Sayfalar

21 Şubat 2016 Pazar

bir para bölüşümü hikayesi

Bugün bir yazı yazdım ve ilk olarak Yeni Dünya Öyküleri adlı blogda paylaştım. Buraya da alıntılıyorum.
-------

Dünyada ve Türkiye’de yıkım, kıyım, doğa ve insan katliamları hızla sürerken; bir yandan da ümit veren yeni dünya öyküleri yazılıyordu. İşte onlardan biri:
24 Ocak 2016’da Ankara’da bir etkinlik düzenlendi, Şenlikli Ekonomi Atölyesi. Bu atölyede; armağan ve paylaşım ekonomisine dair paylaşımlar yapıldı, hayatımızdan örnekler verildi, paraya dair tabuların bir kısmı masaya yatırıldı, birkaç uygulama yapıldı ve bir oyun oynandı. Yaklaşık 25 kişinin katılmış olduğu etkinlik epey keyifli geçti. Ama bu yazıda etkinlikten değil, etkinlik için verilen paraların paylaşım süreçlerinden kısaca bahsedeceğim.
Etkinlik zaten belirli bir ücret karşılığında düzenlenmiyordu. Önerilen bir aralık olmakla birlikte, katılımcılar, etkinliğin sonunda nasıl hissettiklerine ve bütçe durumlarına göre nasıl bir karşılık vereceklerine (ya da vermeyeceklerine) kendileri karar vereceklerdi. Öyle de oldu. Herhangi bir katkı koy(a)mayanlar da oldu, 100 TL veren de. Zaten etkinliğin çağrı metninde de yazmış olduğum üzere her türlü karşılı(ksızlı)ğa açık idim. Sonuçta 654,50 TL’nin yanısıra, bir arkadaşım para yerine benim seyahatlerimden birini karşılamak istediğini iletti.
Herkes hissettiği ve verebildiği kadarını verdi. Umuyorum ve sanıyorum ki herkes dengede ayrıldı. Gönül bedeli uygulamasının güzelliği bu zaten. Ne vereceğine kendi karar veren insanların, etkinliği iç huzuruyla kapatması…
O akşam bu parayı bir kenara koyduk ve birkaç gün sonra Ankara Yaşam Çemberi’nin kurucuları ve yürütücüleri olan Filiz ve Doğukan’la buluştuk, bu parayı ne yapacağımıza dair bir çember yaptık.
Önce herkes bu paranın ne şekilde değerlendirilmesini uygun bulduğuna dair hislerini söyledi. Filiz ve Doğukan, etkinliği baştan sona götüren kişi ben olduğum, hatta çağrı metnini falan da ben hazırladığım için, yani aslında çok fazla katkı sunmadıklarını düşündükleri için bu paranın tamamının benim hakkım olduğunu, herhangi bir beklentileri olmadığını, bu konuda içlerinin çok rahat olduğunu paylaştılar. Bense, bu paranın çoğunu kendime almayı tercih etsem de bir kısmını paylaşmak istediğimi söyledim. -Hem çalışmadığı ve ihtiyacı olduğu için hem de etkinliğin kayıt işleriyle ilgilendiği, yani buna emek verdiği için- Doğukan‘a 100 TL, etkinliği yaptığımız ev sahibi Çağlar için -ev masraflarına katkı mahiyetinde- 50 TL bırakmak istedim. Filiz için bir pay ayırmak içimden gelmedi. Hem çalıştığı için ihtiyacı olmadığını düşünüyordum, hem de Ankara Yaşam Çemberi’ndeki tüm çabaları bir yana, bu etkinlik için Doğukan kadar çaba sarf etmesine gerek kalmamıştı. Bir de Eylül ayında üniversiteli öğrencilere yönelik bir etkinlik planlıyorlardı, bunun için de bir kumbara vardı ve etkinliklerden kalan üç beş kuruşlar da buna yönelik olarak birikiyordu. Bu kumbara için katkı sunup sunmama konusunda çok kararsız kaldım. Aylar sonra yapılması öngörülen belirsiz bir etkinlik için şu anda katkı sunmayı çok fazla istemedi içim. Neden sonra, bir anda bozukluk olan 59 TL’yi de burası için bırakmaya karar verdim. Bir ara Filiz, sembolik de olsa bir şey almanın ona iyi hissettireceğini söyledi ve ona da 20 TL verdim.
Doğukan ve Filiz, verdiğim paraları çok buldular. Önce ev için vermiş olduğum 50 TL’ye laf söylüyorlardı ki durdurdum onları. Bunu o kadar içimden taşarak, hatta eksik bularak verdim ki üstüne konuşmak bile istemedim… Sonra Doğukan “Dün param yoktu, etkinlik için sana para verememiştim. Artık param var, al sana.” diyerek ona vermiş olduğum paranın 20 TL’sini bana geri verdi. Sonra kumbara için son anda bırakmaya karar verdiğim 59 TL’yi de çok buldular. “Şu an orada durup duracak bir para bu, sen yollardasın, sen kullan daha iyi. Herhalde kumbara adına biz karar verebiliriz.” diyerek bunun da 20 TL’sini bana geri verdiler. Ortada bir sürü para ve bir oraya gidiyor, bir buradan geliyor. Görmeliydiniz. Sanki monopoly oynuyorduk.
En sonda bir tur daha baktık içimize, herkes iyi hissediyor muydu? Evet. Dengede miydik? Evet. Eklemek istediğimiz herhangi bir şey var mıydı? Hayır. Üzülen, hayal kırıklığına uğramış olan, hakkını alamadığını hisseden var mıydı? Hayır.
Ve konu kapandı, havadan sudan sohbete devam edildi.
-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

11 Şubat 2016 Perşembe

Vejetaryen köydeki kasap

yeni bir destek çağrısı!'nı paylaşalı neredeyse bir ay olmuş. Bu çağrıyı her ay başında bir kez hatırlatacağımı yazmıştım ama birkaç haftadır yollardayım ve buna ancak sıra geldi. Hatırlatma yaparken, bu süreçte yaşadıklarımı ve hislerimi de anlatmak istiyorum.

15 Ocak Cuma ve takip eden iki gün biraz zor geçti. İlk kez herhangi bir çağrım bu kadar sessiz karşılandı. Az okundu, az paylaşıldı, çok az dönüş aldım vs. Ayrıca paylaştığım gün evde yalnızdım ve kocaman bir sıkışmışlık hissettim içimde. Yalnızlık, "kendimi iyi ifade edemedim mi acaba"lık, "galiba artık bu isteme işini abarttım"lık... Çok da dramatikleştirmeyeyim, dünya başıma falan yıkılmadı. Hatta her ne yaşıyor ve yaşayacaksam, bundan öğrenecek çok şeyim olduğunun o gün de bilincindeydim ama sıkışmıştım da işte.

Birkaç gün düşünerek ve hissetmeye çalışarak, bir de ertesi gün eve gelen Burcu ile buna dair epey konuşarak geçti.

Bir sürü zihinsel analiz çıktı: Ülke gündemi ve dünya gündemi çok hızlı ve bir o kadar sıkıntılı iken, insanların böyle bir şeye çekilmesi kolay olmayabilirdi. Cuma akşamı 18 küsurda yaptığım bu paylaşım, çağrının normalde olacağından çok daha gözlerden ırak kalmasına neden olmuş olabilirdi. İnsanlar gerçekten de "eeehhh yeter" demiş olabilirdi (Bugüne kadar az şey istemedim, nihayetinde.). Artık bu tip çağrılar eskisi gibi "yeni" bir şey olmadığı için, bu ve benzerleri daha çokları tarafından yapılmaya başlandığı için fazla yankı uyandırmamış olabilirdi. Artık belki de, isteyeceksem, yeni şekillerde destek istemek lazımdı.

Bir sürü içsel hisbakış, sorular: Aslında arkamda o kadar da büyük bir destek yok mu? İnsanlar, okuyanlar, abarttığımı düşünüyor olabilir mi? Biraz fazla mı yaslandım diğerlerinin maddi desteğine? Para konusunu bu şekilde çözmem o kadar gerekli mi? Sahi neden böyle bir çağrıda bulunuyordum? Sevilmeme korkusu ve diğer bazı olumsuz hisler...

Bütün bu düşünceler, hissiyatlar, Burcu'yla sohbetler birçok yere gitti tabii. Şimdi bunları nasıl toparlayıp yazmalı, hiç bilemiyorum. Bugün, tam da şu anda ne hissettiğimi paylaşmaya çalışabilirim belki: Son tahlilde böyle bir çağrı yapabildiğim için kendimle gurur duyuyorum. -Özellikle, derdimi bir yazıda tam olarak ifade etmem çok da mümkün olmadığı için- yanlış anlaşılmaktan, bazıları tarafından olumsuz şekillerde yaftalanmaktan, sevilmemekten hiç korkmadığımı söyleyemem. Lakin tüm bunlara rağmen, tekrar tekrar baktığımda, bunun meşru bir çağrı olduğunu düşünüyorum. Karşılık alırım ya da almam, orası diğerlerini ilgilendiren bir kısım ve müdahale etmem mümkün değil. Benim işim, içimden taşan bu çağrıyı buradan paylaşmak, süreçlerimi anlatmak; sonucu ise -her ne olursa olsun- dengeyle kabul etmek. Ne çağrımın yanıt bulmaması beni değersiz kılacak ne de çok fazla geri dönüş ve destek almak, yaptığımı güzel bir şey kılacak. Benim düşüncelerim ve eylemlerim, kendimce en doğru bulduklarım; diğerlerinin tepkisi ya da tepkisizliği de onların yaklaşımı. Hepsi bu, büyütecek bir şey yok. ((:

Yaptığımı önemsiyorum. Derdim, geçimimi kolay yoldan sağlamak değil. Bunu, muhtelif şekillerde yapabilirim. Aylık masrafım epey düşük ve buna ulaşmaya odaklandığım takdirde, becermem çok da zor değil. Hiçbir şey yapmasam, armağan ekonomisi vs. üzerine ayda bir tane atölye düzenlesem, geçimimi yine sağlarım; bizim köyde yaşayanların ürünlerini şehirlere satmaya başlasam, geçimimi yine sağlarım; yıllar sonra dans öğretmeye geri dönsem ve Dalyan'da kendime birkaç öğrenci bulsam, geçimimi yine sağlarım. Ve daha bir sürü yol var geçimimi sağlayabileceğim. Paraya erişmekten daha önemlisini hallettikten ve masraflarını çok aşağılara çektikten sonra geçim konusu gerçekten de kolay.

Ama tekrar tekrar altını çizmek istediğim nokta, derdimin geçimimi sağlamaktan fazlası olması. İstediğim, başta alternatif yollardan gidip yeni dünyayı kurma yoluna taş döşeyenler olmak üzere, herkesin armağanlarını kullanarak ihtiyacı olan paraya erişebilmesi. "Güzel şeyler" peşinde koşan insanların, yaptıkları şeylerde para olmadığı için zorluk çekmemelerini istiyorum. Ankara Yaşam Çemberi'ni kuran Doğukan'ın, Ankara'da bir sürü güzelliğe imza atarken, insanların ufkunu açmak için çalışırken, parasız kalması hoşuma gitmiyor. Onu destekleyecek bir mekanizmanın kurulmasını, oluşmasını istiyorum. (Bu girişimin diğer kurucusu Filiz'i unutmuyorum. Sadece o, şimdilik çalışmaya ve para kazanmaya devam ettiği için Doğukan'ı zikrediyorum.) Tahtacıörencik'te harika işlere imza atan -ve galiba dünyanın en güzel insanları olan- Ceyhan ve Nihal'in, yaşam alanlarını oluşturma, evlerini, seralarını vs. yapma süreçlerinde ihtiyaçları olan parayı kazanmak için fazladan bir çaba harcamalarına gerek kalmamasını, bir şekilde topluluk tarafından desteklenmelerini istiyorum. Binbir güçlükle ekolojik ürünler üreten çiftçi dostların geçimlerinin, ürünlerinin piyasada ne kadar para ettiğine bağlı olmamasını istiyorum. Güzel hasat olduğunda rahatlamaları ama olumsuz hava koşulları veya diğer nedenlerle iyi sonuçlar almadıklarında sıkıntıya düşmeleri bana hiç de "normal" gelmiyor (Artık "normal"leri değiştirme zamanımız geldi bence!)

Bütün bunlar için ne yapabiliriz? Nasıl destek ve dayanışma mekanizmaları kurabilir ve bizleri biraz daha rahat ettirebiliriz? Daha rahat ettikçe daha da kolayca üretmemizin önünü nasıl açabiliriz? Dünya yokuş aşağı giderken, inandığı şeylerin peşinden gidenleri nasıl ayakta tutarız?

Tabii ki bu isteğim, aslında herkes için. Lakin bu işler bir anda olmuyor. Kendimle başlamaya çalışıyor, sonra benzer yollarda olanları desteklemeye çalışıyorum. Zamanla herkesin, armağanlarıyla ve sadece olarak yaşadıkları bir dünyanın taşlarını hep birlikte koyalım istiyorum. Vejetaryen köyde yaşayan bir kasap da olsan, asgari ihtiyaçlarının karşılanmasını istiyorum. Ayakta kalmamızı sağlayan şey piyasa koşulları, arz-talep dengeleri vs. olmasın da destek ve dayanışma mekanizmalarımız olsun istiyorum.

Bugünkü dünyaya bakınca ütopik görünüyor olabilir ama kesinlikle çok şey istediğimi düşünmüyorum. İnsanlık bütün bunları hayal edebilir hale geldi ve bu yönde adımlar atılmaya başlandıysa, bunu başarmamız da an meselesidir. Yeterince insanın buna inanması, bu doğrultuda yaşamaya başlaması, "ama"larını bir kenara koyması gerekiyor sadece. Yani formül çok basit, ulaşılması belki o kadar değil. Ama mümkün. İnsanoğlu, düşündüğü, hayal ettiği her şeyi başardı. Sıra güzel, adil bir dünyada yaşamada.

Kendi sürecime dönersem... İlk günlerde cılız kalan destek durumları, sonraki haftalarda hareketlendi. Çağrıda yazdığım ve arzu ettiğim gibi, 5 veya 10 TL yollayan 100 değil birkaç deli çıktı ama birçoğu 50 ile 100 TL arasında armağanlar yollayan kişiler oldu. Pratikte, yüksek meblağların bana daha fazla nefes alma şansı verdiğini itiraf etmem gerekir. İçsel olarak ise, bir öğrencinin veya çalışmayan birinin benle 5 TL'sini paylaşmasından ayrı bir mutluluk duyuyorum.

Ayrıca yazımı harika cümlelerle paylaşan dostlar oldu. Nurdan'ın "Emre beraber yürümesek de uzaklardaki yol arkadaşım gibisin... yaşam tercihin ve amaçlarınla ilgili her kelimenin içimde bir karşılığı var. Okuyan herkesin içinde de ufak sarsıntılar yarattığına eminim ;)" Umman'ın "Emrecim, yazıların ve çağrıların hiç ummadığın yerlerde hayatlarını hiç bilmediğin kişilere ulaşıyor. Sessiz sedasız bir köşecikte senin deneyimlerini, düşüncelerini okuyor ve hareketleniyorlar. Bilesin istedim 
smile emoticonYolun açık, bereketin desteğin bol olsun..... Sadece okumak bile değişimin dönüşümün başlaması için yeterli. (...)" gibi cümleleri o kadar iyi geldi ki... Fazla yürünmemiş yollarda ilerlemek bazen korkutucu olabiliyor. Bir veya birkaç kişinin dahi beni anladığını, duyduğunu fark etmek ise inanılmaz kuvvetli bir destek. Şükür ki bu destekten mahrum kalmıyorum.

Bunlara bir de, e-posta ile gelen geri dönüşlerde, çoğu hiç tanımadığım insanlardan gelen harika cümleler eklenince çok daha rahat hissettim kendimi. Gerçi yukarıda yazdığım gibi, yaptığımın tamamen arkasında ve yere sağlam bastığımı hissettiğim için, idealde, bu destekler olmasa bile rahat hissetmek isterim ama henüz o ideale tamamen ulaşmış değilim. Nihayetinde insanım. Kendime hatırlatırım. ((:

Velhasıl, çağrım dimdik ayaktadır canlar. Her türlü desteğinize, armağanınıza tamamen açığım. Şu sıralar benim en kuvvetli armağanlarım; düşünmek, hayal etmek, yazmak, tutarlı bir yaşama doğru yol almak ve bu yola girmek isteyen diğerlerine içsel ve dışsal süreçlerinde destek olmak gibi şeylerden ibaret. Bunlar, çoğunlukla paraya doğrudan erişmemi sağlamıyor ama olsun, varsın. Beni destekleyen dostların varlığı ve katkıları yetiyor.

--------------------------------------

Geçen ay yapmış olduğum destek çağrısı için buradan buyrunuz. ((;

emreertegun@gmail.com

9 Şubat 2016 Salı

Kış turnesi - 1 (Ankara-Erzurum-Erkinis-Artvin-Kafkasör)

20 Ocak günü köyden yola düştüm, o gün bugündür yollardayım ve bir süre daha öyle olacağım. 20 Ocak akşamından 21 Ocak sabahına, yıllar sonra yaptığım ilk uzun metrajlı (10 saatlik) yolculuk sonrasında Ankara'ya vardım. 9 gün 8 gece kaldığım Ankara günlerine çok şey sığdı. -İzmir'i saymazsak- epey bir süre sonra ilk kez büyük şehirde olma şoku ve geldiğimin akşamı geri dönme isteği ama neyse ki inanılmaz güzel bir kar yağışıyla beni karşılaması, üniversiteden eski dostlar, daha yakın zamanlardan yeni dostlar, Argın'ın masal gecesi, -başka bir yazıda detaylarını ayrıca anlatacak olduğum- diş hikayesi, sohbetler, çemberler, oyun oynamalar, düzenlediğim(iz) şenlikli ekonomi atölyesi, Güdül - Tahtacıörenik köyündeki dostları ziyaret... Bütün bunların bir sürü duyguyu tetiklemesi, içimde olan-bitenler, bunlardan dışa dökebildiklerim, dökmek isteyip de beceremediklerim ve dökmeyi tercih etmediklerim (şeffafım dediysem de bir yere kadar)... Keyifli anlar ve umutsuzluklar, kabuller ve yargılamalar, "ben ne yapıyorum"lar ve "ben naapıyordum"lar, kafa karışıklıkları ve daha neler neler. Hangi birini anlatayım şimdi...

29 Ocak akşamı ise hayatımın ilk uzun tren yolculuğu vardı sırada. Saat 18'de Ankara garından hareketlendik (7 kişi) ve 21 saatin sonunda Erzurum'a ulaştık. Accık yorucu olsa da keyifliydi. Şehirler arası otobüslerle kıyaslanamayacak kadar konforlu olduğu da kesin!




8.kişimiz Can, Artvin'in Erkinis (haşmetli devletimiz köyün adını Demirkent olarak değiştirmiş olsa ne yazar, Erkinis orası) köyünde bizi bekliyordu. 16'da dolmuşumuz kalkacaktı ve aradaki bir saat on dakikaya ikişer şiş cağ kebabı sığdırmayı becerdik. Etler gelmeden de ikişer bardak çay yuvarladık. Trenin lokantası bakımda mıymış neymiş, 24 saat boyunca boğazımızdan sıcak bir yudum geçmemişti ve içimiz kurumuştu. Bu arada Baran tek vejetaryenimiz olarak peynirli pide söyledi ve ona gelen servis çok eğlenceliydi. Muhtemelen yakındaki bir pideciden söylenen pideyi, oradan gelen köpük kağıdın içinde sundular Baran'a. Hem de köpüğün kapağı elle ve nasıl da özensizce kopartılmış, aynı özensiz sunumla gelmişti; böyle bayaa köpeğe yemek verir gibi. (ahh fotoğrafını çekmiş olsaydık) "Al ye, hıyar!" demişlerdi, Erzurum'a gelip de cağ yemeyen Baran'a. Dediğim yer de nispeten artistik bir yer bu arada. (Hakan Taşıyan bile orada cağ yemiş zamanında; fotoğrafını gördüm, oradan biliyorum. Hakan Taşıyan'ı bildiniz mi sahi? 90'lılar, siz kaçırmış olabilirsiniz. "Kaçırmak" derken... Neyse...)

Sonrasında 100 küsur kilometre dolmuş minibüsle gidip Artvin sınırlarına girdik ve Yusufeli ilçesinin Erkinis'ine (Demirkent değil işte) vardık. Yusufeli'ne 25'er liraya ulaşıp bir sonraki 20 km için 15'er lira vermiş olmak beni fena zorladı. Yol parası vermek oldum olası zor gelmiştir ama en zoru da bu seyahattekiler oldu. İki adım yollar için çok paralar verdik, en azından bana göre "çok paralar" tabii. Gidiş dönüş 45 dakika süren ve sanırım en fazla 20 - 25 TL'lik yakıt yakıp 100 TL almak bana hiç de makul gelmiyor hocam. Ama el mahkum...

dede de olsaymış keşke fotoğrafta




Erkinis'te, sekizincimiz Can'a kavuştuk ve şöyle bir nefeslendikten sonra doğrudan anneannesinin (76) ve dedesinin (86) evine geçtik. 62 yıldır evlilermiş. Evet, dedemiz 14 yaşında almış körpecik kızı. Yalnız kadıncağız bize, o yaşında ne hizmet etti arkadaş. Yaprak sarma, domates ve biber dolmaları, yayla çorbası, harika turşular, oraya has muhteşem zeytinler ve başka şeyler daha... Ama iyi yedik! Şükür...


Erkinis'te kaldığımız üç gece iki günde neler mi yaptık: Gündüzlerin birinde uzunca ve keyifli bir yürüyüş yaptık. Önce köyün az yukarısındaki şelaleye çıktık; sonra kendiliğimizden birkaç gruba ayrılsak da bir şekilde hepimiz patika yolu takip edip dağın arka tarafına geçtik. Oradan aşağı doğru sallanınca harika bir tahta köprü var. Çok sevdim. Sonra korktum.






ürkek adımlar...
Sonra seviyorsam gidip konuştum, ürkek adımlarla karşıya geçtim. Arkamdan selfi çubuğuyla Neslihan geliyordu. Daha da arkada Baran (the vejetaryen), Iraz ("Itır değil" dicem ama kimse anlamayacak ve sadece sekizimiz gülecez. Ki diğer yedi kişiden kaçı okuyacak bakalım bu yazıyı. Olsun varsın. "Itır değil.") ve Gülnihal. Ve bir süre bağırıp yerimizi belli etmeye çalışıp tam ümidimizi kesmek üzereyken karşıda görünen Sinan, Can ve İbrahim Zeyd (Bazen İbo, bazen Zeyd). Koç burcu olduğumdan mıdır bilmem, hep önden önden, kendim kendim gittim ben. Sonra geniş bir düzlüğümsüye ulaştım ve kendimden geçtim. Yıkık dökük eski hayvan barınakları, yerde yosunlar ve küçücük mantarlar, arkadan gelenlerle bulmuş olduğumuz keçi kafatası vs. Acayip hissettim orada. Çoban kafasını duyumsadım. Git oraya hayvanlarla ve takıl... İnsan yok, konuşma yok. Meditatif haller... Zaten ilk gittiğimde, kimse yokken, düz bir taş bulup üstüne tünedim ve biraz oturdum. Ohhh, nasıl da huzurluydu...


Gündüzlerin diğerinde ise ev kuşu idik. Sadece hava kararmaya yakın şöyle bir yürüyüşe çıktık köyde, araçla geldiğimiz yoldan köyün dışına doğru devam ettik falan. Baraja baktık oradan. Evet, Erkinis'te kocaman bir baraj var. Onla kalsa iyi, Artvin'e giderken de başka bir baraj! Normalde gürül gürül akan Çoruh durgun bir göl haline ge(tiri)lmiş. İçim acıdı. O rakımdaki ve bölgedeki varlıkları şaşırtan zeytinlerin yarısı sular altında kalmış Erkinis'te. Sanki hançer saplanmış gibi hissettim böğrüme... Birkaç yıl önce akan suyun şırıltısını anlattı Can. Gözlerimi kapadım ve duydum o sesi. Gözlerimi açtığımda ise su artık akmıyor, şırıldamıyordu. Durup duruyordu orada. Su akar Türk bakar lafı çok şükür ki tarihe karışmıştı. Artık akan hiçbir suyu affetmiyorduk, ne doğuda ne de batıda, ne kuzeyde ne de güneyde. Ya biriktiriyor ya da borulara hapsediyorduk! Bu sulardan elektrik üretmek lazımdı, yoksa akıllı telefonlarımızı günde iki kere şarj edemez, yaz aylarında klimalarımızı açıp konforlu konforlu oturamazdık kapalı mekanlarda. Daha da önemlisi fabrikaların üretimi dururdu allah muhafaza! Zeytin ağaçlarının, değiş(tiril)en doğal döngülerin lafı mı olurdu. Bir de boşaltılan köyler, yerinden edilen köylüler vardı; yine sular nedeniyle, baraj nedeniyle. Güneydoğu'da başka nedenlerle boşaltılıyor köyler, burada başka. Ama hep terör, çoğunlukla da devlet terörü, sistem terörü. Neyse ki köylüye hakkı verilmişti, endişeye mahal yok. Ellerine paralar sayılmış ve ağızları kapatılmış, onlar da onlarca - yüzlerce yıllık yaşam alanlarını terk edip şehirden bir ya da iki apartman dairesi almışlardı. Ne anlaşma ama!

Akşamları ve gündüz gezmediğimiz zamanlarda yedik, içtik, yeni kesilmiş yaş zeytin dallarını sobada güçlükle yaktık ve oyun oynadık. Baran ve Iraz'ın harıl harıl oynadığı ve zaman zaman Can ve beni de içine çeken Shit Head (Türkçesi bok kafa) adlı kağıt oyunu; -yazınca bir şeye benzemeyecek ama- yere eller koyularak oynanan harika ötesi oyun Dönelce ve son bir iki yıldır her yerde oynanmaya başlayan Contact öne çıkan oyunlardı. Bir de meditasyon yaptığım, çobanlığı hayal ettiğim yerde diğerleri geldikten sonra oynattığım oyunlar. İyi ki bi' doğaçlama tiyatro atölyesine gitmişim yani ben de, bulunduğum ortamlarda çok prim yapıyorum :p Haa, oyun sayılır mı bilmiyorum ama bir de 2012 Anadolu Jam'de başlayan, gelenekselleşir gibi olan ama bir süredir unutmuş olduğumuz bayır aşağı koşma videolarımız var. Akşamında, izlerken çok eğlendik, anıra anıra güldük afedersin. Bende olsa onu da paylaşırdım şimdi.

Erkinis günlerinden sonra Kafkasör'e gittik. Kafkasör, Artvin merkezin 6-7 km yukarısında bir yerleşim yeri. Bir haftalık seyahatte otel vb.de kalacak olduğumuz tek yerdi ve öyle de oldu. Daha doğrusu belediyenin konuk evinde kaldık. Epey güzel bir mekan, harika bir akşam yemeği ve ortalama bir kahvaltı. Yeterince iyiydi yani. Giderken yine çok para verdik bence. Toplamda 60 ya da 70 km gitmek için 200 TL verdik (Sinan gelemediği için kişi başı 30 yani). Yine içime oturdu. Otele ise 60'ar TL verdik, ki bu makul geliyor mesela. Aman neyse...

Artvin yolları da -çok şükür- hep baraj manzaralı ve onlarca tünelden geçmeli. Onlarca kilometre boyunca su kenarından yol alıp suyun aktığını görmemek, yer yer terk edilen köyler vs. içimi sıkıştırdı. Tüneller de öyle. Puff... Bu arada Artvin, şimdiye kadar gördüğüm hiçbir şehre benzemiyor. Bir dağın yamacına kurulmuş, zikzak bir ana caddeden ibaret bir şehir. Bir sağa, bir sola; tırmanıyor da tırmanıyor.

pikabın arkasında, yol alırken...
(zeydcim, elimden gelse sigarayı keserdim. affet!)
Artvin'den Kafkasör'e giden yol güzeldi. Belli bir yükseklikten sonra etraf beyazlamaya başladı ve bir yerden sonra tamamen bembeyazdı! Ha bu arada, yolda kaldık! Son 2-2,5 km.de keskin bir virajda buzda bi' kaydık ve durduk, bir daha da çıkamadık. Zincir mi taksak vs.yi konuşurken "amaaan yürüyelim" dedik. 200 lirayı ver, sonra tam hizmet de alama. Acayip ama olsun. Gerçi yürü(ye)medik de. 50 metre bile gitmeden elektrik firmasının pikap aracı geçiyordu, alıverdi bizi.
Tabii koca çantalı 7 insanın sığması ne mümkün; bazı şanslılar arkada, efil efil rüzgar eşliğinde gittiler. Rüzgar, soğuk bir şey değil de olası bir kaza halinden tırsmadım değil. Neyse ki hemen bitti!

Öğlen sularında da Kafkasör'e vardık! Böylesine bir kar görmeyeli çok olmuştu. Diz boyu!! "Kart" "kurt" sesleri ve aşırı güzel bir takım köpekler karşıladı bizi. Sonra odalara yerleştik falan ama devamını yazasım yok. Bu kadarcığını paylaşıyorum, gerisini muhtemelen sonra yazarım.

Fotoğraflar: Sinan, Zeyd, Neslihan ve Erzurum gardaki çok konuşan abiden

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?