akıyor. Beceriksizlikleri, yaşanmamışlıkları anlatmak daha zevkliydi, aksi örnekleri aktarasım gelmiyor fazla. Galiba hem eğlenceli bulmuyorum bunları anlatmayı hem de ego parlatma gibi geliyor olabilir. Kesebileceğim birkaç ahkâmım vardı ama bunu yapmayı da istemedim şimdi.

İlk yazının ilk paragrafına bağlayıp konuya dair -galiba- son yazıya nokta koyacağım*. O gün, içimde beliren şimdi ölüp gidecek olsam içimde en çok ne kalırdı sorusunun cevabı yine seks. En mahremimiz, en pinhan, en konuş(a)madığımız, en utandığımız... Bir yandan da en sevdiğimiz, en heyecanlandığımız, en doyamadığımız... Gizlediğimiz, - hayatımızda varsa da yoksa da- yokmuş gibi yaptığımız, üstüne düşünmekten, içimize bakmaktan imtina ettiğimiz, korktuğumuz, çekindiğimiz, çekildiğimiz, istediğimiz, bazen deli gibi istediğimiz, bazen hareketlerimize yön veren bir numaralı etken...

Bastırılmışlıklar, korkular, yaşanmamışlıklar, yaşanAmamışlıklar ve tüm bunların elbirliğiyle yaratmış olduğu tatminsiz durum nedeniyle olsa gerek, içimde kalan, evet, yine buna dair olurdu. Daha fazlasını** yaşamamış olmak, "boş" geçen yıllar, aylar... Velhasıl, demek ki hâlâ da tam olarak barışamıyorum onsuz geçen zamanlarla. Zaten şu anda dördüncü yazının sonlarına geldiğim dizide dönüp dolaşıp buraya geliyorum işte. ((:

***

Bu yazıdan pek tatmin olmadım ama seriye bir kapanış yazısı yazmak istiyordum ve şu anda elimden bu kadarı geliyor. Daha fazla anı, tecrübe paylaşabilir, daha fazla ahkâm kesebilirdim ama şu an içimden dışıma kendiliğinden çıkanlar bunlardan ibaret. Kendimi zorlayıp fazlasını vermek için çaba sarf edebilirdim ama bunu yapmamayı seçiyorum.

Bu yazılar, konunun normalleşmesine ve konuşulmasına ufacık, minicik bir katkı yaptıysa (ki yaptığını biliyorum) bana yeter.

Dinlediğiniz için teşekkür ederim. ((;


Önemli Not: Gözetleme heyecanına kapılıp bu yazı dizisinden beklediğini bulamadığını ifade eden, daha fazla soyunmamı bekleyen arkadaşları da sahnelerde görmek isteriz.


* Koyacağım nokta, blogdaki tek taraflı paylaşımlara olacak. Yoksa bu konuya her zamankinden daha çok eğilmek, kendimi her zamankinden daha çok ifade etmek, başkalarını her zamankinden daha fazla duymaya niyet ediyorum. Ki benim kendimi ifade etmem şimdiden etkisini gösterdi; tanıdığım ve tanımadığım birkaç kişiden konuya dair mesajlar aldım. Pek hoş!

** Aslında yaşadığım ve yaşamadığım her şey için içten bir şükran doluyum. Sahalara geç girmiş olmam başka güzellikleri getirdi; seçici olmam anlamsız tecrübeler yaşamamı engelledi mesela. Ayrıca cinsellik çok kuvvetli ve çok zaman ve enerji alabiliyor. Hayatımın her anında yoğun bir şekilde yaşamış olsaydım, diğer üretimim muhtemelen çok daha az olurdu. Misal, son birkaç ay bu kadar çok yazamazdım muhtemelen ((: Ha, o an sorsalar, güzel bir yazı mı yazmayı istersin yoksa güzel bir sevişmek mi; herhalde ikincisini seçerdim ama ben seçmesem de birincinin vuku bulması da hiç fena olmuyor ve çok daha kalıcı üretimler ortaya çıkabiliyor ((:

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

18 Ocak 2017 Çarşamba

seks (25-30 yaşlarım)

11-17, 17-22 yaşlarını yazmak kolay, epey eski zamanlar... Bugüne yaklaştıkça ise işler zorlaşmaya başlayabilir: diğer iki yazıdaki şeffaflığımı ve cesaretimi koruyamayabilirim; ayrıca isim vermesem bile kimin kim olacağı anlaşılabileceği için başkalarının mahremine girmekten daha çok çekinebilirim.

Evet, yazmaya başladım ama nereden gireceğim, nasıl ilerleyeceğimi hiç bilmeden. Bakalım nerelere savrulacağız... ((:

Önce, dünkü yazıya, önemli bulduğum bir ekleme yapmak istiyorum: Sekse dair ailemle aramda hiçbir konuşma, bilgilendirme vs. geçmediğinden bahsetmiş ve bunun bilgi aktarımı açısından sıkıntılı bir durum olduğundan bahsetmiştim ya; en az bu kadar önemli başka bir defosu daha var bu iletişimsizliğin: Cinsellik, hayatın çok önemli parçalarından biri; öncelikle dünyaya gelme nedenimiz. Ayrıca hayat akışımızın neredeyse her kısmında, farkında olalım ya da olmayalım, belirleyici etkenlerden biri. Ve biz bu konuyu ailelerimizle -ve zamanla dostlarımızla, daha da kötüsü partnerlerimizle bile- konuş(a)madığımız zaman, hayatta bu kadar önemli yeri olan bir konuyu görmezden geliyor, onu doğal bir şey olmaktan çıkarıp bambaşka yerlere sokuyoruz. Sonra gelsin sıkıntılar, korkular, endişeler... Burada "biz" dediğim, görece rahat yetişmiş insanlar bu arada, daha da baskı altında yetişen insanların bu konudaki sıkıntılarını ne şekillerde ortaya çıkardıkları, apayrı, çok ciddi ve benim ahkâm kesemeyeceğim konular.

***

Nerede kalmıştık? Yaş 22, üniversite bitmiş ve işler kesat... ((: Yok yok, artık akışı değiştiriyorum; kronolojiyle değil, başka şekilde devam edeceğim.

2012 Ağustos - Yaş 30 - İstanbul'da yaşadığım son dönemler... Anadolu Jam geçmiş, hayatım bambaşka yerlere evrilmek üzere ve nereye evrileceğini henüz bilmiyorum. Argın'la, benim evin terasında sohbet ediyoruz, galiba gece yarısını geçmiş. Konu dönüp dolaşıp cinselliğe geldi. Argın benden çok daha genç olmakla birlikte bu konularda benden daha kaşar (yoksa "rahat" mı deseydim) ((: Üstelik sivil toplum örgütlerinde cinsel sağlık eğitimleri falan veriyor. Bana cinselliğe dair muhtelif sorular soruyor, çok da zorlanmadan cevap veriyorum. Bir zaman, o aralar içime dert olan sıkıntıyı paylaştım onla: Cinselliği hem geç yaşamaya başladığımı hem de hayatıma -yaşıma ve sosyal hayatıma nazaran- çok az insanın girmiş olduğunu, bundan dolayı bir şeyleri kaçırma, ıskalama ve hatta bu durumdan utanma gibi hisler duyduğumu anlattım. "Ne kadar geç?" diye sorduğunda, bu konuda hissettiğim eziklik ve sıkıntı o kadar güçlüydü ki veremedim cevabı. Kemkümledim ve söylemeye çok çekindiğimi paylaştım onla; ısrar etmedi ve konu kapandı. Söylemeyi çok istemiş ama söyleyememiştim; alt tarafı iki basamaklı bir sayıyı dile getirecektim, yapamamıştım.

.... Eylül - Hayatıma biri girer gibi olmuş ama tam olarak girememiş. Acayip tatlı, güzel ve hoş bir kız, kafası açık, güzel kitaplar tavsiye ediyor, okuyorum, üstüne konuşuyoruz, bisiklete biniyor, çok şeker... Normalde İstanbul'da yaşamıyor ama bir vesileyle gelmiş ve birkaç gün bende kalıyor. Bu acayip tatlı ve şeker kızla acayip zorlu günler geçirdim. Hem onu İstanbul'a çağıran benim hem de ona çekilmediğini fark eden ve ne yapacağını bilemeyen. Şimdiki gibi rahatça, bilemedin biraz zorlanarak kendimi ifade etmeyi de beceremiyorum. Sıkılıyorum da sıkılıyorum, sıkışıyorum da sıkışıyorum. Gündüzlerimiz güzel geçiyor (İstanbul'a gelme vesilesi, birlikte katıldığımız keyifli bir etkinlik), akşam oluyor yine güzel, gece oluyor kocaman bir sıkıntı! Birlikte uyuyoruz ama köşe bucak kaçıyorum; hemen kıçımı dönüp uyuyorum falan. Ona çekilmek istiyorum ama çekilmiyorum, zorla değil ya! Odada dev gibi bir fil var, hatta yatakta bizle uyuyor, tam ortamızda ama bu filden bahsetmiyoruz hiç; muhteşem bir şekilde görmezden geliyorum. Onun nasıl hissettiğini bilmiyorum, böyle bir konuyu konuşmak için benden daha rahat biri gibi ama belki duyacaklarından korkuyor, belki başka bir nedenle ama o da konuşmuyor. Ve üç-dört günün sonunda, son gecesinde, nihayet, bir şekilde konuşmaya başlıyoruz. Derdimi anlatıyorum ona, -galiba- ağlıyorum, içimdekileri çıkarıyorum ve ohhh biraz olsun rahata eriyorum. O da kendi tarafında olan biteni anlatıyor, biraz hayâl kırıklığına uğramış olabilir ama konuştuğumuz için o da rahatlamış durumda. Şükür, odadaki filden bahsettik ve el birliğiyle çıkarıyoruz onu dışarıya. Ohhh, kafalar rahatlıyor, vücutlar gevşiyor ve bunca sıkıntının sonunda, ayrılık zamanı gelmeden, o gece sevişiliyor... Hayatımda "bir" olduğum ikinci insan.

... ... - Bir sevgilim var ve yanılmıyorsam beş-altı aydır beraberiz. Gayet güzel gidiyor her şey. Sevişiyoruz tabii ama "bir" olmadan, o kadar ilerlemeden. Niye birleşmiyoruz yahu? Bunu sorgulamıyorum bile; bırak onla konuşmayı, kendi kendime de düşünmüyorum. İnsanın görmezden gelme konusunda gelebileceği son noktada falanım. Haa, birleşmeden sevişmek de gayet güzel bir şey, orası ayrı... Ama niye aklıma bile getirmiyorum bunu? Neyden korkuyorum? Üstelik, sevgilimin daha önce başka bir sevgilisi olduğundan haberdarım, hatta birlikte olduklarını da biliyorum. Yani onun tarafında bu tip bir engel olmadığı kesin. Ama benim tarafımda bu tip bir engel var işte. Gün geçtikçe daha da zorlaşan bir durum... Gel zaman git zaman, beş-altı ayın sonunda bir gün, nihayet, şu salak soruyu soruyorum: "Sence de zamanı geldi mi artık?". Tabii ki onaylıyor...

2012 Ağustos - Tüm cesaretimi topluyor ve Argın'a bir sms atıyorum, metin sadece iki rakamın yan yana gelip oluşturduğu bir sayıdan ibaret: 25.

***

Serinin muhtemelen son yazısı şurada: icimdensohbetler.blogspot.com.tr/2017/01/seks-toparlama-ve-simdilik-bitiris.html

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

17 Ocak 2017 Salı

seks (17-22 yaşlarım)

"Konuşmadan önce düşün:
Gereği var mı?
Şefkat barındırıyor mu?
Kimseyi incitebilir mi?
Sessizliği bozacak kadar değerli mi?"
Lao Tzu
Lao Tzu'nun daha önce de alıntılamış olduğum (bkz. Sessizlik) bu öğüdünü hep hatırımda tutmaya çalışıyorum. Şefkat barındırma ve kimseyi incitme ihtimali konularında epey dikkatliyim. Gereği olup olmaması ve sessizliği bozacak kadar değerli olup olmaması konularında ise, özellikle konuşurken, -arada coşup saçma sapan geyikler yaptığım zamanlar haricinde- gerçekten de boş laf etmemeye ve kendimi de karşımdakini de gereksiz şeyler için yormamaya gayret ediyorum. Yazarken ise, bunu ne kadar gözetebildiğimden emin olamıyorum bazen. Bir yerlerden ilham veya bir fikir geliveriyor ve başlıyorum yazmaya ve çoğu zaman büyük bir coşkuyla ve LaoTzuSüzgecinden geçirmeden yayımlayıveriyor ve akabinde sosyal medya üzerinden paylaşıveriyorum bunları. Bütün düşündüklerim, bütün tecrübelerim, bütün hislerim çok önemliymiş gibi geliyor (ki hem öyle hem de değil); daha ziyade yazarken...

Bu satırları (yani giriş cümlelerini), sekse dair bu yazının sonlarına geldiğim sıralarda yazıyorum. Bir yandan konuya dair yaşanmışlıklarımı ekrana dökerken iç sesim de sorup durdu "gereği var mı", "gereği var mı"; "sessizliği bozacak kadar değerli mi" diye.

Burada şu noktada kendi tuzağıma düşmemek istiyorum ve bu nedenle özen göstermeye çalışıyorum. Özellikle de sekse dair olduğu için bu yazının ilgi çekeceği kesin. Peki ben bunları, gerçekten de bu konuyu konuşabilmemiz için yazıyor ve cesaretimi toplayıp kendimce adımlarımı mı atıyorum, yoksa ilgi çekmeye mi çalışıyorum? İlgi çekmekte sıkıntı yok ama kıymetli ve gerekli bir şey yaptığım için ilgi çekmek isterim, salt ilgi çekmek için değil.

Eğer ki bu satırları okuyorsanız, gereği olduğuna karar vermişim demektir.

***

Dünkü yazıda, 11-17 yaşları arasında, yani ortaokuldan lise bitene kadar, seks ile -pek de olmayan- ilişkimden bahsettim. O döneme dair, dün aklıma gelmeyen bir-iki eksiği tamamlayıp devam edeceğim.

İlki ve en önemlisi, ailemle bu konuyu hiçbir zaman konuşmamış olmam; ki bu cümleyi ailemin benle bu konuyu hiçbir zaman konuşmamış olması olarak yazmak daha doğru olur. Zannediyorum ki çok az ailede bunlar konuşuluyor(du) ve bu durumda çocuklar, cinselliğe dair ilk bilgilerini birbirlerinden, bir sonrakileri ise bir takım video ve filmlerden alıyorlar(dı). Bu da, doğadan ve doğal hayatlardan zaten çok uzakta olduğumuz, yani bunları doğal bir şekilde, içgüdüsel olarak öğrenemediğimiz de göz önüne alındığında, böylesine önemli bir konuyla son derece sağlıksız bir şekilde tanışmamızı sağlıyor. Aileme bu konuda bir kızgınlığım falan yok, onlar da herkesin her zaman yaptığı gibi, yapabildiklerini yaptılar; ellerinden geleni, becerebildiklerini, kotarabildiklerini... Ama bu konularla sonradan bile olsa yüzleşmeyi önemli buluyorum. Hem -varsa- geçmiş sayfalarda kapatılması gereken hesapları kapatabilme hem de bugünün ve yarının ebeveynlerine bu konunun önemini hatırlatmak açısından...

İkincisi ise, dün lise çağlarında cinsellik konusunda pek güdülenmemiş olduğumu yazdım ama annemin eşi Emir abinin oğlu Sertaç'la (aynı yaştaydık, hâlâ da öyleyiz :p) Alanya'da epey kız peşinde koşmuşluğumuzun olması. İngiliz, İskandinav ve Alman kızlarla haşır neşir olma çabalarımızın hiçbiri sonuç vermiyordu. Her gün adeta mesaiye gidiyor, turistlerin erken saatlerde denize gittiklerini göz önüne alarak saat 10 civarında biz de gidiyor ve başlıyorduk bakınmaya. Biraz güneşlen, biraz yüz, biraz kızlarla konuşmak için kıvran derken öğlen oluyor ve yemek yemeye bizimkilerin yanına dönüyorduk. Sağolsunlar (özellikle Emir abi) bize taktikler veriyor, yardımcı olmaya çalışıyorlardı (ah Emir abi, çok da dalga geçiyordu bizle) ama nafile. Öğleden sonra mesaisinden de sonuç aldığımız hiç vuku bulmadı. Öncelikle çok çekingendik, ayrıca ve daha önemlisi de -en azından kendi adıma konuşmak gerekirse- bir sonuç alacağıma aslında hiç inanmıyor, hatta için için sonuç almamayı da istiyordum (bunu dün fark ettim!). Herhangi bir durum vuku bulsa ne yapacağımı hiç bilemiyordum ki! Korkular, çekingenlik, bilmemezlik... Durum böyleyken tabii ki sonuç alamıyordum. Bence Sertaç'ın da önünü kapatıyordum, zira hemen sonraki dönemlerde -ve benim olmadığım zamanlarda- kendisi sahalara girdi, kız arkadaşları oldu... Ama ertesi yaz yine birlikte arandığımızda yine sonuç alamıyorduk. Sorun bendeydi Sertaç, affet beni ((:

***

Gelelim 17 yaş ve sonrasına, üniversite zamanlarına... Gözümün nispeten açıldığı ama hâlâ epey saf, bilgisiz ve bu konuda çekingen olduğum dönemler...

İlk yıl -son derece saf duygularla- hoşlandığım bir kız olmuştu (içinde cinsellik barındırmayan duygularıma "saf" demiş olmam da ne saçmalık; ama özellikle silmiyorum) ama pek yüz vermedi bana ve bir başkasını tercih etti. Onun en iyi arkadaşı ise benden hoşlanıyordu ve bunu epey belli ediyordu ama anlamazdan geliyordum. Benim hoşlandığım kızın sevgilisi ise, benden hoşlananı her yere yanlarında taşımamak ve benim hoşlandığım ile daha çok yalnız kalabilmek için onu bana ayarlamaya çalışıyordu. İkna etme çabaları sırasında, henüz ben kendimi biriyle seks yaparken hayâl etmemişken, o benim adıma hayâller kuruyor, beni ikna etmek için onu bana ballandırarak anlatıyordu. Ama yok, istememiştim.

Aynı arkadaşım ve bir başkasının (o da erkek) sohbetine yakalandım bir gün ve ne yapacağımı şaşırdım. İki cümle önce yazdığım üzere, henüz biriyle birlikte olmanın hayâlini bile kurmamışken ben, onlar kaç kadınla beraber olduklarını soruyorlardı birbirlerine ve sanki altı-yedi gibi rakamlar telaffuz ediliyordu! Vay bee! Detay bile soruyorlardı, birbirlerine doğru bilgi verme aşkıyla: "Orospular dahil mi?" diye... Bense kızar bozar ortamdan sıvışmaya çalışmış olmalıyım. Hatırlamıyorum.

Üniversite sürecinde -az ya da çok- hoşlandığım birkaç kız daha, ayrıca iki de kız arkadaşım oldu. Ortaokuldaki Özlem'i saymazsak, ki dün yazdıklarım göz önüne alınırsa saymayalım, ilk iki kız arkadaşım yani. Bir tanesi, üniversitenin üçüncü yılında hayatıma girdi. Bir gezide tanıştığım bu kız pek tatlı gelmişti ve bir süre sms ile flörtleştikten, aralarda yüz yüze geldiğimizde de hoşbeşle geçen bir zamandan sonra ben bir şekilde ilan-ı hoşlanma ettim (sanırım yine sms ile), ilanım kabul görüldü ve biz çıkmaya başladık (çıkmak!! ((: ). İki ya da üç ay süren bu ilişki, cinsellikle ilk tanışıklıklarımı içeriyor. Ama başlangıç seviyesinde olduğunu belirtmeliyim; pek ileri gitmiyorduk. Ama olsundu, ben tanıştığıma memnun olmuştum ve olanla yetiniyor, fazlasını aramıyordum. Daha doğrusu bir-iki yeltendiysem de durdurulmuştum ve konu kapanmıştı. Uff hadi yazayım, nolcak; pantolonlarımızı bile çıkarmıyorduk diyeyim, siz anlayın... Sadece üstler çıplak!!

İlişkilerin diğer kısımlarının üstünde durmuyorum, konumuz seks. Bu ilişki sonrası yaklaşık iki yıl boyunca hayatıma kimse girmedi. Okulun son yılında biri daha oldu nihayet ve onla da dört-beş ay süren ilişkimizde yine tamamına ermemiştiysek de en azından epey daha ileri gitmiştik. En azından soyunuyorduk yahu, ohh! Gelmiş olduğumuz aşama bana yetiyordu da artıyordu bile ama bir gün "Peki devamını getirecek miyiz?" diye sordum ve "Bekleyen derviş..." cevabını aldım. Konunun devamını -sözle de, fiilen de- getirmedik ama bu kadarını bile konuşmak, o zamanlar için önemli bir adımdı.

Üniversite paralelinde ise yazları Alanya'da olmanın ve gözü gönlü fazlaca açılmış olmanın bende salgılamış olduğu hormonlarla, muhtelif şekillerde (artık discoya, bara gitmek falan da girmişti repertuvara) kız peşinde koşmaya ve eli boş dönmeye devam ediyordum (Sertaçlıyken de Sertaçsızken de). Yukarıda dün fark ettiğimi yazdığım şey hâlâ geçerliydi zira, korkuyor ve ayrıca başarılı olabileceğime hiç inanmıyordum ve sanırım, hâlâ, için için başarısız olmaktan hoşnuttum da. Hafızam beni yanıltıyor ve kendime haksızlık ediyorsam kusura bakmayayım ama bugünden geri dönüp baktığımda gördüğüm bu en azından.

Hah bir de 2003'te üç aya yakın süreyle work and travel programı ile Amerika'da bulunup, milyon tane insanla tanışıp, sürecin büyük kısmında ikisi Letonyalı ikisi Litvanyalı dört tane kızla bir evde yaşayıp yine, evet yine, evet evet yine! hiçbir cinsel deneyim yaşamadığımı paylaşayım. Nasıl becerdim acaba bütün bunları...

Ama öyle ama böyle, üniversite bittiği sıralarda (yaş 22) henüz milli ol(a)mamıştım ve benim için her geçen gün daha da zorlaşıyordu bu durum. (Üstelik epey sosyal bir adamdım, kız arkadaşlarımla olan ilişkim erkeklerle olandan nitelik olarak da nicelik olarak da çok daha iyi durumdaydı ama cinsellik konusunda pek yol kat edemiyordum işte.) Hasta veya bir yakınını kaybeden veya başka bir nedenle aramanız gereken ama aramadığınız kişiyi aramanın her gün daha zor gelmesi gibi, bu da gittikçe daha büyük bir korku hâline geliyordu sanki. Durumu olduğundan daha fazla dramatize etmek istemiyorum ama evet, yaşıtlarımın hemen hepsi bunu deneyimlemişken geride kalmış olmak hoş bir durum değildi ve korkumu büyütüyordu. Gerçi ben korkumun da farkında değildim, daha kolayı vardı: görmezden geliyordum.

Bir de şunu belirtmekte fayda var tabii: korkmakla birlikte bir şeyler deneyimlemeyi istiyordum istemesine ama en çaresiz olduğum zamanlarda bile, seçici olmam ve çok zor beğenmem yakamı hiç bırakmadığı için de hayatıma pek kimse giremiyordu. Bunu yazarken, acaba korkuma mazeret mi arıyordum diye aklımdan geçtiyse de bence konunun esası gerçekten de beğenmememe ve istemememe - ve tabii benim hoşlandığım birkaç kızın da beni istememesine- dayanıyordu.

Böyle böyle geçti gençlik... ((:

Ve buralara gelmişken devamını getirmeye niyetliyim.

Ertesi gün devamı geldi: http://icimdensohbetler.blogspot.com/2017/01/seks-25-30-yaslarm.html

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

16 Ocak 2017 Pazartesi

seks (11-17 yaşlarım)

Biraz önce* Mozart in the Jungle'ın üçüncü sezon sekizinci bölümünü izlerken, bir saat kadar önce yazıp yayımladığım ama henüz sosyal medyada paylaşmadığım yazının ve aynı dakikalarda Baran'ın paylaşmış olduğu seks-2 yazısının ve bilmediğim bir takım milyon tane oluşun da etkisiyle içimde canlanan Şimdi ölüp gidecek olsam ne içimde kalır, ne için gözüm açık gider sorusu şöyle bir yokladı beni; buradan seks konusu zihnimin kapısını çaldı ve başlıyorum yazmaya. 

* Yazmaya dört gün önce başlamıştım ve "Biraz önce" tabiri o gün için geçerli aslında. Birkaç günlük aradan sonra, yazının şöyle bir üstünden geçtim ve yayımlıyorum.

***

Bu konu çok önemli ve bir o kadar zorlu. Sıkıntılı olduğumuz diğer konularda olduğu gibi, bunda da, sıkıntıları çözmenin, şifalanmanın -yeter şartı mı bilmem ama- gerek şartı konuşmak, yazmak, anlatmak, dile getirmek, mümkün olduğunca soyunmak. Seks için değil, utancımızdan soyunmak, çekingenliğimizden soyunmak, ayıp-günah-suçluluk-bilmemnelerimizden soyunmak! Soyunma konusunda gördüğüm, bildiğim en başarılı insan olan Baran'dan almış olduğum cesaretle de başlıyorum çıkarmaya! Ve -muhtemelen devamı da gelecek olan- bu yazının, bu konuyu daha rahat konuşabilmemize hizmet etmesine niyet ediyorum.

Cinsellikle tanışmam çok geç oldu. Orta-1 gibi, sanırım çocukların kendileriyle çoktan oynaşmaya başladıkları, belki daha da ileri gittikleri yaşlarda -kelimenin tam anlamıyla- dünyadan haberim yoktu. İlkokuldan itibaren en iyi arkadaşım olan Abdullah'a sormuş olduğum "Kızların şeyi yok mu Apo?" sorum, olaydan ne kadar bihaber olduğumu gösteren ufak bir örnek olsun. Apo'nun da alacağı olsun, biraz fırlamaydı kendisi, hemen dönüp arka sırada oturan Yasemin'e "Yasemin bak, Emre bir şey soruyor, kızların şeyi yok mu diyor" diyerek kaynar suların başımdan aşağı dökülmesine neden olmuştu. Kronolojik olarak yukarıdaki olaydan önce mi sonra mı hatırlamıyorum ama bir zaman da kızların da bir "şeyi" olduğunu ama bizim pipinin çıktığı yerden ip gibi sarkan bir şey olduğunu falan düşünmüştüm. Bu hayâl gücü nereden geliyordu kim bilir...

"Ben nasıl oldum?", "Bebekler nereden gelir?" gibi soruları -anne, baba, yanılıyorsam düzeltin lütfen- hiç sormadığımı sanıyorum. Bunu merak ettiğimi hiç hatırlamıyorum. Aynı orta-1'de (ki kaç tane orta-1 olabilir) aşık olduğum ve tüm ortaokul sürecine yayılan bir Neslihan vardı mesela ama cinsel en küçük bir dürtü duymadığımı sanıyorum. Gözleri çok güzeldi ve konuşmaya çok utanıyordum, hepsi bu! Orta-3'te ise kuzenim Özge'nin "ayarladığı", başlarda ölüp bitmediğim ama gittikçe daha güzel bulduğum Özlem ilk kız arkadaşım (!) olmuştu ve teneffüslerde, ayıptır söylemesi, çok güzel yan yana duruyorduk. Bir şey konuşuyor muyduk bilmem ama konuşuyorduysak da cinsellikle en uzaktan akraba olan herhangi bir düşüncenin aklımdan geçmediğine epey eminim. Kızın elini tutmak bile hiçbir şekilde aklıma gelmemişti, cinsellikten, öpüşmekten falan geçtim. Gün geldi, benden ayrıldı. Bunu ise bir ulak ile yaptı: onun sınıfından bir kız yanıma geldi ve "Özlem senden ayrıldığını iletmemi istedi" gibi bir şeyler söyledi, bense vakur bir şekilde "Haa öyle mi, tamam, zaten ben de ondan ayrılacaktım." demiştim.

Gerçekten ayrılacak mıydım, yoksa gururum mu bunları söyletti emin değilim ama tam bir öküz olduğum için bunun olması kaçınılmazdı. Özlem ilişkiyi kendince beslemeye gayret ediyor, ben bunlara teşekkür ile bile karşılık veremiyordum. Bir gün, üstünde bir erkekle bir kadının olduğu romantik bir kartpostal gibi bir şey vermişti (fotoğrafı tam olarak hatırlamıyorum ama çocuğun üstü çıplak, kız ona sarılıyor, yağmur yağıyor falan gibi bir şeydi sanki), benden sıfır karşılık. Aynı ya da başka bir gün bana minik bir mektubumsu yazmıştı (yoksa o kartpostalın üstünde mi yazıyordu bunlar?) ve çok iyi hatırladığım ifadeyle, benim, "şimdiye kadar çıktıklarının içinde" en tatlısı, en yakışıklısı, en blablası olduğumu falan muştuluyordu bana. İlk kız arkadaşım benden önce kaç kişiyle çıkmıştı bilmiyorum ama bu durumdan çok rahatsız olduğumu sanmıyorum (adam o zaman da genişmişti demek). Yine başka bir gün, ki bunu hep anlatırım, bana bir tane katlanmış kağıt verdi ama bohça gibi bir şey, kalın mı kalın, içi dolu... Bohçayı açtım ve içinden başka bir bohça çıktı ve onun da içinden başka bir bohça ve onun da içinden... Bir zaman alan bu matruşka oyununun sonunda kıvrılmış olan kâğıdı açıp baktığımda, hemen hepimizin hemen her zaman duymak için can atacağı, iki kelimeden oluşan o güzide cümleyle hayatımda ilk kez karşılaştım: Seni seviyorum. O sıralar sığır ötesi bir insan evladı olmam nedeniyle olsa gerek, okul çıkışında Özlem'le yürürken gerçekleşen bu matruşka eylemi ve en sonunda o kâğıtla karşılaşma an'ım sonucunda ne yapacağımı hiçbir şekilde bilemedim (ayrıca sevinmedim, üzülmedim, galiba heyecanlanmadım vs vs, yani hatırladığım kadarıyla hiçbir insani tepki göstermedim, ne doğalından ne öğrenilmişinden) ve o sırada yanından geçmekte olduğumuz çöpe atıverdim tüm o kâğıtları. Evet, bu satırların güzide (!) yazarı, seni seviyorum'u da attı gitti, hem de kızın yanında. Ve tam da bu nedenle, kızın nasıl hissedeceğini falan da düşünmedi bile. Zaten eve gidiş yolları hemen ayrılıyordu; yoluna gitti. (Kronolojiyi hatırlamıyorum ama Özlem'in bu kıymetli ilişkiyi bitirmek üzere arkadaşını bana yolladığı gün, anlatmış olduğum seni seviyorum günü'nden çok uzak olmasa gerek.)

Sekse gelicem ama gelemiyorum, çünkü bende hiçbir kıpırtı yok. Böyle böyle lise çağı geldi ve herkeste muhtemelen çoktan başlamış olan dürtülerin esamesi okunmuyor. Bu arada ortaokuldaki Neslihan aşkı ve Özlem sevgililiğinden (!) sonra hiç kimse ilgimi de çekmiyor, bu da işin başka bir ilginç yanı. Hımm, tek bir gün süren Aslı aşkım olmuştu gerçi; ama bir ara Ümit'le çıktıkları için (mesela onlar ne yapıyordu acaba? Öpüşüyorlar mıydı en azından? Bunu bile merak etmiyordum ulan, şimdi ettim ilk kez!) onla bir şey düşünmek çok ters olurdu lâkin tanıştıktan epey bir zaman sonra bir gün bir anda gözüme başka parlak göründü Aslı ve o gün inanılmaz coştum. Evde odama gidip Metro fm falan açıp yüksek sesle yabancı müzik dinlediğimi, belki minik hayaller kurduğumu falan hatırlıyorum şöyle böyle. Belki de ilk gerçek kıpırtıdır, ki muhtemelen lise-2'ye denk gelir;

zira lise-2, vücudumda ilk kıpraşmaların başladığı yıldır. Apo'nun tee ortaokulda bahsettiği ve hiçbir şekilde anlam veremediğim, üstelik bayağı da korktuğum kendini tatmin etme hikâyeleri nihayet benim de hikâyelerim oluyordu ve vauvv çok zevkliydi! Gerçeğini yapmak, çok uzun bir zaman daha aklımın ucundan bile geçmedi ama kendi kendine olanını yapmak için heyecanlıydım artık. Aman allahım, cumartesi gecesi ateşi diye bir program vardı ve adının şebnem dönmez olduğunu sandığım hatun programda epey seksi kıyafetler giyiyordu (veya o zamanlar bana öyle geliyordu) ve o yaşlar için çok iyi malzemeydi. Kaldı ki o zamanlar malzemeye kolay kolay ulaşılmazdı.

***

Bu yazı burada bitsin; umarım utanmaya falan kalkmam ve devamını getiririm.

Yazının devamı ertesi gün geldi: http://icimdensohbetler.blogspot.com/2017/01/seks-17-22-yaslarm.html

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

12 Ocak 2017 Perşembe

fıstık kabuğu

Biraz önce, bir önceki hafta pazardan almış olduğum ve dün akşam bir kısmını kuzinenin üstünde kavurmuş olduğum kabuklu yer fıstıklarının kabuklarını çıtır çıtır ayıkladıktan sonra üstünde kalan ince kabuklarını da -o an bütün bu detayları düşünmesem ve otomatik olarak yapıyor olsam da- bir tarafından baş, diğer tarafından işaret ve orta parmaklarımla tutarak ve ileri geri hareket ettirerek soyup ağzıma atıp içeride oluşan zevk cümbüşünün, daha doğrusu beynimde yarattığı elektrik sinyalinin tadını çıkarırken, bir süredir bir şekilde aklımda oynaşan bir konuya dair zihnime üşüşen onlarca cümle beni heyecanlandırdı; fıstıkların dış kabuğunu daha da hızla çıtlatmaya, ince iç kabukları daha hızlı soymaya götürdü beni; lâkin son fıstığa kadar yemeyi bırakmamayı becerdim. Fıstıklar bitti ve kafa rahat etti, çiş yapıldı, su alındı ve yazmaya başlanıyor; bakalım ne çıkacak... (bu arada cümle biter bitmez elektrik gitti geldi, netbook kapandı falan...)

***

Dün Baran, feysbuk profilinde bir paylaşım yaptı ve paylaşımın bir yerinde kullandığı edilgen fiile gözüm takıldı. Baran, çok kimselerin yapmış olduğu bir hata yapmış ve edilgen fiili yanlış kullanmıştı. İçimdeki editör dışıma fırlayıp duruma hemen müdahale etti ve Baran'ı "dostum, şurası yanlış olmuş, çünkü böyle böyle" diyerek uyardı; Baran'sa "İyi de abi orada ben o kelimeyi şöyle şöyle diye kullandım" diye bir dönüş yaptı ve ekledi "böyle düşün, ama bak eminsen değiştiririm" diye ekleyerek içimdeki editörün egosunu okşadı (derdi ego okşamak değildi elbette, muhtemelen yazım kurallarına olan dikkatime ve bu konudaki bilgime güvendiği için, itiraz etmekle birlikte son kararı yine bana bırakmıştı). Emre, kelimenin kullanılışına, Baran'ın açıklaması çerçevesinde bir daha baktı ve "haa galiba haklısın yahu, sen şöyle şöyle kullanmışsın fiili; hımm galiba doğru, evet doğru" dedi ve konu kapandı. Daha doğrusu kapanmadan hemen önce, bu iki adam kendilerini ve birbirlerini kutladılar; hem yazım konusuna hak ettiği özeni gösterdikleri için hem de bir kelimenin nasıl kullanıldığına ve kullanılması gerektiğine bu kadar zaman ayırdıkları için (ikincisi için kutlayan sadece bu satırların yazarı olabilir, emin değilim.).

Ah işte bu ufak olay, beni, ilk paragrafta aklımda oynaştığından bahsettiğim konuyu ete kemiğe bürüyebilmem için heyecanlandırdı; şöyle ki eğer hayatı güzelleştirmek istiyorsak, bunu attığımız her adıma yaymalıyız. Yazı yazarken, -Baran'ın da yaptığı gibi-, emin olmadığımız an'da (ki emin olmamak da ayrı bir birikim ve cesaret ister; bilmezliğin, cahilliğin itirafıdır; helâl olsundur) sözlük ve kılavuza el atmalı, başka birinin yazdığında yanlış -olduğunu sandığı- ve anlamı bozan bir şey gören kişi hiç üşenmeyip, bana ne demeyip, omuz silkmeyip O'na görmüş olduğu-nu sandığı- hatayı göstermelidir. Bulaşığı en güzel şekilde ve tertemiz, üstelik o an'ın tadını çıkararak yıkamalı, fıstık yerken yazı yazmamalıdır. Fıstık, tıpkı diğerleri gibi, yazı yazmaya meze edilemeyecek kadar lezzetli ve faydalı bir yiyecektir. Fıstık yerken, tüm dikkatimizle fıstık yemeliyiz, böylece bir sonraki adımda tüm dikkatimizi yazıya verebiliriz. Aksi takdirde süreçler birbirine karışır ve birbirine karışan süreçlerde, karışmış olan iki -ya da daha çok- parçanın hiçbirini tam olarak algılamayız.

Yazıya, yaptığımız şey her ne olursa olsun, onu büyük bir dikkat ve özenle yapmamızın gerekliliği savıyla girdim ve bu beni, an'da kalarak tek bir şey yapmanın, o şeyin hakkını verebilmek için pek önemli olduğu savını da masaya sürmeye getirdi. Hangisinden ilerlemeli... Galiba birincisiyle, çünkü sanırım ikincisine -bir şekilde- daha çok yer verdim önceki yazılarımda.

(Önceki yazılar deyince de konudan beni uzaklaştırabilme riski büyük olan bir üçüncü konu zihnimde belirdi: Ben yazıyorum yazıyorum, sonra yazdıklarımı unutuyorum, çok garip! Dönüp okuduğumda bunu ben mi yazdım yahu diye şaşırıyorum falan. Ama yok bu tuzağa düşmeyecek, bu kısmı kocaman parantez içine alacak ve onu -en azından şimdilik- çekmeceye kapatacağım. Hatta ve hatta, kendiliğinden açıp çıkmasın diye çekmeceyi kilitleyecek, anahtarı ise çizgi filmlerde kötü adamların yaptığı gibi hop mideye indireceğim. Tabii ki o anahtar sindirilmeden çıkacak ve zamanı gelince çekmece açılacak ama en azından şu yazı bitene kadar, <ki bence çok hızlı bir şekilde sona geleceğim> kafamı karıştırmasına müsaade etmemiş olacağım.)

Birincisiyle devam ediyorum. Ne yapıyorsak onu en iyi şekilde yapalım diyorduk, hakkını verelim diyorduk, tadını çıkaralım diyorduk, süreci yaşayalım diyorduk, kendimizi izleyelim diyorduk (ve yine ikinciye uğruyorduk, neyse kardeş kardeş gitsinler madem).

Haklar parçalanamaz, bütündür; özgürlük parçalanamaz, bütündür; keyif parçalanamaz, bütündür. Bunların hepsinin tutulacak bin tane yeri vardır ve içimizden neresi gelirse orasından tutmalıyız. Ama tuttuğumuzu iyi tutmalıyız, o deyimde olduğu gibi koparmalıyız değil ama sımsıkı tutmalıyız; öyle ki o tuttuğumuz, dünyanın en önemli eylemi veya oluş hâli gibi davranmalı, tam da öyle yaşamalıyız. Çünkü o tuttuğumuz, o anki biz için dünyanın en önemli eylemi veya oluş hâlidir, aksi takdirde gidip başka bir şey tutardık. Kaldı ki öyle değilse bile, yani o tuttuğumuz dünyanın en önemli eylemi veya oluş hâli değilse bile, o an O'nu tutuyoruzdur ve gerek kendimize gerekse dünyaya verebileceğimiz en büyük armağan, tam da o an tuttuğumuz şeyle kurabileceğimiz en güzel, en gerçek, en yüce ilişkidir.

Daha güzelini şüphesiz ki verebilirsin: O zaman git ve bunu yap; ama yapmıyor ya da yapamıyorsan, kal ve yaptığını en iyi yap. Komşuna günaydın de, hatır sor, şaşırsın!, yemeği en güzel duygularla ve keyifle hazırla, bulaşıkları da aynı keyifle yıka, kitabını tüm benliğini vererek oku ve özümse (mümkünse bu yazıyı da öyle; madem bu uzun ve tumturaklı cümlelere bu kadar alan açtın, hakkını ver); kırsaldaysan ormanı çek içine, şehirdeysen oradaki olanakların tadını çıkar (kasabada isen bence işin zor ama o başka konu); aktivistsen durdurduğun ya da yavaşlattığın her proje kâr, bunu unutma; allah esirgesin ama hâlâ siyasetten medet umuyorsan elinden geleni ardına koyma, siyasetin de hakkını ver, artık kulis mi yaparsın naaparsın, bilmem.

Kendine dönmek istiyorsan dön ve en dibine kadar bak kendine, göreceklerinden korkmadan, durmadan, kaz kazabildiğin kadar, kendini bil (nosce te ipsum), cüret et buna. Yavaşla, daha da yavaşla, huzuru ara, huzuru bul, sonra saç onu ve zamanla huzurun kendisi ol, başkenti ol! Bedenine dikkat et, gözet onu; yoga yap, çigong yap, iyi beslen; işte ne gerekiyorsa o...

"de"lerin, "da"ların, "ki"lerin yanlış yazılışına mı taktın, bıkmadan düzelt; günde bir kişinin doğru kullanımını sağlasan, her gün -belki- onlarca kişinin birbirini bir tık daha iyi anlamasına yardımcı olursun; birilerinin "kadın" yerine "bayan" demesi seni yerinden hoplatıyorsa düzelt, her seferinde düzelt, ama mümkünse kızmadan, sinirlenmeden, cinlerin tepene çıkmasına fırsat vermeden ve bunların, senin başkalarının tepesine çıkmana izin vermeden düzelt.

"Şu zor ve aşırı kritik günlerde bunları mı yapıyorsun/düşünüyorsun/okuyorsun?" diyen dış sesleri ve daha da önemlisi aynı şeyleri acımasızca bıdırlayan iç sesini kısmakla kalma, sonuna kadar kapat. Ne ses kısması, stop'a bas ve tamamen durdur, yok et, sil, iptal et! Şu zor ve aşırı kritik günlerde içinden ve elinden ne geliyorsa onu yapıyorsun ya, ah işte onu dikkatle ve en iyi şekilde yap. Ola ki şu zor ve aşırı kritik günleri atlatmamızı sağlayacak başka bir şeyler yapma imkân ve şansına kavuşursan gidip onu yaparsın zaten; dert etme.

Görmezden gelme, kaçma, yokmuş gibi yapma ama kabul et ve yapacağını yap gitsin.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

11 Ocak 2017 Çarşamba

para - 7

Başta güzide ülkemizde ve sonra da dünyada her şey allak bullak gidiyor (en azından öyle görünüyor) ama ben yine bütün bunlar yokmuş gibi para yazmaya devam ediyorum. Şu an için yapabildiğim bu zira, gündelik siyasette kaybolmadan, "olan"a ışık tutmaya çalışmak ve kendimce "olması gereken"e bakmak. Bugünün genel perspektifinden bağımsız bir şekilde düşünmeye, yazmaya devam etmek...

Serinin ilk altı bölümü için önceki yazılara bakabilirsiniz. Mesela ilk yazı burada.

***

Bugünün konusunu sabah gözümü açar açmaz zihnime doluşan bir takım kelimeler belirledi. Dersimiz: (Yine) Para, Konumuz: Uzmanlaşma, mülkiyet ve etkileri.

Çok eskilerde her şeyi herkes birlikte yapıyordu; birlikte avlanılıyor, birlikte yiyecek toplanıyor ya da birlikte yetiştiriliyor, birlikte üretiliyor, birlikte de tüketiliyordu. Sonraları, yerleşik hayatlar ortaya çıktıkça mülkiyet ve uzmanlaşma gibi kavramlar belirmeye başladı. Mülkiyet, muhtemelen bugünkü kadar katı olmasa da "bizim" yerine "benim" kavramını getirmeye başladı, uzmanlaşma ile ise artık herkesin her işi birlikte yaptığı düzenden birilerinin bazı işleri daha iyi yaptığı ve buna yöneldiği bir düzene geçilmeye başlandı.

Önceleri, birbirine bağımlılıktan ziyade zaten bir olma, her şeyi -verili olarak- birlikte yapma, her şeyin herkesin olması söz konusu iken; sonraları birbirinden nispeten bağımsız yaşayan, üreten, yiyen içen ve zamanla da para ile alışveriş yapıp kendi başlarının çaresine bakan ailelerin oluşturduğu toplumlar ortaya çıkmaya başladı. Geniş aileler küçüldü, çekirdek ailelere dönüştü.

Son düzlükte bu gidişi iyice coşturan ise, sanayi devrimi, daha da uzmanlaşma gerektiren ve fabrikalarda herkesin işin ufacık bir parçasını gerçekleştirdiği üretim bandı sistemleri oldu. Bu süreçler, Yeşil Devrim'le birlikte tarıma ve bu süreçte diğer tüm üretim alanlarına yayıldı.

Karmaşık üretim süreçlerinin kaçınılmaz kıldığı uzmanlaşma arttıkça, kişilerin üretim faaliyetleri belli bir iş kolunun belli bir alanında sıkışıp kalmaya başladı ve çok kısa bir süre önce birçok ihtiyacını kendisi karşılayabilen insanların yerini, üretim bandında görevini yapıp bunun karşılığında belli bir miktar para kazanan ve bu para ile ihtiyaçlarını satın alan insanlar aldı. Bilgi ve beceriler hızla yitirilmeye başlandı ve bu da bizleri dev sisteme bağlı tüketiciler hâline getirdi. Buna bir de bireyselleşme isteğimizdeki ve özgürlük talebimizdeki yükselmeyi eklediğimizde hızla bugünkü duruma gelmiş olduk. Çekirdek aileler de bağımsız bireylere, pardon, tüketicilere dönüştü yani.

***

İşler yolunda gittiği sürece, yani işlerimiz ve maaşlarımız bizi terk etmediği, kazandığımız para, istek ve ihtiyaçlarımızı iyi-kötü karşıladığı sürece bir sıkıntı yok gibi görünüyor. Lakin durum pek öyle değil. Hem bu koşullar gerçekleştiği sürece de aslında büyük resimde sıkıntı olduğu için hem de kaldı ki bu durum herkes için güllük gülistanlık devam etmediği için.

İşler yolunda gittiğinde bile aslında büyük resimde yolunda gitmiyor. Zira büyümek zorunda olan ekonomiler nedeniyle doğal kaynakları ve çalışanları tarumar etmek, tüketmek, suyunu çıkarmak, -the- sistemin yapmak durumunda olduğu bir şey. Bu, sınırlı kaynakları tüketiyor, atmosferi ve tüm doğayı katlediyor, insanların ve gezegendeki diğer canlıların, toprağın, denizin ve havanın canına okuyor, her geçen gün nesli tükenen yeni türler duymamıza neden oluyor. Görünen ve söylenen o ki ciddi bir paradigma kayması olmadığı takdirde, çok uzak olmayan bir gelecekte insan ırkı da dünyadaki varlığına elveda diyebilir. Ki bazı uzmanlara göre bu kayma olsa bile şimdiden çok geç kaldık. (Yukarıda iki cümle ile özetlemeye çalıştığım sürece dair sevimsiz gerçeklere, basit bir taramayla internetten kolayca ulaşabilirsiniz.)

İkincisi, birçoklarımız için kısa vadede de işler yolunda gitmiyor. Tüm dünyada ve ülkemizde çok ciddi işsizlik oranları görünüyor, çalışabilenlerin ciddi bir kısmı pek de hayatın keyfini çıkarıyor gibi görünmüyor, çalışmayanlar zaten pek zorda. Özellikle genç işsizlik oranları çok yüksek, eğitimli gençler için de aynı şey geçerli. Maddi ve manevi büyük yatırımlar yapılan üniversite mezunlarının çalışamamaları veya asgari ücret ya da bunun biraz üstünde maaşlarla çalışmaları gayet sıradan bir olay; şehirler kirli ve güvensiz, hayatlar tatsız ve tuzsuz...

Çözüm ne? İhtiyaçlarımızı nasıl karşılayacağız? 

Ekonomik olarak üstte olanların her geçen gün daha fazla kazandığı, altta kalanın canının çıktığı ve aradaki uçurumun günbegün arttığı bu düzende nasıl ayağa kalkabileceğiz? Önermediğim, bana göre ne kişilerin ne de bütünün hayrına olan çözüm, daha çok para kazanmanın, sistem içinde başının çaresine bakmanın yeni yollarını aramak. Özetle, piyasayı büyüterek bundan pay almaya gayret etmek ya da başkalarının paylarından tırtıklamaya çalışmak. Şu an zaten çoğumuzun yapmaya gayret ettiği bu ve hem bizleri hem de gezegeni getirdiği durum ortada. 

Önerdiğim ve uygulamaya çalıştığım üç şey var: Birincisi küçülmek ve daha azla yetinmek, ikincisi tükettiklerimizi üretme aşamasına geçme yolunda adımlar atmak, üçüncüsü ise topluluklar oluşturmak. İlk ikisi paraya olan ihtiyacımızı azaltıyor; üstelik üçüncüsüyle birlikte hayatı çok daha keyifli bir hâle getiriyor.

Birincisi, söylemde daha azla yetinmek olarak dile gelse de aslında az'ın çok olduğu tuhaf bir denklem var. Daha fazla'nın, daha çok'un hiç de göründükleri gibi "çok" olmadıkları, çok'a sahip oldukça doyumsuzluğun da büyüdüğü ve asla tatmin olunmadığını hepimiz biliyoruz sanırım. Oysaki daha az ürün, daha az meta, daha az tüketim bize çok daha fazla zaman, çok daha fazla kendimizle kalabilme ve kendimiz olabilme, daha fazla keyif, daha fazla dostluk, daha fazla insan olma deneyimi sunuyor. Üstelik daha az tükettiğimiz takdirde daha az paraya ihtiyacımız olacağı için paraya erişme yolunda kendimizi daha az tüketeceğimiz, belki buna bile gerek olmayan bir yaşam bizi bekliyor.

İkincisi daha çok üretmek. Azalttığımız tüketim sayesinde azalan para ihtiyacımızı daha da aşağıya çekecek olan, kalan tüketimimizi yavaş yavaş kendimizin karşılayabildiği hayatlar kurmak olabilir. Bunun için aklıma gelen ilk kalemler, -tabii ki- gıda üretimini, temizlik ürünlerini, ufak tefekle başlayan eşya üretimini kapsıyor. Tabii ki bu konuda tercihlere, yönelimlere ve ihtiyaç durumumuza göre, herkes işi başka yerlerinden tutabilir veya bazılarımız hepsinde birden aynı anda adımlar atmaya çalışabilir. Tüm bu kalemler, bizim paraya olan gereksinmemizi azaltacağı için, üretmek, bir nevi para basmak gibi aslında. Önceden satın aldığımız şeyleri üretebilmek, bu şeylere erişmek için başka işler yapıp para kazanma gerekliliğinin yerine geçiyor zira. Tükettiğini üretebilmenin, ürettiğini tüketmenin hazzı ise zaten bambaşka bir şey, hâlâ istediğim seviyelerden uzak olsam da deneyimlediğim kadarıyla harika olduğunu söyleyebilirim. Çok kısa bir zaman dilimi (birkaç on yıl) içinde bu zevkten böylesine uzaklaşmış olmamız ise epey şaşırtıcı bir durum.

Bir de bunları topluluklar olarak yaptığımız takdirde, bu süreç hem daha kolay hem de çok daha keyifli olacak. Bu topluluklar; dayanışmayı, birlikte üretmeyi, birbirimiz için bir şeyler yapabilme güzelliğini, birbirimize yaslanabilmeyi ve birbirimizden öğrenmeyi mümkün kılacak şekilde hayata geçirilebilirse hayatlarımız çok daha şenlikli olacak.

Sonuç olarak tüm bu üretebilme ve paraya daha az ihtiyaç duyma durumları, bizleri dış şoklara karşı daha sağlam kılacak. Dünyadaki işsizliğin artması veya azalması, döviz kurlarındaki belirsizlik, devletin belli sektörleri desteklemesi veya desteklememesi ve -doğa olayları ve iklim haricindeki- diğer dışsal faktörler önemlerini yitirecekler. Üstelik siz de ben gibi devletin varlığıyla, hele ki harcama kalemleriyle (askeri harcamalar, doğa katleden büyük yatırımlar, güvenlik harcamaları, diyanet vs.) ilgili sıkıntı duyuyorsanız, ödeyeceğiniz vergi gittikçe azalacak ve istemediğiniz dünyaları daha az besleyeceksiniz. Tam bir kazan-kazan-kazan durumu yani. Hangi açıdan baksanız kazandığımız, çok daha keyifli ve kendimizle çok daha tutarlı bir yaşam. Kaybeden tek şey sistem oluyor, ki artık bunun da zamanı geldi. Hatta kaybetmek de demeyelim, eski sistemin kompostlaşarak özlediğimiz hayatlara dönüşmesi diyelim.

Velhasıl, parayı güzel giysilerle giydirmek* istiyorsak, bana göre şu sıralar yapabileceğimiz en iyi şey, onu kendi üretimimizi yapabileceğimiz alanlara, hayatlara gömmek; gömdüğümüz yerden filizlenen yeni becerilerimizi, boşa çıkan zamanlarımızı, yaşama sevincimizi sürdürmek, bunları döngüye sokmak. Her mevsim bunlardan tohum almak ve yaymak, zamanı geldiğinde yeniden ekmek, kendimizi, birbirimizi ve bütünü beslemek... Uzmanlaşmaya olan yolculuğumuzu tersine çevirmek ve temel ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz yaşamları yeniden kurmak, kabileden çekirdek aileye, oradan da tüketicilere giden yolculuğu tersine çevirip -bana göre bize pek bir faydası olmadığı için ara kademeyi, yani çekirdek aileyi de atlayarak- yeniden kabilelere dönmek**, yiyeceği de aletleri de neşeyi de dostluğu da birlikte ürettiğimiz yaşamları kurmak...


* Bu kavramı serinin dördüncü yazısında kullanmıştım.

** İlksel kabileleri taklit eden bir geri dönüşten değil, bugünün şartlarına ve ihtiyaçlarımıza göre bizlerin şekillendireceği, her biri kendine has ve özel yeni tür kabilelerden bahsediyorum.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

8 Ocak 2017 Pazar

kaosu beklerken

"Ben, Afrika'da kanat çırpan kelebeğin, Kuzey Amerika'da yarattığı kasırgayı istiyorum. Ben kaos istiyorum!" - Bakunin
Ahkâm 1: İnsanoğlu, çoğunlukla, bardağa damla damla su eklendiğinde, taştığı noktaya kadar, olan bitene kayıtsız kalmaya meyillidir. Üstelik bardak doldukça, mucizevi bir şekilde hacmi büyür ve bu nedenle kolay kolay taşmaz.

Ahkâm 2: İnsanoğlu, tencereye atılıp yavaş yavaş ısıtılan kurbağalar gibi, olan bitenden küçük küçük etkilendiği takdirde, bir mayışma hâlinde uyuşup gider, bu uyuşmanın ölümüne yol açacağını aklına bile getirmeden. 

Ahkâm 3: İnsanoğlunun tamamına yakını, banadokunmayanyılanbinyaşasıncılık ekolüne mensuptur ve yılanın onu sokma tehlikesi hasıl olana kadar çok da umursamaz; ayrıca yılanın var olmasındaki payını görmezden gelir. Ya uzaktan izler olan biteni ya da buna bile tenezzül etmez. Bazen farkına bile varmaz bazense üç maymunu oynar.

Bütün bunların bileşkesi beni şöyle bir yere getiriyor:

Olan kötü şeyler iyice kötüye gitsin ki haklılığımız iyice su yüzüne çıksın ve bardağı taşıralım. İki yüz değil de altı bin akademisyen işinden olduğunda insanlar "neoluyooo yeaaa" diye isyan etmeye başlıyor, üç değil de iki yüz dergi-gazete, beş değil de beş yüz sivil toplum örgütü kapatıldığında, on değil de yüz elli gazeteci içeri atıldığında işin ciddiyetinin farkına varıyoruz. Yoksa olmuyor işte! Bardak taşınca olacağına dair bir garanti de yok tabii ama yine biraz umutluyum. Bu ülke 3,5 yıl önce Gezi'yi yaşadı mesela, bardağın taştığı anlardan biriydi!

Yavaş yavaş ısıtılmaktansa aniden sıcak suya düşelim ve sıçrayalım! Çalışma koşulları her geçen gün biraz daha kötüye gideceğine bir anda işsiz kalalım, trafikte her gün iki dakika fazla geçireceğimize bir gün gerçek anlamda kilitlensin ve kimse hareket edemesin, ekonomi yavaş yavaş kötüye gideceğine, ekolojik sürdürülemezlik sürdürülmeye çalışılmaya devam edeceğine kocaman bir kriz yaşayalım. Her ne olacaksa hızlansın, ani sıçramalar görelim ve bu ani sıçramalar bizi de yerimizden sıçratsın ve titreyip kendimize gelelim.

Yılan keşke hiç olmasın ama illaki birilerine dokunacaksa da bari daha geniş kitlelere dokunsun ki huzursuzlanalım ve birlikte çözüm bulalım. Sınırın hemen öbür tarafında savaş varken vahhlanmaktan daha ileri gitmiyoruz ama bu tarafa da sıçradığında "hoopp!" diyebiliyoruz; şiddet, ülkenin doğusunda on yıllardır -tüm biçimleriyle- kol gezerken birileri tühhtühhlüyorken -ve birçoğumuz bunu bile yapmıyorken- şimdi burnumuzun dibine geldiğinde o korkuyu günbegün yaşıyoruz. Çoğu zaman ve çoğumuz için kişisel konfor & keyif > empati formülü geçerli olduğu için empati yetmiyor, ayrıca ateş düştüğü yeri yakıyor. Bu nedenle ateşe daha yakından şahit olmak ve sıcaklığını hissetmek, onu söndürmek için elbirliğiyle çalışmamızı sağlayabilir gibi geliyor. Tırsıp iyice kabuğumuza çekilmezsek tabii...

Evet, ben kaos itiyorum. Hazırlıklı değilim/değiliz ama bizi kendimize getirip düze çıkmamızı sağlayacak tek şey bu sanki; yaratıcı bir kaos. İyice dibe batmadıkça (su da ne derinmiş bu arada) oradan güç alıp geri fırlatamıyoruz kendimizi.

***

Böyle yazması kolay tabii. Yazıyı yazdıktan birkaç saat sonra, özellikle sondan bir önceki paragraftakilere bir daha baktığımda çok da iyi hissetmedim. Tabii ki hiç kimse acı çekmesin, ben de çekmeyeyim. Uyanmamız, çirkinliklerin daha da aktif bir şekilde ortaya çıkmasındansa bunlara hiç gerek kalmadan güzelliklerin yayılması ile olsun isterim. Ama bazen sabırsızlanınca "bari iyice dibe vuralım" diyen tarafım aktive oluyor ve bu tarafımı da gün yüzüne çıkarmak istiyorum.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

7 Ocak 2017 Cumartesi

para - 6

Geçtiğimiz günlerde yazmış olduğum para, para-2, para-3, para-4, para-5 yazıları için üstlerine tıklayabilirsiniz. ((;

***

Uzun zamandır aklıma takılan ve yazmak istediğim bir şey var: Mesela bir atölyeye, çalışmaya, geziye veya başka bir şeye parası olmadığı için katılamama durumları söz konusu olduğunda bir sürü insan isyan ediyor "Offf hep para yüzünden işte!". Oysaki para yüzünden değil, sende para olmadığı ve veremediğin ya da olsa bile o meblağı vermek istemediğin için katılamıyorsun. Arada ciddi bir fark var. Açıklamaya çalışayım: Bir kere, muhtemelen, bu etkinliğin yapılmasını sağlayan şey aslında paranın ta kendisi. Para diye bir şey var olduğu ve her şey, her şeye dönüşebildiği için insanlar her türlü becerisini veya üretimini herhangi birilerine satabiliyorlar ve bunun karşılığında almış oldukları parayı, yine istedikleri herhangi bir mal veya hizmeti satın almak için kullanabiliyorlar (tabii yaptıkları, para ettiği ve almak istediklerine paraları yettiği sürece, o başka mesele). Ama bir şekilde para ortadan kalksa, bu koca organizasyonun, yani sistemin yürümesi mümkün olmayacak ve -aslında bazen tam da hayâl ettiğim gibi- iyice küçülmüş hayatlar yaşamak durumunda kalacağız. Para olmadığında o konser zaten olamayacak yani. Bunun iyi veya kötü bir şey olması bir yana, bu farkı doğru anlayalım ve yakınacaksak doğru şey için yakınalım istiyorum: Para yüzünden değil, paramız olmaması yüzünden gidemiyoruz o konsere.

Hemen her türlü buluşmanın, atölyenin veya tiyatro oyununun para sayesinde dönmesine ve aksi durumda hiç olamayacağına, hemen hepsinde kontenjan sınırı olduğu gerçeği eklendiğinde ise şuraya ulaşıyorum: Ben gidemiyorsam bir başkası gidiyor, ben faydalanamıyorsam bir başkası faydalanıyor. E ne güzel! Böyle düşünmek bir süredir gayet iyi hissettiriyor bana. "Hepimiz biriz" diye atıp tutmuştum ya birkaç yazı önce, tam da o hikâye işte; benim katılamamam başka birinin katılmasına yol açıyorsa, üzülecek çok da bir şey yok sanki.

Kaldı ki son birkaç yılda defalarca tecrübe ettiğim ve çevremde de birçok örneğini gördüğüm üzere, eğer birisi bir şeye katılmayı can-ı gönülden isterse bunun bir yolunu buluyor. Bu bir etkinlikse burs imkânları olabiliyor; olmadı facebook'tan ya da bazen kitle fonlama sitelerinden yaptığı bir çağrı ile ihtiyacı olan paraya ulaşabiliyor; bu bir konser/tiyatro vs. ise davetiyeye ulaşabiliyor vs vs. Elbette ki bunlardan olumlu sonuç alma garantisi yok, istediği parayı bir saatte toplayan da bir ayda toplayamayan da olabiliyor ama bana öyle geliyor ki gerçekten istiyorsan ve gerçekten ihtiyacın varsa ve bunu samimi ve şeffaf bir şekilde aktarmayı, anlatmayı becerebiliyorsan -ve galiba bir de sonuç alacağına inanıyorsan- bir şekilde oluyor. Ama bu yollarla ama başkalarıyla...

Kendi deneyimlerim doğrultusundaki hissiyatımı paylaşayım ve bunda en ufak bir abartı yok: Şu anda, uzaya çıkmak gibi çok uç örnekler dışında, yapmak isteyip de parasızlık yüzünden yapamayacağım hiçbir şey yok gibi geliyor. Dünyanın neresinde olursa olsun, katılmak isteyip de katılamayacağım bir çalışma, görmek isteyip de göremeyeceğim bir gösteri hayâl edemiyorum. Ama öyle ama böyle, gerçekten istiyorsam bir yolunu bulurum ve giderim gibi geliyor. Gidemiyorsam, gerçekten istemediğim içindir. (Şu sıralar köyde, evimde gayet mutluyum ve hiçbir yere kıpırdayasım yok mesela. ((: )

***

Ayrıca tüm bu zorluklar ve çabalar, ilişki kurmak ve birbirimizin deneyimlerinin içine girmek için harika fırsatlar. Bir önceki yazıda paranın ilişkilenmeyi engelleyebildiği durumlardan bahsettim ama aynı para, farklı bir şekilde kullanıldığında, ilişki kuran bir enerji topu olarak da zuhur edebiliyor işte. Şu anda, tam da bu satırları yazarken jeton düşüyor bende de, şöyle ki, paranın ilişkiyi engellemesi alım-satım durumunda geçerli. Eğer bir şeyi, parasını verip satın alıyorsam (bkz. bir önceki yazı, kayık örneği), bu, ilişki kurmayı gereksiz hâle getirirken, birinin katılmak istediği bir etkinlik için ona para gönderdiğim takdirde, artık o kişinin, hayallerinin, katıldığı etkinliğin ve sonrasının bir parçası oluyorum ve aynı para, bu sefer, kolay kolay kopmaz bir bağ kurmayı sağlayan şey oluyor. Çok acayip! İki durumun müsebbibi de para ve onun pratik bir araç olması. Biri, yapılan alışverişin ruhunu öldürürken diğeri yapılan alışverişe ruh katıyor. Bu ikincisinde, ilişki kuran para, alışveriş yapanlar arasında değil, üçüncü kişi tarafından sisteme armağan olarak eklendiği için ilişki kuruyor işte. Hımm, ama muhtemelen aynı para, o kişi ve katıldığı etkinliğin hocası arasındaki ilişkiyi yine kişiliksiz hâle de getirmiş olabilir. Amanın nerelere geldik! Takip edebildiğinizi umuyorum!!

Öte yandan -az önce Burcu ile yaptığımız minik görüş alışverişinin de katkısıyla- düşünüyorum da karşılığında para verdiğim ama bunun, kurulan/kurulacak olan ilişkiyi engellemediği durumlar da oldu/oluyor. Bir önceki yaz katılmış olduğum doğaçlama tiyatro atölyesine para vererek gittim ama çok sevgili Sena Hoca'mla gayet de güzel bir ilişkilenmemiz oldu; para vermiş olmam aramızdaki ilişkinin sadece alıcı ve satıcı olarak kalmasına neden olmadı. Bunun nedenleri ne olabilir: Birincisi, parayı cebimden verecek durumum yoktu ve yapmış olduğum destek çağrısına almış olduğum karşılıklar sayesinde katılmıştım, yani benim olmayan para ile... Ama cebimden versem de çok farklı hissetmeyebilirdim sanırım. İkincisi, fiyatların makul olması idi. (Bu konu bende çok canlı ve epeydir atölye vb. şeylerin fiyatlarına dair yazmaya niyetliyim ama bakalım ne zaman yapabileceğim bunu) Makul fiyat (tabii ki son derece öznel bir durumdan bahsediyorum; bana makul gelen başkasına çok pahalı gelebilir veya tam tersi olabilir) -veya daha da güzeli gönül bedeli-, galiba, şeylerin tam olarak metalaşmasını engelliyor. (meta=ticari mal) Siz, yaptığınız güzel şeyler karşılığında makul denebilecek bir fiyat istediğinizde, sanki bu güzel şeyler az metalaşmış oluyorlar ve armağan ruhunu tamamen kaybetmiyorlar. Az metalaşma terimi, muhtemelen tarihte ilk kez şu anda kullanıldı ve yine, nesnel bir karşılığı yok. Bu, tamamen içimizde hissedebileceğimiz bir şey (makul olmak gibi, güzellik gibi) ve tabii ki kişiden kişiye değişecektir. Bunu hep cepte tutmak lâzım ki birbirimizi yargılamaların önüne geçebilelim veya en azından bunu azaltabilelim.

Burcu'yla konuştuğumuz yerden bir örnek vermek gerekirse de, -reklam yapmak gibi olmasın- Burcu'dan bir keçe patik satın alırsam ve ona 80-90 TL verirsem, bu da onla hiç ilişkilenmememe yol açacak bir şey olmaz. Çünkü ben Burcu'yu tanıyorum, biliyorum; onun ne şekilde üretim yaptığına dair fikrim var, el emeği kullanıyor, elinden geldiğince ekolojik davranmaya çalışıyor; yapacağı patik sadece bana özel olacak ve istese bile bir eşini yapamayacak vs. Bu durumda patiği para karşılığında almış olsam dahi (lütfen a'yı kısa okuyun), yapmış olduğu işe ruhunu kattığı, yani patiğin içine armağan üflediği için, bir ilişki kurulacaktır. Muhtemelen her giyişimde aklıma gelecektir ve ben de onun ruhuna üfleyeceğimdir. Bu durum elle, ruhla yapılan üretimlerde geçerli iken mağazadan aldığım üründe geçerli olmayacaktır. Tanımadığım, üstelik genellikle çok uzak coğrafyalarda birilerinin üç kuruş karşılığında ve göz yaşları ve alın teri ile üretmiş olduğu, bu ürünlerin binlercesinin dev gemilere yığılan dev sandıklarla dünyanın dört bir yanına taşındığı, kişiliksiz, birbirinin aynı ürünlerden birkaçının hasbelkader benim alışveriş yapacak olduğum mağazaya da düştüğü ve yine bu ürünlerin süreciyle ilgili hiçbir şey bilmeyen tezgahtar tarafından bana pazarlandığı bir alışverişte nasıl bir bağ kurabilirim ki! Endüstriyel ürünler, hem kişiye özel hikâyeler ortaya çıkaramazlar ve ruhsuzdurlar hem de kolektif psişemize olumsuz hikâyeler işleyerek kolektif iyi olma hâlimize sekte vururlar. Bu nedenle bağ yaratmazlar.

***

Burada duruyorum. Şimdilik... ((:


-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

para - 5

Bugün, yanımızdan ayrılacak olan arkadaşlarımızı motorla kayığa kadar bıraktığım sırada köyden -pek sevdiğim- İbrahim kendi kayığıyla karşıya, Dalyan'a geçiyordu. Karşıya geliş gidiş için, bir nevi dolmuş kayığımız olduğu için, İbrahim'in bizi geçirivermesi doğru olmaz idi. Dalyan-Çandır kayıkla geçişi metalaştırılmıştır bir kere ve metalaşmış hizmet kutsaldır. İbrahim kendi kendine geçti karşıya, bizse Ferhat'ı bekledik ve beş dakika kadar sonra geçtik. Her karşıya geçiş 1 TL; yani gidiş-geliş için 2 TL veriyoruz Ferhat'a ya da Sevim Abla'ya (bir gün o, bir gün diğeri çalışıyor). Bu geçişler sonrasında karşılığını verdiğimiz için, -muhabbetimiz iyi olmakla birlikte- ilişkimiz sınırlı kalıyor. Oysaki İbrahim veya bir başkası bizi geçirmiş olsa, hele ki bu birkaç kere tekrarlansa, bu kişilere bir güzellik yapmak, karşılık vermek isterim(z). Ya bir gün yapmış olduğum ekmekle onları ziyarete giderim ya çocuklarına minik bir şey alırım/yaparım vs. Çünkü birbirimiz için yaptıklarımız, yarattıkları şükran duygusu ve karşılık verme isteği nedeniyle ilişki kurmamıza yardımcı olur. Para kullanılan bir alışverişte ise bu ilişki kurulamaz -ya da en azından kurulamayabilir. Para ilişki kurmayı yasaklıyor değil ama kurulmasını gereksiz hale getiriyor. İlk yazıda yazdığım üzere, artık kayıkla karşıya geçmek için para vermeyle ilgili bir sıkıntı duyuyor değilim, sadece bu parasal işlemin neden olduğu durumu anlatmaya çalışıyorum.

Mesela, köyde kayığı olanlar var. Sanırım en az altı-yedi tane kayık vardır, muhtemelen daha çok. Diyelim ki üç kayık köyün ortak kullanımına açılsa ve isteyen istediği zaman -o sırada geçmek isteyen diğer(ler)ini de alıp- karşıya geçse, isteyen geri dönse; bu kayıklarda bir onarım vs. olması gerektiğinde elbirliğiyle yapılsa, yine, ilişki kurmak için bahaneler artar. Lâkin mülkiyet denen kavram nedeniyle, ben karşıya geçerken oradan Ahmet'in kayığını alamıyorum. Çünkü o kayık Ahmet'in ve bu kayığın tüm hakları Ahmet'in. Sorsam belki verir ama belki de söylenir "Alsa ya kendi kayığını" veya "Verse ya 2 TL'yi" diye. Ben bu riske girmek istemem, Ahmet beni kabul etsin ve yargılamasın isterim. Paşa paşa veririm iki liramı. Ya da bir gün gider kendi kayığımı alırım. Ohh, istediğim gibi geçerim. Ama ben de Fatma Abla'yı -çok istesem de- geçiremem, çünkü dolmuş kayık var.


***
Bu bir yazı dizisi oldu kendiliğinden. para, para-2, para-3 ve para-4 yazılarına üstlerine tıklayarak ulaşabilirsiniz. :))
***

Kendine yeten küçük kabilelerde paraya ihtiyaç yoktu. Herkes yapmak istediğini ve yapabildiğini, hadi çok da romantik olmayalım, muhtemelen üstüne düşen görevleri yaparken; toplanan bitkiler, avlanan hayvanlar, yapılan ufak tefek aletler ortaktı ve en azından bugünkü dağılıma nazaran daha adilane paylaşılıyordu.

Özellikle avcı toplayıcılarda, zaten mülkiyet diye bir şey yoktu ve hayat gündelik olarak, temel ihtiyaçlar çerçevesinde akıp gidiyordu. Para zaten yoktu da şeyleri biriktirmek veya sahiplenmek de söz konusu değildi; hem ortada icat edilmiş pek bir şey yoktu hem de sürekli hareket halinde olunduğundan, taşıma ile uğraşmak hiç akıllıca değildi ve büyük oranda şeysiz yaşıyorlardı.

Paranın yokluğunda, sende fazla olanı vermek -yardım etmenin verdiği güzel hisler bir yana- en akıllıca seçimdi. Verdiğin zaman itibar sahibi olurdun, daha çok verirsen daha çok itibar gelirdi. Vermek, itibarın yanı sıra güven içinde hissetmeyi de sağlardı. Zira bugün sende varken fazla olanı verirdin, yarın ihtiyacın olduğunda bu itibar senin sigortan olurdu. Şimdiki gibi sigorta şirketlerine gerek yoktu.

Paranın yokluğunda, fazla olanı vermek akıllıca olduğu gibi vermemek zaten çok saçma bir seçim olurdu. Misal 100 kilogram patatesin varsa, bunun hepsini yemek mümkün olmaz ve patates -ne kadar dayanıklı bir sebze olsa da- zamanla çürür. Günümüzdeki deyimiyle "yabana gideceğine" bir insan kardeşine, -ya da köyden bir deyimle- müslüman kursağına gitmesi daha makul. Yaban yiyeceğine insan yesin... Para öyle değil tabii, saklanabilen bir şey; hatta saklarken artabilen bir şey. İlk yazıda yazmıştım, doğada bir örneği daha yok bunun ve tüm saçmalığın kaynağı paranın bu özelliğinde, yani faizde! Ama şimdi bu konuya -yine- girmiyorum.

Lewis Hyde'ın muhteşem kitabı Armağan'dan öğrendiğim üzere, uzun zaman önce Yahudilerin iç ilişkilerinde para kullanılmazdı. Herkes kardeşin olduğu için birine bir şeyi bir karşılık bekleyerek vermek olacak iş değildi; kabile içinde ticari faaliyet olmazdı. Parayı kullanırlardı ama dışarı ile olan alışveriş ilişkilerinde. İçeride her şey herkesindi. Hyde'ın deyimiyle, topluluk sınırları içinde dişil mülkiyet hâkimken ve armağanlar sürekli olarak topluluk içinde devinirken, kabile sınırında, yani dış ilişkilerde eril mübadele kuralları geçerli oluyordu.

***

Para, ilişki kurmaya gerek olmamasını sağlar ve çoğunlukla şükran duygusuna yer bırakmaz. Tam da bu ruhsuzluğu çok tehlikelidir. Alışverişi kolaylaştırma açısından çok faydalı iken "parası neyse veririz" anlayışı pek sevimsizdir. Ürünü, hizmeti alırız (satarız); parası neyse veririz (alırız) ve konu kapanır; ilişkiyi sürdürmek için bir şey yapmamıza gerek yoktur. Minnet borcu yoktur çünkü. Aksi durumda ise, yani parayı kullanmadığımızda, bizim için bir şey yapan birine şükran duygumuzu ifade etmek isteriz. Komşunun vermiş olduğu kekin tabağını boş geri ver(e)mez, yapmış olduğumuz turşudan koyuveririz mesela.

Verecek karşılık bulamadığımız zamanlarda ise bu durum sıkıntı yaratabilir. Bkz. alma verme dengesi. Bunu köyde yaşıyoruz. Sebze, yumurta gibi ürünleri üretme konusunda bizden -doğal olarak- çok daha ileride olan komşularımız zaman zaman kocaman bir kabak, üç yumurta, beş altı tane patlıcan veya birkaç yüz gram ceviz tutuşturuveriyorlar elimize. Bilgi olarak da -yine doğal olarak- bizden çok ileride oldukları için baklayı ne zaman ekeceğimiz, bahçenin etrafını neyle çevirebileceğimiz gibi bilgileri yine onlardan alıyor, bunla da kalmıyor, zaman zaman bizde eksik olan bahçe aletlerini ödünç istiyoruz... Tüm bunlara karşılık vermekte ise zorlanıyoruz. Yukarıdaki başlıklarda zaten bizden alabilecekleri ya da öğrenebilecekleri pek bir şey yok, bunun dışındaki başlıklarda da bizim yaptıklarımız onlara çok hitap etmiyor. Yaptığımız yemekleri çok beğenmiyorlar (az biraz deneysel takıldığımız için), ekşi mayalı ekmeği tercih etmiyorlar, onlara kıyasla iş bilir olmadığımız için bizden pek iş de rica etmiyorlar/edemiyorlar. Yazdığımız bir yazı veya kitap veya hayâl ettiğimiz dünya da pek ilgilendirmiyor onları. Bunların istisnaları olmuyor değil ama alma-verme dengesinde ibre epey kaymış durumda ve bu durum, zaman zaman zorluyor bizi. Gerçi alıştık da bir yandan.

Öte yandan minnet borcu uzun vadeye yayılabilen bir şey. Şimdiye kadar çokça kaymış olan ibre yarın bir gün -koşullar değiştiğinde- dengeye gelebilir ama gelmezse de gelmiyordur. Biz yardıma, desteğe hep açık olduğumuzu paylaşıyoruz; ötesi elimizden gelmiyorsa yapacak bir şey yok. Ama mesela tüm bu destekler, ufak tefek ürünler vs. karşılığında para veriyor olsak bunu hissetmezdik ve ortaya sadece ticari ilişki çıkardı. Aynı kişilerden satın alıyor olduğumuz sütte veya zeytinyağında durum bu mesela.

Kendi adıma, minnet ve şükran hissiyle yaşamaktan sıkıntı duyuyor değilim. Lakin insanların çoğu bu hisle yaşamaktansa parası neyse vermeyi tercih ediyorlar. Birilerine ihtiyaç duymanın, onlara borçlu kalmanın olumsuzlandığı bir dünyada yaşadığımız için bu çok olağan. Yaşasın kocaman egolarımız!

Bahsettiğim komşulardan Nuri Amca mesela, bir gün boktan bir iş rica etmişti benden; Mustafa Abilerin bahçesinden bir miktar inek bokunu kürekleyip traktöre aktarmak gerekiyordu. Galiba en çok iki saatlik bir çalışmanın sonunda işi bitirdik, gübreyi Nuri Amcaların bahçesine yığdık ve Nuri Amca bana para verdi. Para almak aklımın ucundan bile geçmemişti oysa. Üstelik alt alta koysak, o güne kadar onlar bize beş birim güzellik yaptılarsa biz onlara bir birim güzellik yapmışızdır ve iki saatlik bir çalışma, aramızdaki durumu mümkün değil dengeye getiremez, haklarını ödememizi sağlayamazdı. Ama işte, Nuri Amca, tüm itirazlarıma rağmen zorla sokuşturdu cebime -yanılmıyorsam- 35 lirayı. Bunu niye yaptığını uzun uzun düşündüğünü sanmıyorum ama muhtemelen farkında olmasa da borçlu kalmamak için yaptı.

Parası neyse veririzin ilişki kurmayı gereksiz hâle getirmesinden başka, kötü -bulduğum- iki yanı daha var. Birincisi, bir şeyin parasının, yani fiyatının piyasa koşullarınca belirlenmesi ve ortaya çıkan fiyatların adalet kavramına çoğunlukla çok uzak olması; ikincisi ise paranın alışverişi kolaylaştırması ve neyin, nereden ve ne şekilde geldiğiyle ilişkimizin kopmuş olması nedeniyle, aldığımız ürünün içinde saklı olan göz yaşının, kötü ve riskli koşullarda çalışmaların, doğa katlinin farkında olmamamız.

Özellikle ikincisine bir önceki yazıda doğrudan değindim; birincisine ise ilk yazıda kısmen. Orada da şunu demek istiyorum: Gerçekten ihtiyacımız olan ve bizler için olmazsa olmaz olan şeylerin fiyatlarının (en çok da yiyecek) ihtiyacımız olmayan ya da daha az ihtiyacımız olan birçok lüks malın fiyatlarının çok altında kalması. Mesela buradan İstanbul'a gitmek için otobüs firmasına vermek gereken 100 TL ile aynı kişinin en az on günlük gıda alışverişinin yapılabiliyor olması bana çok acayip ve yanlış geliyor. Çünkü fiyatlar piyasada, arz-talep ilişkilerine göre belirleniyor ve burada adalet, mantık gibi şeyleri aramaya kalkmayın hiç, zira bulamazsınız. Bir şeyin miktarı (arz) artınca fiyat düşer, azalınca ise yükselir. Bir şeye olan talep artınca, bu şey dünyanın en gereksiz şeyi bile olsa, fiyatı yükselirken; aynı şeye olan talep azalınca fiyatı düşer. Bu sistemde para kazanabilmek için, mesela nar para ediyor diye yüzlerce nar ağacı dikersin, o narlar büyüyene kadar narın popülerliği azalır (talep düşer) ve/veya binlerce çiftçi daha yüzlerce nar ağacı diktiği için arz artıverir, nar artık para etmez ve ağaçları kesip portakal dikmeye kalkarsın. Ama on sene sonra portakal yerine avokado dikmiş olmak isteyebilirsin.

Arz talep dengeleri ve şişen fiyatlara daha iyi örnek arazi ve özellikle şehirlerdeki absürt konut fiyatları. Ama bunlar da başka bir zamana kalsın. Zaten para yazdırdıkça yazdırıyor.

Aynı gün devamı geldi: para - 6

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com