Sayfalar

30 Aralık 2016 Cuma

para - 4

Paraya dair yazmaya devam. Üç yazı da (özellikle dünkü) aktı gitti. Yazdıklarım üzerinde neredeyse denetimim yok gibi, çok acayip!

Bunları yazarken planlama yapmadığım ve kendiliğindenliğe izin verdiğim için, yazıların sıralaması da ilginç oldu aslında. Mesela şimdi, dün bıraktığım yerden, parayla olan ilişkiyi şifalandırma konusundan almak istedim ama bir de baktım ki buna dair yazabileceğim neredeyse her şeyi, ilk yazıda uzun uzun yazmışım. Bu nedenle oradan değil, almış olduğum başka notlar üzerinden doğaçlama yazmaya devam edeceğim.

Ben olsam diğer yazıları, eğer hâlâ okumadıysanız veya bir daha okumak isterseniz; önce 3, sonra 2, sonra 1 diye okurdum. Özellikle dünkü yazı biraz az okundu ve azıcık üzülüyorum, çok daha fazla kişiye ulaşmasını isteyeceğim güçlü bir yazı oldu çünkü. Henüz okumadıysanız, benim için okuyun lütfen.

para - 3 burada,
para - 2 burada,
para da burada... ((:

Bu arada bayağı ciddi mesai yapıyorum. Haftanın beşinci iş günü ve beşinci yazı... ((:
İşte geliyor...

***
"Para şu ana kadar yaratılmış en evrensel ve en etkili karşılıklı güven sistemidir." - Yuval Noah Harari; Sapiens'ten...

Paranın kendi başına bir değeri yoktur ve toplumsal bir mutabakattan ibarettir. Milyonlarca ve hatta milyarlarca insan olarak; madeni paranın, kâğıt paranın, ve şimdilerde -paranın %90'dan fazlasının sadece dev bilgisayarlardaki birtakım bit'lerden ibaret olduğunu düşünürsek- bilgisayar verilerinin değerli olduğuna inanıyoruz ve bu inanç ve güven parayı para yapıyor.

İstisnalar haricinde paranın devletler tarafından basıldığını göz önüne aldığımızda, değerinin düşmesi, genellikle makroekonomik ve politik nedenlerle, paraya güven duymadığımız an vuku buluyor; zamanla tamamen pul hâline bile gelebiliyor. Yeri gelmişken tarihteki en yüksek enflasyon oranının, aylık yüzde 13.600.000.000.000.000 (yüzde 13 kentilyon 600 katrilyon) ile 1946'nın ikinci yarısında Macaristan'da yaşanmış olduğu bilgisini paylaşayım. Buna göre fiyatlar her 15 saatte bir ikiye katlanmış*.

Daha yakın tarihteki örnekleri ise 1994 Yugoslavya'sında (aylık yüzde 313 milyon), 2008 Zimbabve'sinde (aylık yüzde 79 milyar 600 milyon) ve bunlar kadar aşırı bir durum olmamakla birlikte 1994-2001 krizlerinde Türkiye'de yaşanmış ve 2001 krizinde gecelik faiz oranları %7.500'ü görmüştür. Bu gibi örnekler çoğu zaman savaş zamanlarında veya diğer olağanüstü durumlarda yaşanmış.

Bu hikâyelerin detaylarına hâkim değilim. Bildiğim bir şey varsa, bütün bu durumların hep kolektif, milyonlarca kişinin toplu hareketiyle ve kararlarıyla yaratıldığı. Para değerini korurken veya değerlenirken de bunu yapan bizleriz, kaybederken ve pula dönüşürken de.

***
"Herkes her an para ister, çünkü geri kalan herkes de her an para istemektedir; dolayısıyla onu istediğiniz, ihtiyaç duyduğunuz her şey için kullanabilirsiniz." - Yuval Noah Harari; Sapiens'ten...
Çocuk gözüyle baktığım zaman çok komik geliyor. Elimde bir kâğıt parçası ile pazara gidiyorum ve üstünde yazan miktara göre değişmekle birlikte, sadece bunun karşılığında bana sebze, meyve ve diğer ihtiyaçlarımı veriyorlar. Zira o kâğıt parçasının simgelediği şey bir çeşit güç ve enerji; ve hem ben hem pazarcılar bunun o gücü ve enerjiyi taşıdığına ikna olduğumuz için alışverişte kullanıyoruz. İnanmakta zorlandığımız zamanlarda (özellikle kriz günlerinde) değer kaybediyor ve aynı kâğıt parçasının karşılığında daha az ürün alabiliyorum; ve yukarıda bahsettiğim aşırı örneklerde hiçbir şey vermemeleri bile mümkün olabiliyor.

***

İlk başlarda, kendiliğinden değerli, yani kullanım değeri olan şeyler para olarak kullanılıyordu. (Sümerlerde arpa). Zamanla, kullanım değeri olmayan ama taşınması ve depolanması kolay olan -ve değerli madenlerden yapılan- madeni paraya güven duyulmaya başlandığında işlerin seyri değişti (Mezopotamya'da gümüş). Sonraları ise değerli olmayan madenlerden yapılmış paralar basıldı, yani gerçek anlamda paranın icadı vuku buldu (MÖ 640 - Lidya'da). Üç aşamada kısacık özetlediğim süreç birkaç bin yıla yayıldı tabii, bir anda olmadı. :))

Sonraki süreçte ise paranın ne şekilde ve neyin karşılığında basıldığı, onun gelişimini ve tüm dünyanın gidişatını çok etkiledi ama bu yazıda bunlara girmeyeceğim.

***

Peki bütün bunlar pratik hayatta ne işimize yarayacak? Doğrudan şu işe yarayacak diyemiyorum ama bütün bunları bilmenin ve onun gücünü ona verenin biz olduğumuz gerçeği olduğunu algılamanın ve bu gücün nasıl bir şey olduğunu kavramanın önemli olduğunu sezdiğim için anlatmaya çalıştım bunları. 

Aşağıda yazacaklarım ise biraz daha somut ve doğrudan.

***

Para çok güzel ve pratik bir araç olarak kullanılabilecekken, daha ziyade çirkinliğin, zevksizliğin ve maalesef acıların yayılmasını sağladığı bir gerçek. Ben, bütün bunlardaki bireysel rolümüzü ve ona yüklediğimiz enerjiyi nasıl temiz tutabileceğimizi araştırıyorum. İktisat mezunu olsam da ötesine, yani işin makro boyutuna aklım pek ermiyor, doğrusu ermesini çok da istemiyorum.

Acıların yayılmasını sağlayan en önemli özelliği, dokunduğu her şeyi kişiliksizleştirmesi, tektipleştirmesi galiba. Para sayesinde her şey her şeye dönüşebilmekte. Harari'nin deyimiyle para yayıldıkça yerel gelenekler, samimi ilişkiler ve insani değerler erozyona uğradı; bunların yerine arz ve talebin belirlediği soğuk gerçeklik geçti.

Bu soğuk gerçeklik, -binlerce yıla yayılan süreç sonucunda- bugün, büyük resimde olan biteni fark etmemizin de önüne geçiyor. Paranın kolaylaştırıcı işlevi, her geçen gün daha da kolaylaşan ve ucuzlaşan nakliye işlemleri ve tüccar sınıfının palazlanması gibi sebeplerle; günümüzde dünyada satın alınan malların çoğu çok uzaklardan, bir sürüsü okyanus ötesi ülkelerden geliyor. Bu da Çin'deki tekstil imalathanelerinde korkunç koşullarda çalışan insanlardan, telefonların içinde kullanılan değerli madenleri çıkarmak için Afrika'da asker olarak kullanılan çocuklardan, üretim süreçlerinde kullanılan zararlı kimyasallar nedeniyle kanser olan, ölen işçilerden haberdar olmamızı engelliyor. Haberdar olduğumuzda da çoğumuzda bütün bunların etkisi son derece geçici oluyor; çünkü tüketici olduğumuzdan dolayı parçası olduğumuz kötülükler çok uzaklarda gerçekleştiği için içimize işlemiyor.

Eğer silikozis hastalarından birini olsun tanıyor olsak taşlanmış kotları yine satın alabilir miydik; Ergene Nehri penceremizin önünden geçiyor olsa ve geçtiği tüm tarım arazilerinde ve yer altı sularında yarattığı kirlilik bizi doğrudan etkiliyor olsaydı, burada üretim yapan fabrikaların ürünlerini tüketebilir miydik; erimekte olan Kuzey Kutbu'ndaki kutup ayıları son nefeslerini gelip bahçelerimizde veriyor olsalardı, küresel ısınmaya katkı sağlayan bu kadar fazla karbonu salmaya (klimalar, uçak yolculukları, endüstriyel et hayvancılığı vd.) yüreğimiz elverir miydi? Bunlar olsaydı; bu satırları okuyan birçokları, şu anda kendini bunları düşünür bulmuşken, beş dakika sonra çoğunu unutup hayatına aynı şekilde devam edebilir miydi?

Tabii tüm bunların suçunu zavallı paraya atmanın da pek anlamı yok. İşin parayla olan kısmı, daha önceki yazılarda yazdığım üzere bizim onu ne şekilde kullandığımızla ilgili ama bunla bitmiyor; devletlerin varlığına, toplumsal ve ekonomik sınıflara, coğrafi keşiflere ve diğer milyonlarca şeye dayanıyor.

***

Parayı güzel giysilerle giydirmek** nasıl mümkün olabilir? Onu nasıl temiz tutabiliriz? Onu nasıl istediğimiz ve sevdiğimiz şeyleri ("işleri" demiyorum) yaparak edinebilir ve aynı şükran duygusuyla vererek güzel bir dünyayı beslemek için kullanabiliriz? Benim -şimdilik- cevabım serinin ilk yazısında mevcut sevgili okuyucu, peki sen ne yapabilirsin?

***

Dahası da var ama en azından birkaç gün mola istiyorum (kendimden yani) ((:


(((bir hafta sonra devamı geldi: para-5'e buradan ulaşabilirsiniz.)))


Esen kalın; iyi yıllar!


* Kaynak: http://tarikce.blogspot.com.tr/2011/07/tarihte-en-yuksek-rekor-enflasyonu.html

** Yine C.Eisenstein'a referans vereceğim. Charles, İngilizce'deki yatırım (in-vestment) kelimesinin "kuşatma, giydirme, donatma" anlamlarına vurgu yapıyor. Parayı nasıl tertemiz, ekolojik, pamuk dokumalarla donatabiliriz?

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

29 Aralık 2016 Perşembe

para - 3

İki gün önce yazmış olduğum para yazısı için buraya,

Dün yazmış olduğum para - 2 yazısı için ise şuraya buyrun.

***

Para serisine devam. Bu zorlu konuyu gerçekten çok önemsiyorum. Hayatımızın her alanına, attığımız her adıma, yapmak istediğimiz, yapabildiğimiz ve yapamadığımız her şeye o veya bu şekilde sızmış durumda. Ve biz, bu kadar önemli, bu kadar kocaman bir konuyu çoğunlukla görmezden geliyoruz ve üstüne konuşmuyoruz.

***

Sahi para nedir?

Para elimizin kiridir; para -özellikle de arkadaşlar ve akrabalar arasında- gizleyerek verilir, zarfa koymak icap eder; öylece verivermek ayıptır; parayı önemser gibi görünmek ayıptır; aslında çok umursasak da hiç umrumuzda değilmiş gibi yapmak çok önemlidir; para her gün sürekli karşılaştığımız, her gün sürekli mücadele ettiğimizdir; bazen eriştiğimiz bazen erişemediğimizdir; erişememek kocaman bir derttir ama erişmek de ondan aşağı kalmaz; şimdi bu parayı ne yapacağızdır, nasıl değerlendireceğizdir; dolar mı alsaktır, devlet bonosu mu, yoksa altına yatırmak ve yastık altında saklamak mı en akıllıcasıdır (varlığı da derttir yani); para inkâr etsek de en kıymetlimiz, en önemsediğimizdir; tanıştığımız kişiye sorduğumuz ilk soru nasıl para kazandığıdır (tabii kibarca ne iş yaptığını sorarız) ve dolaylı olarak üç aşağı beş yukarı ne kazandığını da bilmektir amaç; para, uğruna dağları yerinden oynattığımız, tüneller kazdığımız, her gün 9-5 (o da, şanslıysak) bir yerlere gitmemizin ve sevmediğimiz işleri yapmamızın müsebbibidir; para hep daha fazlasına ihtiyaç (!) duyduğumuzdur; alınacakların, tüketileceklerin, gelecek kaygısının sonu yoktur, (dünyanın ve ekolojik kaynakların dibi görünmüş olsa bile); hem ileride çocuklarımız ne yapacak?!tır; para birikir de birikir, saklanır da saklanır; akıllı olursan para parayı çeker, Nasreddin Hoca'nın kazanı gibidir, doğurur; para çürümez, bayatlamaz, eskimez; PARA TANRIDIR!


İhtiyacı olduğunu bilsek bile dostumuza vermekten imtina ettiğimizdir (ayıp olur yaa, koca insana para mı verilir) ama mesela dışarı çıktığımızda onun yemeğini-birasını ısmarlamak hiç ayıp olmaz (sanki bunları parayla satın almıyormuşuz gibi); ihtiyacımız olsa bile istemekten imtina ettiğimizdir (ayıp olur yaa, hem düşkün görünmeye ne gerek var; bankadan çekivereyim, hem faizler de düştü!); yoksullara vermektense -yine parayı kullanarak- erzak almayı tercih ettiğimizdir (parayı veren bizsek ne yiyeceğine de biz karar veririz)...

Kendi başına değeri olmayan, toplumsal mutabakattan ibaret bir şeydir.

Parayla ilişkimiz sağlıksızdır, ikiyüzlüdür, korkakçadır, samimiyetsizdir, sahtekârcadır. Kötü niyetimizden değildir bunlar, farkında bile değilizdir. Zaten samimiyetsizliğimiz, sahtekârlığımız önce kendimizedir. Bu ilişkiyi bu şekilde yürütmeyi öyle görmüşüzdür ve öyle de sürdürüyoruzdur.

Tek tek kurmuş olduğumuz sağlıksız, ikiyüzlü, sahtekâr ilişkilerin bileşkesi de başka türlü olacak değildir. Biz böyle böyle yaklaştığımız için para bugünkü hâlini almıştır; o bu hâlleri aldıkça ve TANRIlaştıkça, bizi şekillendiriyor işte. Çok büyük bir sarmalın içindeyiz. Bundan çıkmanın tek yolu, tüm bu sağlıksız durumu fark etmek ve sonrasında bu durumu değiştirmek için kendi adımlarımızı atmaktır. Parayla olan ilişkimizi şifalandırmaktan başka çaremiz yok. Onu, TANRImız olmaktan hizmetkârımız olmaya çekmediğimiz sürece içimizdeki ve dışımızdaki savaşların bitmesi mümkün değil. Aksi takdirde TANRImıza hizmet etmek için kendimizi görmezden gelmeye, tanıdık ve tanımadıklarımızı kırıp dökmeye, doğaya ve bütüne geri dönülmez zararlar vermeye devam edeceğiz.

***

Devamı gelecek...

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

28 Aralık 2016 Çarşamba

para - 2

Dünkü yazı neredeyse tüm günümü aldı, akşam epey tükenmiş bir hâldeydim. Sabah ise dinlenmiş bir şekilde uyandım; egzersiz, kahvaltı vs. sonrasında, birikmiş bulaşıkları, yoğrulacak ekmeği bekleterek yine bilgisayarın başına oturdum. Zira dün anlatamadıklarım var ve içimden çıkmak için heyecanla bekliyorlar.

***

Bu yazıda paraya dair iki anı'mı ve bunlardan çıkardıklarımı paylaşmak istiyorum. Kıtlık bilincinin, verme korkusunun bendeki tezahürlerinden birkaç örnek. Dün de yazdığım üzere, bunları tamamen aştığımı iddia etmiyorum ama yol katettiğim kesin.

Ama anılara geçmeden önce araya şunu gireyim: Umarım, gerek dün gerekse daha önce yazdıklarım, sadece değişik ve ekstrem birinin sayıklamaları gibi tınlamıyordur. Umarım ben kendi deneyimlerimi anlattığımda, siz de kendi deneyimlerinize bakıyorsunuzdur. Umarım benim kendimle uğraştığım gibi siz de kendinizle uğraşıyorsunuzdur. Bu yazdıklarım rahatsız ediyor mu, hayatınıza karışmak gibi görünüyor mu bilmiyorum ama yazma nedenim tam da bunları sağlamak olduğu için, bunları düşünmeden edemiyorum. Derdim kendimi anlatarak "vayy bee, helal olsun"ları toplamak olsaydı daha kolay olurdu ama övgülerden hoşlanmakla birlikte, kendime, okuyanların değişim-dönüşüm ateşini harlamak gibi bir misyon biçtiğim için (bana ne oluyorsa) bunların etkisini merak etmekten alıkoyamıyorum kendimi.

Anılar demiştik. Birincisini epey utanarak anlatacağım; paraya benim de ne kadar acayip ve sağlıksız yaklaşabildiğime dair bir tane...

Bilen bilir (bu da ne komik laftır), yaşadığımız köye toplu taşıma ile ulaşmak için, önce Dalyan'a gelmek, sonra -tahminen- bi' 600-700 metre kadar yürüyüp kanalın öbür tarafına geçmek üzere kayığa ulaşmak ve kayıkla karşıya geçmek gerekiyor. Oradan bizim eve ulaşmak için ise kalan 4 km'yi katetmek gerekiyor. Bir gün, o zamanlar sevgilim -şimdi hâlâ canım- olan Burcu bir yerlerden geliyordu ve beni arayarak -ya da belki sms ile-, ağır bir yükle geldiğini ve karşıya geçip onu Dalyan'da karşılamamı rica etti. Bense onu, kanalın diğer tarafında motorla karşılamayı düşünüyordum ve "kem-küm"ledim. Zira o sıralar (iki buçuk yıl önceden bahsediyoruz bu arada) az harcama konusunda adeta kendimle rekabet ediyor ve her geçen gün paraya daha az ihtiyaç duyduğumu kendime ve başkalarına kanıtlamaya çalıştığım için en ufak bir harcamayı bile düşünerek yapıyordum. Karşıya geçip geri dönmek bana 2 (yazıyla iki) TL'ye mal olacağı içindi kem-kümlemem; "Biraz masraf olur tabii ama olsun." gibi bir şeyler geveledim ve Burcu da doğal olarak "Yok, tamam, istemiyorum!" dedi. Yaptığımın farkına vardım ama biraz geç oldu, ısrar etmeme rağmen karşıya gelmemi istemedi, bizim taraftan onu motorla aldım ve eve geldik. Bu arada çok iyi biliyordum ki o zamanlar ciddi sırt ağrıları vardı. Tabii akşamında bu konu bir şekilde gündeme geldi ve epey göz yaşı dökmeme neden oldu. Bana ne olmuştu? Neyin peşindeydim? Ne yapıyordum?

Ama bu minik yaşantı belki de milat oldu. O günden sonra yaklaşımım biraz daha dengelendi galiba. Kayığa, çay bahçesinde 75 kuruşa içtiğim çaya falan takılmamaya başladım. Ki bunlar, tam da dünkü yazıdaki benden nereye gidiyorun güzel ve temiz örnekleriydi. Kayıkçı Sevim Abla'ya, yerel çay bahçesini işleten Sercanlara giden para gitsin abi; helâl olsun!

Bu hikâyeye dönüp bakınca, tam da şimdi şunu düşündüm: Tıpkı parayı kötü veya iyi şeyler için kullanmayı seçerek dünyanın nasıl bir yer olduğuna her gün kolektif olarak karar veriyor olduğumuz gibi, parayı kullanmayı seçmediğimiz, tutmayı tercih ettiğimiz zamanlarda da yine, aynı kararı veriyoruz. 2 TL'ye kıyamayıp karşıya geçmediğim an Burcu'nun sırt ağrılarına bir katkı sunmakla kalmadım, belki de ilişkimizde büyük bir sıkıntıya neden olabilecek bir şey yapmış oldum; üstelik hem onun hem kendimin üzülmesine neden oldum vs. Öte yandan, yukarıda yazdığım üzere bu olay benim farkındalığımı artırdı ve biraz daha dengeye gelmemi de sağladı; dolayısıyla olumlu bir yanı da yok değil. (Yukarıda ben de öyle yargılamalar yaptım ama bir şeye iyi ya da kötü demek epey yersiz bir şey aslında; o an kötü görünen, büyük resimde olumlu bir sonuca yol açabiliyorken bunun tam tersi de mümkün olabiliyor.)

Benzer şekilde, sıkışık durumdaki dostlarımız varken bankada veya yastık altında tuttuğumuz paralar da benzer bir durumu yansıtıyor. Aldığı krediler için sürekli faiz ödemek zorunda kalan arkadaşımıza bankada duran paramızı -koşulsuz paylaşmaktan geçtim, en azından- borç vermediğimizde, iki yakası bir araya gelmeyen bir sevdiğimiz olmasının yanı sıra, semirmeye doymayan bankaların daha da fazla kazanmasına da -en masum ifadeyle- göz yumuyoruz. Ama ya geri öde(ye)mezse, di mi?

Velhasıl, parayı ne için ve ne şekilde kullandığımız sorularının yanına, ne için kullanMAdığımızı da eklemenin ve bunun arkasındaki hisleri mercek altına almanın önemi çok fazla gibi görünüyor.

***

Bir anı daha, bu sefer yine -ama daha az- utanacağım bir tane... Hadise yine Emre'nin kıtlık bilinciyle ilgili:

Dünkü yazıda da bahsi geçen ve yerlere göklere sığdırmakta zorlandığım Charles Eisenstein 2012 yılında, Avrasya Bilişim Zirvesi'nde bir konuşma yapmak üzere Türkiye'ye geldi. Hem bu konuşmayı dinledim hem de bundan birkaç gün sonra Zumbara'daki arkadaşların organize ettikleri tek günlük atölyeye katıldım (ki bu atölye, sonraki zamanlarda Filiz Telek, Begüm Erenler, Esra Debreli ve benim çeşitli kombinasyonlarda, -ikili, üçlü ve tek olarak- kolaylaştırdığımız Armağan Ekonomisi 101 atölyesini ve daha da fazlasını doğurdu). Armağan ekonomisine, Charles'ın geçmişteki birçok düşünürün fikirleriyle harmanladığı Kutsal Ekonomi'ye, hayatta gerçekten yapmak istediğimiz şeylere ve önündeki engellere baktığımız güzel bir çalışmaydı. İngilizce olması, zaman zaman kopmama neden olduysa da epey faydalandığımı söylemeliyim.

Etkinliğin belirli bir fiyatı yoktu ve bu ilk kez karşılaştığım bir örnekti. İsteyenin istediğini vereceği ve bunun illaki para olmasına gerek olmadığı, içimizden gelen ve Charles'la paylaşmak isteyebileceğimiz herhangi bir şeyi verebileceğimiz söylenmişti bizlere. Üstünde çok durmadım açıkçası, nihayetinde illaki bir şey verme zorunluluğu yoktu, demek ki vermeye gerek de yoktu. Kaldı ki ben o sıralar çalışmıyordum ve sınırlı kaynağımı en idareli şekilde kullanmam gerekiyordu. Parayı tutmalıydım. Ve tuttum! Bir tam günlük bu çalışmanın sonucunda Charles'a para kabîlinden zırnık koklatmadığım gibi hatıra vs. bir karşılık da kopmamıştı gönlümden. O sıralar yeni işten çıkarılmış olduğum için almış olduğum 6-7 bin liralık tazminatım varmış, Nisan ayına kadar 700 küsur TL işsizlik maaşı alacakmışım, ne gam! Hiçbir şey vermedim ve üzerinde düşünmedim bile. Çok doğaldı vermemek; parayı sıkı sıkı tutmak, kaptırmamak, kendime saklamak...

Lütfen 12 dakikanızı ayırıp şu güzel videoyu izleyin ve hem Charles'ın yüreğinize ve zihninize dokunmasına izin verin hem de benim nasıl biriyle -üstelik bir tam günlük emeğinin karşılığında- hiçbir şey paylaşmadığımı görüp suratıma tükürün ((:




Etkinlikten elimi kolumu sallayarak ve en ufak bir suçluluk duygusu yaşamadan ayrıldım. Sonraki bir yıl içinde Kutsal Ekonomi Türkçeye kazandırıldı ve onu okudum; yukarıda bahsettiğim atölyeleri gerçekleştirmeye başladım ve dün bahsettiğim gibi bunların sonucunda aldığım karşılıklar beni sıkça hayâl kırıklığına uğrattı ve aymaya başladım! Ben de Charles'a hiçbir karşılık vermemiş ve içim rahat bir şekilde mekândan ayrılmıştım; aynısı şimdi benim başıma geliyordu. Ve bir yıl sonra konuya dair huzursuz hissetmeye başladım. Nasıl olmuştu da en küçük bir şey vermekten imtina edebilmiştim! Buradan "Öyle davranırsan sana da böyle olur işte." gibi bir sonuca değil, alma-verme dengesinin eksikliğinin sıkıntılı bir durum, sıkışık bir enerji yarattığına geliyorum. Sonra ne mi oldu? 2013 sonbaharında Charles, -benim katılamadığım- başka bir etkinlik için tekrar Türkiye'ye geldi; Begüm'ü aradım (o katılacaktı) ve Charles'a, durumu açıklayarak, benim adıma 20 TL vermesini rica ettim. Yine gayet düşük bir tutar olmakla birlikte, hem verme kanallarım yeni yeni açılmaya başladığı hem de bu sefer gerçekten çok daha züğürt olduğum için, dönüp baktığımda miktarla ilgili olarak kendimi yargılamıyorum. Küçük de olsa bir karşılık vermiştim ve ohh, artık daha rahat hissediyordum.

***

Sanırım "para"ya dair yazılar devam edecek*.

* Ki ertesi gün etti: para -3

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Hiçbir hakkı saklı değildir. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

27 Aralık 2016 Salı

para - 1

Ön not: Bu yazıyı yazarken, bir ara, teknik bir nedenle yazdıklarımın büyük bir kısmı silindi. Çok dövündüm, çok "ahh"ladım ama kâr etmedi. Gerileyen Merkür mü, yoksa bir virüs veya hacklenme durumu mu bilmiyorum ama öyle güzel kaptırmış gidiyordum ki fena halde içim yandı. Neyseki tekrar başına oturmayı becerebildim. Tabii benim için yazma öyle bir akış hâli ki kimi yazdıklarım uçup gitti ve hatırlamıyorum; bunla birlikte -muhtemelen- bir önceki turda aklıma gelmeyecek şeyleri yazdım şimdi. Herhalde hayırlısı olmuştur ((;

fotoğraf: burcu ertunç , eller: filiz öz, paralar: emre ertegün (;

Bu yazıya meyletmemi tetikleyen, sosyal medyada bir arkadaşın "Para kazanmak için bir şeyler yapacağımıza bir şeyler yaptığımız için para kazansak ya!" yazması oldu. Bunu ben de uzun zamandır söylüyorum ve ne mutlu ki uygulamada Erhan'ın dileğini hayatıma -galiba tamamen- geçirebildim. Ayrıca bu konu gündemimde her zaman üst sıralarda olduğu için bir sürü paylaşacağım şey var.

***

Kazanmak fiiliyle başlamak istiyorum. Bir süre önce, sıkıntının bu fiilde başladığını fark etmiştim: Paranın, kazanılan bir şey olmasında. Toplam para miktarının sınırlı olduğu göz önüne alındığında, para kazanmak, başka birinin para kaybetmesi anlamı taşır ve bu da hepimizin gözünün diğerlerinin cebinde olduğu bir duruma getirir bizi. Olay gerçekten de buyken, fiilin kazanmak olması ne şaşırtıcı ne de yersiz.

Mevcut şartlar altında, bir mal veya hizmet üretip -veya üretimin bir parçası olup-, sonrasında bu mal veya hizmet satılıyor ve para, kazanılıyor. Yani ortada bir üretim olması gerekiyor ama bu yeterli değil; bu üretimi önce metaya (yani ticaret malına) dönüştürmeniz gerekiyor, ki bu da yeterli değil; sonra da bu metayı alacak ve onun karşılığında cebindeki parayı kaybetmeye ikna olacak birilerini bulmalısınız. Böyle yazınca epey meşakkatli bir süreç gibi görünüyor. Eh, vaktimizin ve enerjimizin (ve kaçan uykularımızın) bu kadar büyük bir kısmını soğurduğuna göre gerçekten de öyle, değil mi?

Kendi adıma; yakamı, zihnimi ve kalbimi mevcut şartlardan bir nebze olsun kurtardığını düşünen ve parayla ilişkisini fazlaca sorgulayan, didikleyen biri olarak, bir süredir para kazanmıyorum, paraya erişiyorum. Bu, sadece bir kelime oyunu değil, gerçek bir olgu. Bana para veren hiç kimse parasını kaybetmiyor, isteyerek ve kendi kararıyla veriyor. Kaybeden olmayınca kazanan da olmuyor.

Geçenlerde yazdığım üzere,
(...) gerek bastırmış olduğum kitabım ve diğer yazdıklarım için gerekse zaman zaman düzenlediğim etkinlikler ve diğer her türlü üretimim için belirli bir fiyat koymamayı seçiyor, gönül bedeli diyebileceğimiz uygulamayı tercih ediyorum. Hizmeti ya da ürünü üret ve dolaşıma çıkar, karşılık olarak ne vermek isteyeceklerini bundan faydalananlar takdir etsinler. Kadim armağan ekonomisi prensiplerinin parayla birlikte yürüyen hâli diyebiliriz. Böylece yaptığım, sunduğum her ne ise, isteyen herkes "bunu ödeyebilir miyim" endişesi olmaksızın bundan faydalanabiliyor ve en sonunda da hissettiği şükran duygusu ve bütçeleri doğrultusunda parasal veya başkabirşeysel karşılıklar veriyorlar.
Aynı yazıda, hemen hemen dört yıldır paraya bu şekilde eriştiğimi (bazıları için onuncu baskı oldu belki ama naapalım), başlarda bu sürecin o kadar da iyi gitmediğini ve çokça hayâl kırıklığı içerdiğini ama zaman geçtikçe daha sağlıklı sonuçlar almaya başladığımı da anlatmaya çalıştım. Hayâl kırıklığımın nedeni hem "onlar"dı hem kendim. Onlardı çünkü zihinleri kıtlık bilinci ile yoğrulmuştu ve vermeye korkuyorlardı; ayrıca armağan ekonomisi felsefesini, mantığını tam olarak anlayamıyorlardı. Bendim çünkü benim de zihnim kıtlık bilinci ile yoğrulmuştu ve ben ise almaya korkuyordum ve ayrıca uygulamaya başladığım armağan ekonomisini tam olarak içselleştirememiştim ve dolayısıyla onlara tam olarak aktaramıyordum.

Zaman geçtikçe bu konuda epey yol kat ettiğimi sanıyorum. Kıtlık bilinci zihnimi tamamen olmasa da büyük oranda terk etti ve yerini bolluk-bereket bilincine bıraktı (bunlar da sadece afili sözcükler veya bir takım tinsel ezberleri değil, gerçeği yansıtıyor ama ben ne kadarını aktarabiliyorum, bilmem). Armağan ekonomisi felsefesini -uyguladıkça- daha iyi anladım, içselleştirdim, daha iyi anladıkça daha iyi aktardım; ve daha iyi aktardıkça daha "adil" karşılıklar aldığımı hissetmeye başladım. Sonuç olarak, gün geçtikçe, yazarak, düşünerek, hayâl ederek ve yılda birkaç etkinlik düzenleyerek geçimimi sağlayabilmeye başladım. Hem de hiçbir şeyi metaya dönüştürmeden ve dolayısıyla para kazanmadan ama ona erişerek. İnsanların gönlünden ve bütçesinden kopana, isteyerek vermelerine, eksildim duygusuna kapılmadan paylaşmalarına alan açarak... Zaten sevdiğim, zaten istediğim, zaten keyif aldığım şeyleri yaparak... Darısı Erhan'ın ve diğerlerinin başına.

Yaptıklarımın karşılığında, hak ettiğimi hissettiğim karşılığı alamadığım durumlar bugün de olmuyor değil ama yine aynı yazıda belirttiğim üzere hayat bana ihtiyacım olan her şeyi sunuyor ve bunun illaki yaptığım şeyler karşılığında doğrudan gelmesi gerekmiyor. Üstelik -bir ara Begüm'ün söylemesiyle aydığım üzere- bazen paraya az erişme durumu ve fazlasına erişme gerekliliği, armağanları paylaşmayı kolaylaştırabiliyor. Örnek vermek gerekirse, biri mayıs diğeri eylül ayında olmak üzere, içinde çemberin ve oyunların da yer aldığı iki tane yürüyüş etkinliği düzenledim. Bu etkinlikleri de tabii ki gönül bedeli uygulaması ile gerçekleştirdim ve sonuçtan gayet tatmin oldum. Belki de o zamanlar kitap için daha fazla karşılık almış olsaydım bu tip etkinlikler yapmak için daha az istek ve ihtiyaç duyacaktım. Bu arada "piyasa"daki atölye, inziva, work-shopgillerdekiyle karşılaştırıldığında gayet de düşük görünen kişi başına katkılar, benim için ise gayet doyurucu idi. Tabii bunda paraya olan ihtiyacımı epey azaltmış bir hayat seçmiş olmam da önemli rol oynuyor.

Diyeceğim o ki ben bu buluşmaları keyifle ve heyecanla gerçekleştirdim ve yola çıkışımdaki başlıca sebep para değildi, lakin severek ve keyifle gerçekleştirdiğim ve diğerlerine güzel katkılar sunduğum bu süreçlerin sonunda bir miktar paraya erişmek benim için son derece harika bir şey. Ve hatta, bu tip buluşmaları tekrar tekrar yapmak için önemli bir itici güç. İşte bu itici güç, belki de daha fazla buluşma yapmamı sağlıyor/sağlayacak ve dolayısıyla insanları bir araya getirme, onları doğayla buluşturma, onların kendilerini ifade etme ve birbirlerini duymalarına alan tutma gibi armağanlarımı daha fazla sunmam için beni daha fazla yüreklendirebiliyor ve bunda kötü bir şey yok.

***

Zaten aslında parada kötü bir şey yok. Para son derece nötr bir araç. Üç temel işlevi var: Değiş-tokuş aracı, sayma ve karşılaştırma aracı, biriktirme aracı. Sıkıntı bu sonuncu işlevinde zaten. Paranın sürekli olarak daha fazla para doğurması ve yeryüzünde, durdukça bayatlamayan, çürümeyen, eskimeyen; tam tersine artan, doğa yasalarına aykırı tek madde olması. Buna, başka bir yazıda derinlemesine değinmeye çalışabilirim. Ya da çok daha iyisi, Charles Eisenstein'ın Kutsal Ekonomisi'ni okuyun ve buna ve çok daha fazlasına dair ufkunuz genişlesin.

Yukarıda değinmediğim, dokunup geçtiğim konu işin makro boyutu ama mikro boyutu sadece ve sadece bizleri, tek tek her bireyi ilgilendiriyor. Para bana nereden ve ne şekilde geliyor, para benden nereye ve ne şekilde gidiyor? Ben bu boyutları temiz tutarak aslında nötr olan paraya pozitif bir enerji yükleyebilir miyim? Tinsel (spiritüel) enerjilerden bahsetmiyorum, pek bildiğim konular değiller zaten. Gayet somut pratiklerden bahsediyorum. Hatta iyice somutlaştırmak için bu boyutlarla ilgili kendi deneyimlerimi paylaşmak istiyorum, böylece daha anlaşılır olacak. Bu paylaşımlar kaçınılmaz olarak kendimi olumlamama yol açacak, umarım ukalalık olarak görülmez.

- Para bana nereden geliyor: Yukarıda paylaştığım üzere parayı; yaptıklarım, yazdıklarım ve sunduklarım karşılığında bireylerden ediniyorum. Okuduğu bir veya birkaç blog yazısı veya kitap karşılığında, katıldığı bir etkinlik karşılığında, bazen de sadece var olmam ve bu hayatı bu şekilde sürdürmemin ona ümit vermesi karşılığında (ifadeler benim değil), birileri bana para armağan ediyorlar.

- Para bana ne şekilde geliyor: Bana para armağan edenlerin istedikleri kadar, istedikleri zaman; bütçelerine ve iç'lerine göre... Gördüğüm, duyduğum ve hissettiğim kadarıyla gerçek bir şükran duygusuyla ve çoğu zaman, aslında daha fazlasını verme isteğiyle...

Para kötü bir şey mi demiştiniz? İşin diğer boyutuna bakalım şimdi de:

- Para benden nereye gidiyor: Önemli bir kısmı ev kirasına, birazı faturalara, kalan kısmın çoğu gıda alışverişine, -artık seyrekleşmekle ve zaten sıkça otostop kullanıyor olmakla birlikte- bir kısmı da seyahate... Faturalar: su, elektrik, internet ve cep telefonu; Gıda: bakliyat, unlar ve uzaktan gelmesi mümkün olan her şey ekolojik çiftliklerden (piyasadan alabileceğim fiyatların en az iki, bazen üç katına), bunlar dışındaki ürünler pazardan (mümkün mertebe köylü teyzelerden) ve sadece birkaç kalem de marketten. Ha bir de fazla param olduğunda, beslemek istediğim güzelliklere akıtıyorum onu; hayalini gerçekleştirmek isteyen tanıdık/tanımadık dostlara, yanan evlerini yeniden yapmak için kendilerini topluluğun kollarına bırakanlara, Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali gibi çok kıymetli bulduğum kimi çalışmalara vs.

- Para benden ne şekilde gidiyor: Artık neredeyse her zaman kocaman bir şükran duygusuyla veriyorum. Yakın zamana kadar büyükçe bir kalem olan kira gözüme batıyordu ama artık bu da değişti. Hayallerime doğru yol alırken bana korunaklı, sıcak, hiç dert çıkarmayan bir ortam; aydınlık, ferah, ormanın içinde bir ev için ödeme yapmak niye batsın ki... (Hatta önümüzdeki ay parayı koyduğum zarfa bu şükranı aktaran bir not iliştirmeyi düşünüyorum.) Özlediğim dünyada ne mülkiyet var ne ev kirası ama bugünün dünyasında bana bu koşulları sağlayan bu kadar güzel bir evin kullanımımda olması büyük talih. Su, elektrik gibi kalemlere verdiğimi ve bunlardan aldığım faydayı kıyasladığımda yine şükrediyorum. İnternet bir miktar pahalı geliyor ama çok rahatsız etmiyor, telefon faturam ise bildiğim en ucuz tarife ve ihtiyacım olandan çok daha fazla konuşma dakikası, sms ve internet verisini kapsıyor.

Gıdaya gelince, iyice ferah ferah veriyorum, özellikle de ekolojik üretici dostlara. Söyleyenini hatırlayamadığım "'Organik ürünler neden pahalı' yerine 'konvansiyonel ürünler neden bu kadar ucuz' demenin zamanı geldi." minvalindeki cümleyi son derece gerçekçi ve doğru buluyorum. Diğer kalemlerle karşılaştırınca, gıda fiyatlarının ucuz, hem de çok ucuz kaldığını düşünüyorum. Kaldı ki onlarsız yaşamamız mümkün değilken ve bedenimizin ana yakıtı iken bu ucuzluğa hiç akıl erdiremiyorum. Bunun nedenlerini, basit bir internet aramasıyla, benden çok daha iyi anlatan yazılara ulaşabilirsiniz. Ben, özellikle de az-biraz toprakla ilgili işlerin ucundan tuttukça, ürün yetiştirmenin zorluğunu anladım. Üstelik kimyasal ilaçlar, gübreler kullanmayınca ne kadar az ürün alındığını ve bu durumda herhangi bir sebzenin, meyvenin kilosunun -mesela- 1-2 TL'den satılmasının aslında ne kadar olanaksız ve haksız olduğunu da... Diğer taraf canla başla çalışır, tertemiz, besleyici ve sağlıklı ürünleri, büyük emeklerle yetiştirmeye çabalarken ve binbir güçlükle boğuşurken ben nasıl pahalı bulurum koydukları fiyatları? Sonuna kadar helâl ederek veriyorum, gönderiyorum.

Pazardan alışveriş yaparken ise eski gönül rahatlığını hissetmiyorum. Köylü teyzelerden aldığımı söyledim ama onlar da pek masum sayılmazlar; hemen hepsi ilacı, gübreyi basıyor. Dolayısıyla, onlardan alışveriş yaparken biraz zorlanıyorum ama gıda yetiştirmeye daha fazla alan açana kadar yapacak bir şey yok. Verdiğim para miktarından değil zorlanmam, temiz üretim yapsalar da onlara da daha fazla ödesem keşke.

Bir de marketlerden aldığım birkaç kalem üründe çok rahat değilim. Büyük fabrikasyon üretime para kazandırdığım ve devlete dolaylı vergi vermek durumunda kaldığım için. Hele ki çok çok nadiren aldığım alkollü içkileri gönül rahatlığıyla içemiyorum artık. Biliyorsunuz ki bunlara verdiğimiz paranın çok büyük kısmı (%70?) vergi olarak devlete gidiyor ve bu paralar bize yol, baraj, HES, biber gazı ve cop olarak geri dönüyor. Yani kirlilikle ve şiddetle...

Özet olarak, istisnalar haricinde, parayı, her geçen gün daha da memnuniyetle ve seve seve veriyorum. Eksildim duygusuna girmeden, eyvah bitecek telaşına girmeden.

***

Şimdi tüm bunları düşününce ben nasıl paranın bütün kötülüklerin anası olduğunu düşünürüm? Onla böyle bir ilişkiyi kurabiliyorken, ona güzel ve temiz bir şekilde erişip onu -büyük oranda- güzel ve temiz yerlere akıttıktan ve akıtırken şükran hissettikten sonra para nasıl kötü bir şey olabilir? Ben üzerime düşeni yapıyor ve onu temiz tutuyorum. Birilerinin para uğruna savaşlar çıkarması, insanlara zulüm etmesi, onları kötü koşullarda çalıştırması vs. paranın değil, bu "birileri"nin paraya yaklaşımının sonucu. Altını çizmek istiyorum, para nötr bir araç. Bugün gördüğümüz, yaşadığımız tüm o çirkinliklerin arkasında bir şekilde yer almakla birlikte çok büyük güzellikleri yaratma potansiyeli ve bunun bir sürü örneği de mevcut. Karar ve uygulama yine benim, senin, hepimizin elinde.

Ayrıca parayı böyle temiz -ve bana göre- güzel kullandıkça almak daha da kolaylaşıyor benim için. Her geçen gün daha da aktif bir bekleme durumuna geçtim, geçiyorum. Artık blogda yazdıklarım için, kitap için, etkinlikler için çok daha rahat ve çok daha coşkuyla para istiyorum. Ve daha çok istiyorum. Gelen para ekolojik üreticilere, bütüne hizmet eden girişimlere, belki bir kısmı beni besleyen seyahatlere veya katılacağım çalışmaları düzenleyen kişilere gidecekken; eğer artarsa bunun da güzel şeylere akmak üzere bekleyeceğini bilirken (ki bekletmiyorum da, eskaza elimde bir şekilde para biriktiği an, hiçbir şey yapamasam, darda olduğunu bildiğim arkadaşlarımdan birine borç veriyorum) nasıl olur da hâlâ çekingen kalırım bu konuda! Gelsin, daha çok kişiden, daha çok gelsin.

***

Daha yazacaklarım var ama yazının okunurluğunu önemsediğim için burada kesiyorum ve muhtemelen yarın-öbür gün devam ediyorum.


(Ki hemen ertesi öğlen ikinci yazıyı paylaştım: para - 2 )

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Hiçbir hakkı saklı değildir. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?

emreertegun@gmail.com

26 Aralık 2016 Pazartesi

Var mısın?

"(...)
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize
Geride bekleyenin varmış, aldırma
Görmüyor musun, her yanda hürriyet
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol
Git gidebildiğin yere" - 
Orhan Veli Kanık - Hürriyete Doğru'dan
***

Her şeyi arkanda bırakmaya var mısın?

Hadi o zaman!

Toplumun sana yüklediği tüm o değerleri kompost yapıp kendine -sadece sana ait ve her an değişmeye, yenilenmeye açık- bir değer sistemi oluşturmaya var mısın?

Ezberlerini geride bırakmaya, -ama sonrasında kendine yeni ezberler yaratmayıp- her an açık zihinle var olmaya var mısın?

Doğa anayı ve içlerimizi kirleten tüm o günlük masum (!) eylemlerinden vazgeçmeye ve yerlerine daha temiz, daha coşkulu ve gerçekten masum olan eylemleri koymaya niyet etmeye var mısın?

Şimdi değilse ne zaman?

Üzerine yüklenmiş her türlü sorumluluğu terk etmeye, yalnızca sevgiyle bağlandığın (ama gerçekten sevgiyle) sorumluluklara daha da sıkı sarılmaya ve yenilerini keşfetmeye var mısın?

Sana ve Gaia'ya hizmet etmeyen alışkanlıklarından sıyrılmaya var mısın?

fotoğraf: ben; mevki: bizim balkon


Güneşle, yıldızlarla, ay'la, bulutlarla; apartmanların ve sokak lambalarının izin ver(me)diği ölçüde değil de ağaçların, göllerin ve dağların eşliğinde buluşmaya var mısın?

Beğenmediğin, eski inanç sistemlerine yüz vermezken yeni moda tinsel bir takım inançlara körü körüne bağlanmamaya; bunları da seçerek, hissederek, dikkatle hayatına almaya var mısın?

Sana ve dünyaya hizmet etmeyen ilişkilerini gözden geçirmeye, gerçek anlamda beslenebileceğin ilişkilere daha fazla emek vermeye var mısın?

Zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyin olmadığını -gerçekten, korkmadan- fark etmeye var mısın?

Hizmet etmeye var mısın? Kendine, diğerlerine, tüm canlılara hizmet etmeye... Armağanlarını bulup onları bütünün hayrına sevk etmeye var mısın?

Esir olduğun zihnini yavaşça bir kenara bırakarak (ama çok uzağa değil, o da lâzım) kalbine daha fazla alan açmaya var mısın?

Bu arada bedenini de unutmamaya, sana hizmet eden bu güzel varlığı güzel besinlerle, hareketle, eylemle beslemeye var mısın?

İçinde seni güzele, doğruya, gerçeğe çağıran sesleri bastırmaktan vazgeçmeye var mısın? Kendi güzeline, kendi doğruna, kendi gerçeğine çağıran sesleri...

En başta sen, her kişinin önemli olduğunu; en başta seninkiler, her adımın, her tercihin yaşamsal olduğunu fark etmeye ve artık -lütfen- bu farkındalığı eylemlerine yansıtmaya var mısın?

Sen değilsen kim?

Yavaşlamaya, sakinlemeye, bu hız'ın bizi mahvettiğini fark etmeye var mısın? Hızlı yaşamlar, hızlı yemekler, hızlı ilişkiler; tüket, tüket, tüket...

Seni çağıran her ne ise hemen bugün (yarın değil), hemen şimdi (akşam değil) bu doğrultuda küçük ya da büyük bir adım atmaya var mısın?

Artık sızlanmaktan, şikayet etmekten vazgeçip harekete geçmeye var mısın?

Hadi!!!

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Hiçbir hakkı saklı değildir. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

24 Aralık 2016 Cumartesi

"Yeni"ye Doğru'da neler oldu

Dağıtımına bu yılın mart ayında başladığımız "Yeni"ye Doğru'nun süreciyle ilgili biraz güncelleme yapma isteği var bir süredir içimde; e hadi o zaman!

Ne olduğunu bilmeyenler için tek cümlelik özet: "Yeni"ye Doğru aslında -benim yazdığım- sıradan bir kitap ama bildiğin kitaplardan değil. Herhangi bir yayınevinden değil, yüz'ün üzerinde insanın maddi-manevi desteği ile kolektif bir şekilde çıktı; kitabevlerinde değil, dağıtımına destek olan kimi ev ve iş yerlerinden -ve gerekirse emreertegun@gmail.com'a yazarak- edinebilirsiniz; satılmaz, isteyen herkese armağandır -ve fakat kitabı edinenlerin, içlerinden gelen armağanı benle paylaşmaları makbule geçer.


Öncelikle, şunu belirtmek isterim ki kitabı yazma ve bastırma sürecinden sonra dağıtımda da çok fazla destek aldım. İstanbul, İzmir, Ankara, Eskişehir, Bursa, Antalya, Çanakkale ve Muğla'da onlarca kişinin emeği geçti bu süreçte. Kimisi kitaplara ev/dükkân sahipliği yaptı; kimisi kitapları bu evlere, dükkânlara ulaştırdı (bu süreçte kimi zaman hiç tanımadığım insanları başka tanımadığım insanlarla buluşturdum, bağladım vs. ve ilginç deneyimler yaşadım); kimisi bunları isteyenlere kargolamama destek oldu; kimisi de okuduğu kitabı başkalarının da okumasını istediği için dolaşıma çıkardı. Tek tek isim yaz(a)mayacağım ama herkese sonsuz şükran! Dağıtım şirketlerine ve diğer aracılara gerek duymadan, 1.021 tane basılan kitap neredeyse tükendi (Aşağı yukarı 150 civarında kaldı galiba). Herhangi bir şeyin, fikrin ve daha da önemlisi bir heyecanın, umudun etrafında kenetlendiğimizde neler yapabildiğimizin harika bir örneği oldu aslında. ((:


ilk imzasız-imzalı kitap sahiplerinden birkaçı ve ben
"Yeni"ye Doğru çok acayip bir zamanda dolaşıma çıktı. Elime geçtiği gün pazartesi idi ve bir gün önce, pazar günü Ankara'da bomba patlamıştı, aynı haftanın cumartesisinde ise İstanbul patladı zaten. Hatta kutlama heyecanım da içimde patlayacaktı az kalsın ancak "kötü" olduğunu düşündüğümüz olaylara karşı "güzel" olanları saklarsak, nasıl çıkacak karanlıklar aydınlıklara diye düşünerek güzel bir doğaçlama son dakika kutlamasıyla ilk imzalı kitaplar* sahiplerini buldu o gece. Ama sonraki zamanlarda da ülke gündemindeki sıkıntılar, sağ olsunlar (!) hiç yalnız bırakmadılar bizleri. Patlamalar ve ölümler, diktatörleşen yönetim, darbe girişimi, karşı darbe uygulamaları, OHAL'ler, sıkışan ve sıkıştırılan hayatlar ve daha neler neler. Bütün bunlar yaşanırken, benim naif kitabım, bana öyle geliyor ki, normal şartlarda ulaşabileceğinden daha az bir kitleye ulaştı. Uzun zamandır içimde bu hissiyat var. Bunu, ne kadar muhteşem yazdığımı düşündüğümden değil, gelen tepkilerden yola çıkarak söylüyorum. Zaten ben kitabı yazan ve defalarca üstünden geçmiş kişi olarak, yazdıklarıma yabancılaşmış hissediyorum genelde; ayrıca okuyunca çok da güzel gelmiyor, hep kusurlar buluyorum. Ancak geri bildirimlere, e-postalara, facebook mesajlarına vs. baktığımda (coşkulananlar, kitaphiçbitmesinistedimciler, hayatını değiştirmek için ciddi cesaret alanlar, çevrelerindeki bir sürü kişiye önerenler, bana uzun uzun yazanlar...), şimdiye kadar üç kere daha biner adet basılmış olması lazımmış gibi geliyor ama öyle olmadı, ilk bin ancak bitme yolunda işte.

İmzalı diyorum ama ilk birkaç günün kişilerine kitapları imzalamayı unutarak imzaladım. Küçük bir not yazdım, adımı yazdım ama gerçek anlamda "imzalamayı" unuttum hem. Eh, alışmadık popoda don durmayabiliyor.

Gelen yorumları, mektupları okudukça çok daha fazla kişiye dokunmasını isterdim ve istiyorum "Yeni"ye Doğru'nun. Bence hepimizin iyi ve olumlu örneklere, keyifli bir hayat yaşama ihtimalinin gerçekliğine inanmaya ihtiyacı var; üstelik ben ve ben gibilerin yaşamları, bunun hiç de uzak bir ihtimal olmadığını gösteriyor ve umut veriyor. Gerçekçi bir umuttan bahsediyorum, hayalperestlikten değil. Sonuç olarak, evet, şimdilik bu kadar kişiye dokundu ve şu son bir aydır sanki yeniden bir kıpırdandı "işler"; ne zamandır aldığımdan daha fazla dönüş, yorum, mektup, armağan alıyorum şu günlerde. Nasıl devam edecek, bilmiyorum tabii.

***

Armağan demişken... Bu yazıyı okuyanların çoğunun bildiği üzere, gerek bastırmış olduğum kitabım ve diğer yazdıklarım için gerekse zaman zaman düzenlediğim etkinlikler ve diğer her türlü üretimim için belirli bir fiyat koymamayı seçiyor, gönül bedeli diyebileceğimiz uygulamayı tercih ediyorum. Hizmeti ya da ürünü üret ve dolaşıma çıkar, karşılık olarak ne vermek isteyeceklerini bundan faydalananlar takdir etsinler. Kadim armağan ekonomisi prensiplerinin parayla birlikte yürüyen hâli diyebiliriz. Böylece yaptığım, sunduğum her ne ise, isteyen herkes "bunu ödeyebilir miyim" endişesi olmaksızın bundan faydalanabiliyor ve en sonunda da hissettiği şükran duygusu ve bütçeleri doğrultusunda parasal veya başkabirşeysel karşılıklar veriyorlar.

(Neredeyse dört yıldır, paraya erişimim tamamen bu şekilde oldu. İlk başlarda bu uygulamadan dolayı sıkça hayâl kırıklığı yaşıyorduysam da ne mutlu ve çok şükür ki pes etmedim, geri adım atmadım; zaman geçtikçe, ben bu felsefeyi içselleştirdikçe ve kendimi daha iyi ifade edebildikçe, yaptıklarım karşılığında beni daha fazla tatmin eden karşılıklar almaya başladım. Ve her geçen gün, yazarak, düşünerek, hayâl ederek ve yılda birkaç da etkinlik düzenleyerek, geçimimi sağlayabilmeye başladım. Bu gerçekten mutluluk verici. Ben insanlara inandıkça ve güvendikçe, insanlar da elimden daha sıkı tutmaya başladılar.)

Bu uygulamada, son zamanlarda iki yerde dengesizlik hissettim. Biri, ironik bir şekilde, kasım ayında gerçekleştirmiş olduğum "para" etkinliği; bir diğeri ise "Yeni"ye Doğru için almış olduğum geri dönüşlerde oldu. Şu anda bine yakın, belki de -elden ele de dolaştığı için- daha çok kişinin elinden geçmiş bulunan kitaba karşılık vermek isteyen ve veren kişilerin sayısı, takip etmedim ama sanırım 100'ün epey altında kaldı. (Tabii 5 ile 500 TL arasındaki parasal destekleriyle kitabın basılmasını sağlayan bir 54 kişi daha olduğunu unutmadan...) İlk birkaç ayda bu gidişata takılmıştım hatta ve kitabın facebook sayfasında buna dair hislerimi paylaşmıştım:
YazaNdan okuyanlara küçük bir hatırlatma, -ve aslında- ihtiyaç paylaşımı: 
"Yeni"ye Doğru, topluluk desteğiyle hayata geçmiş; önceden belirlenmiş bir karşılığa, bir fiyata dayanmadan, dileyen herkesin alıvereceği, yazaNının herkese hediye ettiği bir kitap. 
Bunla birlikte, bu kitabı yazan kişi; okuyanların, okuduktan sonraki hissiyatlarına ve bütçelerine göre, içlerinden gelen karşılık armağanlarını (para veya başka bir şey olabilir) aktarmaları için alan açıyor; kitabın hem başında hem de sonunda, bu durumu okuyucularla paylaşıyor. 
"Yeni"ye Doğru'nun yazaNı, an itibariyle, kitabı edinen ve okuyan sayısından çok daha az kişiden karşılık armağanı alabildiği için bir miktar huzursuz hissediyor ve bu durumu da şeffafça paylaşmak istiyor. 
İşbu satırlar bunun için yazılıyor. Küçük bir hatırlatma için... Akmak isteyen armağanların akışını kolaylaştırmak için... - 5 Mayıs 2016

Bu satırları yazdığım günler itibariyle ise, durum fazla değişmemiş olsa bile bu konuya çok takılı hissetmiyorum kendimi. Hayat gerçekten de bana ihtiyacım olan her şeyi sunuyor çünkü ve bunun illaki yaptığım şeyler karşılığında doğrudan gelmesi gerekmiyor. Evrenin işleyişi gerçekten de çok acayip. Oradan olmasa buradan, buradan olmasa şuradan geliyor gelmesi gereken. Dolayısıyla yukarıda yazdığım hislere sarılıp kalmadım. Ama yine de itiraf etmem gerekir ki kitap özelindeki alma-verme dengesi konusunda birazcık huzursuz hissediyorum hâlâ. Bir de şu geçiyor içimden: Eğer bu kitaba biraz daha fazla bolluk aksaydı -ve tabii talep de varsa hâlâ- kolayca bir bin taneyi daha cebimden karşılayarak bastırabilirdim mesela. Şu anda bu mümkün olmayacak gibi görünüyor ama bakalım...

***

Bu süreçte başka neler oldu...

- Sevgili Anday Ataman, Açık Radyo'daki programının birini tamamen "Yeni"ye Doğru'ya ayırdı ve kitaptan seçtiği bölümleri okudu.

- Geçtiğimiz ay İzmir'de, Originn'de kitap sürecini ve daha birçok şeyi konuştuğumuz bir söyleşi gerçekleştirdik. Çok keyifli, bol gülmeli ve kitap dağıtmalı (hem de gerçekten imzalayarak) geçen güzel bir gün...




- Onlarca kişiden kitaba dair harika geri dönüşler aldım. Hepsindeki coşku, heyecan ve şükran ifadeleri kendimi dünyanın en şanslı insanı hissettirdi.

- Muhtelif yerlerde (basılı yayın, internet yayınları, kişisel bloglar) kitaba dair yazılar çıktı. Bunların çoğunu beni tanıyan, bilen arkadaşlarım yazarken birkaçı ise tanımadıklarımın elinden çıktı. Her birini büyük bir keyifle okudum. Sağ olsunlar... Aşağıda, bildiğim yazıların bağlantılarını paylaşıyorum, ilgilenenlerin dikkatine...

***

Ohh, ne zamandır böyle bir özet geçmek ve olan-biteni paylaşmak istiyordum; bugüne kısmetmiş. Gerek kitabın daha fazla kişiye ulaşması gerekse diğer her türlü konuyla ilgili bilgi, fikir ve eleştirilerinize sonuna kadar açık olduğumu tekrar tekrar hatırlatmış olayım. emreertegun@gmail.com

***

EK: "Yeni"ye Doğru'ya dair yazılar:

Ceylan Yurdakuler - Yeşil Gazete - Emre Ertegün'den ederi yok, hediyesi çok bir kitap: Yeni'ye Doğru

Bora Eke - Kişisel blog - Yeni'ye Doğru

Tuğçe Isıyel - Bianet - Hiçbir hakkı saklı olmayan kitap: "Yeni"ye Doğru

Ayşe Dirikman Kalıpçı - HT Hayat - Birlikte Yeni'ye doğru...

Mustafa Dermanlı - Birgün - Yeniye doğru bir yaşam deneyi

Nurdan Kan - Kişisel blog - Yeni'ye Doğru

Merve Altundal Öncü - Kişisel blog - Emre Abi'ye Mektup

20 Aralık 2016 Salı

diğer yarılarıma mektup

Nasıl böyle olduk? Nasıl bu hâle geldik? Bildiğimiz anlamdaki savaşlar ve kötülükler bir yana (bu yazıyı yazma sürecinde bile -sırf benim duyduğum- üç tane büyük olay oldu, dünyada ve Türkiye'de; her an olan ve kanıksadıklarımız hariç), günümüzün her dakikasını -kendimizle, diğerleriyle ve doğayla- savaşla dolduran yaşamları nasıl yarattık? Nasıl oluyor da bu kadar çok aptalca şeyi kendimize rağmen, istemediğimiz, beğenmediğimiz hâlde yapabiliyoruz? Nasıl oluyor da hiç ama hiç inanmadığımız hayatları "mış gibi" yaşayabiliyoruz? Nasıl oluyor da bize hiç uymayan deli gömleklerini giyebiliyoruz (dışarıdan cuk oturmuş gibi görünüyor ama cesaretiniz varsa bir de içeriye sorun)? Nasıl bu kadar sıkıcılaştık ve bunu sürdürebiliyoruz?

Benim olayım belli ki bu; hep çağıracağım yüreğinizin çağırdığı yere, hep hatırlatacağım, hep dürtüklemeye devam edeceğim. Bunu yapmamayı düşünemiyorum bile artık ve bir süre önce bunun iki ana nedeni olduğuna kanaat getirdim.

Birincisi ve sanırım esas neden, bazen kulağıma klişe gelse de galiba doğruyu yansıtan hepimizin bir olduğu gerçeği. Bence inancını yaymak isteyen de, hayat tarzını ve/veya düşüncelerini diğerlerine benimsetmek isteyen de, özünde hepimizin bir olduğu gerçeğini hissediyor ve istiyor ki kendince ulaşmış olduğu "doğruyu", "gerçeği" herkes görsün, herkes kabul etsin. Tabii sorun, yaymaya çalışmada, tanıtmada değil; zorla kabul ettirmeye kalktığında, dayattığında ortaya çıkıyor; güç kullanımı, şiddet uygulamaları ve benzerleri vuku buluyor, kan gövdeyi götürüyor...

Güç kullanımları, dayatmalar benim işim değil ama bence ben de hepimiz birizden çıkan güdüyle ısrarla çağırıyorum insanları kendimce doğru bildiğim yola. Gidişin tepetaklak olduğunu göstermeye, görenleri cüret edip adım atmaya davet ediyorum.

Cüret dediğim yerde bi' durmam lazım, günlerdir içimden ve dışımdan bunun geyiğini yapıyorum çünkü. Geçtiğimiz hafta sonu köyü ve beni ziyarete gelen arkadaşım Dane'yle yapmak istediklerimiz ama cesaret edemeyişlerimiz vs.ye dair konuşuyorduk ve kim bilir kaçıncı kez cesur olduğumu duydum ondan. Buna dair 2,5 yıl önce bir yazı yazmıştım ve esas cesaretin şehirde, hiç sevmediği hayatları, sahte bir güvenlik duygusu içinde yaşayanlarda olduğunu anlatmaya, kendi o anki hâlimle yine kendi eski hâlimi kıyaslayarak anlatmaya çalışmıştım.

Dane'yle konuştuğumuzdan beri gülüp duruyorum ne kadar cesurum diye. Sabah istediğim zaman kalkıp upuzun kahvaltılar yaptığım için mi cesurum acaba, yoksa istediğim kadar okuyup yazabildiğim için mi? Ormanın içinde yaşamak ve bünyeye sürekli tertemiz hava çekebilmekte mi cesaretim, yoksa hiçbir şey yapmak zorunda olmadan yaşamayı seçmekte mi? Akşamları sobada kestane yapmak mı daha büyük cüret istiyor, istediğimde Scrabble vs oynamak mı, çok düşük miktarda para ile harika bir şekilde yaşamak mı, yoksa istediğin zaman (-varsa- bahçe ve hayvan bakımı hariç) ve kimseden izin almadan istediğin süre için istediğin yere gidebilmek mi? Bilemiyorum, lütfen siz yardım edin.

İşte tam da durum buyken ve tam da "hepimiz bir"ken ben nasıl edeyim de bunları kendime saklayayım? Ben nasıl edeyim de bas bas bağırmayayım tanıdığım ve tanımadığım insanlara "hadi gelin artık!" diye. Kendime mi saklayayım bu güzellikleri? Nasıl ederim...

İkinci neden ise, alternatif yaşamlar ve hareketler yaygınlaşmadığı takdirde yaşanacak bir dünya kalmayacağı ve her nerede yaşıyor olursam olayım, sistemin ve kurumların yayılmaya ve doğayı, insanları talan etmeye devam edecek olması ve daha doğrudan etkilenmeye başlama ihtimalim.

Israrla çağırmamdaki ana faktör, açık ara birinci neden olabilir ama ikinci neden de yabana atılır gibi değil. Sizler gelmediğiniz, sizler maddi-manevi kaynaklarınızı, zamanınızı, enerjinizi kendi "yeni"nizi kurmak üzere kullanmadığınız ve "eski"yi beslediğiniz sürece eski iyice gürbüzleşecek ve çok uzak olmayan bir gün hepimizi (yani beni de) ham yapacak. Bunu istemiyorum, bundan korkuyorum; anlıyor musunuz? Gerçek gıdaya ulaşamamaktan, susuz kalmaktan (iki yıldır kış ayları yağışsız geçiyor, bahar ayları neredeyse kayboldu - doğa büyük bir hızla yok oluşa gidiyor; iklim, yılbeyıl fark edilecek kadar hızlı bir değişime girdi) korkuyorum; küresel bir gıda krizinden, su savaşlarından korkuyorum. Bütün bunlardan doğrudan etkilenmek kadar bunlara şahit olmaktan korkuyorum (şu anda şahit olduklarımdan korktuğum gibi).

Çünkü hepimiz biriz, çünkü kendimin ve herkesin iyi olmasını istiyorum, çünkü herkes en azından temel ihtiyaçlarını kolayca karşılasın istiyorum. Dünyadaki mevcut zenginlik ve kaynaklarla bunu kolayca yapabilecekken bunu yapmamamızı sıkıntıyla izliyorum. Dünyada cenneti kurabileceğimizi biliyorken bunu yapmamamıza akıl erdiremiyorum. Armağanlarımıza doğru değil, -kuklaymışızcasına- bizi oynatanların iplerimizi çektiği doğrultuya gittiğimize şahit oldukça öfkeleniyorum.

Ve evet, değiştirmek için değişmemiz gerekiyor ve bunu şimdi yapmamız gerekiyor.
"Yolculuk uzun görünüyor olabilir ama ilk adımlar çoktan atıldı. Şimdi adımları ve safları sıklaştırmanın, topluluklar oluşturmanın, 'çok çok' olmanın zamanı. Hem kendimiz hem de bütün için. Bu sadece ideal ve zorunlu olduğu için değil, aynı zamanda keyifli, şenlikli ve 'gerçek' olduğu için." - Bir önceki yazımdan
***

Bir sürü kişi bu ve benzeri yazıları, videoları, şunları-bunları beğeniyor, kafasını sallıyor, "evet yaa," diyor "adam/kadın haklı!"; sosyal medyada paylaşıyor, "en güzeli" falan diyor ve sonra "ama"lar geliyor. "Ama nasıl", "ama borçlar", "ama çocuklar", "ama şu, ama bu" ve kaldığı yerden devam ediyor her şey; yani, çoğunluk için en azından.

Bir şeyleri değiştirmek isteyenlerin (?) çoğu yine hazır reçete bekliyor çünkü. Gerçi o reçeteye yakın bir şey yazdığımda yine kesmiyor. En az dört-beş paraya erişme yolundan bahsetmişim, "başka nasıl para kazanabilirim sence?" diye soruyor; yola çıkıp hayalindeki yeri bulabileceğinden bahsetmişim, "hangi köye yerleşilir?" diyor. Armut hep ağza düşmüyor, azıcık olsun emek harcamak, belki azıcık olsun risk almak, azıcık olsun kervan yolda düzülürcü yaklaşmak gerekiyor. Her şeyi garantiye alıp yola çıkmak ne mümkün ne de keyifli. Bi' düşsen yola, ne güzellikler çıkacak karşına, inanamayacaksın. Hep öyle oluyor, hepimize öyle oldu, oluyor.

Bütün bunlar okuyanlara ne ifade ediyor bilmiyorum. Benzer şeyleri okumaktan, izlemekten sıkılanlar olabilir fakat ben de kardeşlerimin, öteki yarılarımın mutsuz yaşamlarını sürdürmelerinden ve mutsuzluğu beslemelerinden sıkıldım, naapayım?! Bu cümleler, içimde patlayacağına çığrınmaya devam. ((:

Öperim...

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

2 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın? 

3 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Hiçbir hakkı saklı değildir. Kaynak gösterirsen memnun olurum.

16 Aralık 2016 Cuma

önce tek tek, sonra çok çok

"O kadar fazla akut durumla, sorunla yüz yüzeyiz ki hayâl kurmaya, ütopya düşünmeye, etik duruş oluşturmaya enerjisi, vakti -ve hatta, bir şekilde bunu yapabilenlere tahammülü- yok birçoklarının. Ve bunu anlayabiliyorum." - Birkaç gün önce defterime aldığım bir not
Çok değil birkaç gün önce keyfim, ırmak olmuş coşkuyla akıyordu. Nihayet köyde biraz yalnız günler; en çok yaz-çiz-oku-izle, arada ormanda yürüyüş, akşamları sobada kestane vs. En güzel direnişin, kalbi temiz tutarak ve görmek istenen değişimi yaşamaya çalışarak gerçekleştirildiğine yürekten inandığım için içim de rahattı. Dünya ve yaşadığım ülke, hiç de daha iyiye gidiyor gibi görünmese de, hatta zihinsel analizlerle bakınca gelecekteki durum pek ümit vaat etmese de ben yapabildiğimi yapıyordum nihayetinde.

Önceki gün müydü, ondan önceki mi (daha doğrusu, galiba iki güne yayılan bir süreç içinde), birden her şey değişti. İstanbul sarı dolmuş patlaması, Halep'te yaşananlar, ülkedeki diktatörvarî yönetim ve diğer tüm sorunları sırtlanıverdim birden. Dünya bir anda başıma çöktü sanki, ne keyif kaldı ne coşku; yazmalar bir anda anlamını yitirdi, kendi kendime yazdıklarımın bile enerjisi düştü. Başka bir dünya hayalleriymiş, ütopik düşüncelermiş, -daha da basitinden- gündelik hayattaki küçük güzelliklermiş; hepsi puf oldu, uçtu gitti. Halbuki yalnızlığa, sosyal medyaya ve diğer küçük, basit ama önemli şeylere dair fikirler geliştiriyor ve yazmak üzere bunları demlendiriyordum içimde ve kendi kendime heyecanlanıyordum. Gün içinde bir sürü bardak su içmeme, düzenli bir şekilde bakliyat filizlendirmeme, yaptığım ekmeklere heyecanlandığım gibi... Ama hepsinin anlamı yitiverdi!

Epeydir, istisnalar hariç, ülke gündemi sorunlarına enerjimi vermemeyi seçiyorum. Seçmek diyorum ama içimden öyle geliyor daha doğrusu. Akut sorunlarla boğuşmak ve onları tamir etmeye çalışmak, bazen gerçekten de günü kurtarmaya yarıyor ama -yarın aynı sorunların daha da büyüyerek karşıma çıkacağını bildiğim için- beni kesmiyor. Bir zamanlar hem gönüllü hem profesyonel olarak parçası olduğum sivil toplum kuruluşlarının çoğunlukla yaptığı gibi yaraya pansuman yapmak istemiyorum mesela; dileğim ve niyetim yaraların yok olması. Yerini bulur-bulmaz, onu bilemem ama çabam galiba hep buna yönelik olacak. Daha azı heyecanlandırmıyor, harekete geçirmiyor beni. (Bu, benim yönelimim ve benim bu yolu seçmiş olmam onu diğer yollardan daha kıymetli yapmıyor. Tam da bu çok önemli konuda, jam kolaylaştırıcı el kitabında 4R* diye bir uygulama var<dı>. Uygulamanın ilgili kısmını çeviriyor ve yazının en altına EKliyorum. Kitabın web'deki son sürümünde bu bölümü göremediğim için kaynak veremedim.)

* Canım Aysu'cum bir buçuk yıl kadar önce, bu 4R'ye dair çok güzel bir yazı yazmıştı. Kesinlikle okunası!

***

Ben gibilerin yaşam tarzı ve önerileri, bazılarına, kolektif çözümler içermiyormuş ve sadece kendimizi kurtarmakmış gibi görünüyor. Yaptıklarım(ız)ın ve söylediklerim(iz)in illaki bütünsel çözümler içermesi gerekmiyor ve-lakin bence bizimkiler içeriyor: Doğaya dönüş yoluna girmek, -ama kırda ama şehirde- yavaş fakat kararlı adımlarla kendi ihtiyaçlarını üretmeyi "hatırlamak", tabii ki tüketimi azaltmak, topluluk hissine (sadece bir arada yaşamaktan değil, her türlü dayanışma ağından bahsediyorum) yeniden sahip çıkmak... Bütün bunlar önce -ve işin güzeli çok hızlı bir şekilde- bunu yapanlara hizmet ediyor; sonra ise, zamanla, yeterince kişi bunları yapıyor olduğu takdirde sistemsel ve bütünsel bir dönüşüme, yani hepimize hizmet etme potansiyeli taşıyor. "Ya hep beraber ya hiçbirimiz" sloganı var ya hani, onu şu şekilde değiştirebilir miyiz (slogan gibi okuyunuz): "Önce teeeek tek, sonra çoooook çok, en sonuuuundaaaa da hep beraaaaaber" ("kurtuluş yok tek başına" kısmı aynı kalabilir.)

Sanıyorum ki şu sıralar "tek tek"le "çok çok" arasında bir yerlerdeyiz. Yukarıda kısaca yazdığım adımları atanların sayısı "çok" diyecek kadar artmadı ama bi' beş yıl önceki kadar da nadir bir durum değil gibi görüyorum. Öyle ya da böyle, hayatını değiştirmek isteyenler de, değiştirmeye başlamış olanlar da, değiştirenler de çok daha fazla. ("Yeni"ye yelken açanlar, eski paradigmada kalanlar ve bunlar arasındaki bağları kurup geçişi kolaylaştıranlara dair çok güzel bir yazı okumuştum aylar önce, sanırım bugünlerde çevirisini yapacağım. Orijinali (İngilizce) için buraya buyrun.)

Diyeceğim -ve umduğum- o ki, kartopu etkisiyle hızla büyüyebilir ve yuvarlanarak, önce "çok çok"a, sonra da "hep beraber"e doğru ulaşabiliriz. Ve evet, ulaşamayabiliriz de. Tek bildiğim şu ki sonucu bizler belirleyeceğiz. Atacağımız ve atmayacağımız adımlarla, tükettiklerimiz ve tüketmediklerimizle, ürettiklerimiz ve üretmediklerimizle, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla biz belirleyeceğiz. Hem tek tek hem de bunun sonucu olarak hep beraber, kolektif olarak...

Ve evet, "çok çok"a ve oradan da "hep beraber"e geçene kadar, bu adımlar naif görünmeye devam edecek. Sadece başkaları tarafından yargılansa iyi, adım atanların kendisi de kendini yargılayabiliyor, sorular ve suçluluk duyguları içe düşebiliyor "ne yapıyorum", "neye yarıyor" gibi. Bunu zaman zaman kendimde de görüyorum, başkalarında da. Ama şu an itibariyle, yaptıklarımı yapmaktan, söylediklerimi söylemekten daha iyi yollar göremiyorum. Değiştirmek için değişmem gerekiyor ve bu kendimle başladığı için minicik, ufacık, naifcecik görünebilir ve sahiden öyle de olabilir. Ama işte bir gün "çok çok"a ve oradan da "hep beraber"e geçtiğimiz takdirde, bu naif adımlar dünyadaki koca bir devrimin, dönüşümün başlangıç adımları olacak.

"En uzun yolculuklar bile tek bir adımla başlar." - Lao Tzu

Yolculuk uzun görünüyor olabilir ama ilk adımlar çoktan atıldı. Şimdi adımları ve safları sıklaştırmanın, topluluklar oluşturmanın, "çok çok" olmanın zamanı. Hem kendimiz hem de bütün için. Bu sadece ideal ve zorunlu olduğu için değil, aynı zamanda keyifli, şenlikli ve "gerçek" olduğu için.

***

Kendimle başlamıştım, öyle son vereyim. Puf olan, uçup giden hayaller, ütopik özlemler tamamen yok olmadı elbette, sadece geçici olarak servis dışı kaldı; hatta şu yazıyı yazma sürecinde (dün gece başladım, bu öğlen tamamlıyorum) bile geri gelme yolunda olduklarını gösterdiler. Ah bi' "çok çok" olsak, belki hiç gitmeyecekler. Şu süreçte bazen tüm hayatım, tüm yaptıklarım saçmalık gibi görünüyor. Ümitsizlik pençesini bi' geçirdi mi fena yaralıyor! Şükür ki muhtaç olduğum pansuman kalbimde yanan güçlü heyecanda ve çevremdekilerin bazen farkında olarak bazen de olmayarak verdikleri desteklerde mevcut. Mesela dün Şule Seda Ay'ın yazdığı şu satırlarla bitireyim; pek iyi geldi bana:

"(...) 
Bir de umut var mecbur olduğum. Şimdi'm var. Şu an hissettiklerim ve hâlâ canlı olan var. Görebildiğim ve yaşadığım dünya var etrafımda. O da benimle. Hep yanımda. Tek hakikatim ve gerçekliğim bu. 
Yanı başımdaki, içimdeki, komşumdaki acıya elimin değmesini ve şifa olmasını istiyorum. Yapabildiğim şeyleri yapabilmek istiyorum. Elim kolum düşmesin istiyorum. 
Sürekli olarak herkesin çaresizlik hâlini okumak, bana da çaresiz olduğumu hissettirsin, beynim bu bilgiyi benden habersiz içselleştirsin, normalleştirsin istemiyorum. Bazen oluyor çünkü, silkeleniyorum. Oradakini görüp burada ne yapabilirim diye sormak ve yapmak istiyorum. Yas tutayım ama harekete geçmek istediğimde, geçebilecek enerjim olsun istiyorum. 
Acıyı sol yanımda hissedip güzellikleri çoğaltmak istiyorum. 
Kendimi yorup büyütmek istediklerimden, dünyadaki güzellikleri görmekten, yaşadığım için şükretmekten, gülümsemekten, kucaklamaktan ve elimden geleni yapmaktan alıkoymak kimseye iyi gelmiyor, şifa olmuyor. Biliyorum." - Şule Seda Ay (Metnin tamamını okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.)
***

EK: "4R - DÖNÜŞÜM TEORİSİ




Neden?

Sosyal hareketlerde yer alan kişiler sık sık strateji konusunda anlaşmazlıklara düşüyorlar. Bu anlaşmazlıklar verimli, yıldırıcı veya bölücü olabiliyor. Farklı stratejilerin, genellikle aslında farklı kişiliklerin anlaşmazlığı olduğunu düşünüyoruz. 4R modeli, bu tartışmalara yeni bir gözle bakmamızın ve bu farklılıklarımızı kullanmamızın bir yolu.

4R'ler şunlar:

Reform (ıslah/düzeltme) (Mevcut sistem içinde çalışmak): Toplumdaki mevcut yapıların günlük yaşamımıza ve öz karar alma süreçlerimize doğrudan dokunan etkileri var. Yeni yapılar kurmak üzere çalışırken, eş zamanlı olarak toplumdaki mevcut kurumları da değiştirmeliyiz. Anlıyoruz ki, özellikle de bu insanlarla sıfırdan bir şeyler inşa etmeye niyetliysek, öncelikle insanların çok acil ve çok gerçek ihtiyaçları (açlık, barınma, gelir getiren bir iş sahibi olma ve güvenlik) karşılanmalı. Bu strateji, mevcut politik ve sosyal kurumların, dört bir yana yayılmış acil ihtiyaç ve gerekliliklere yönelik tedavi üretmesine destek oluyor. İnsani yardımlar ve yasa geliştirmeleri, bu yaklaşımın içindedir.

Resist (direniş) (Mevcut sisteme karşı çıkış): Tarih boyunca gördük ki "hak verilmez, alınır". Direniş mücadeleleri en büyük kazanımlarımızı sağlamıştır. Adaletsizliğin derindeki köklerini göstermek için, yıkımı gerçekleştirenlere karşı sıkça ayağa kalkmamız gerekiyor. Bu strateji, meşruiyetlerini sorgulayarak ve eşitsizliği sürdürenlere doğrudan karşı çıkarak, mevcut politik ve sosyal kurumlarımıza meydan okuyor. Doğrudan eylem, topluluk organizasyonları ve sosyal kampanyalar, bu yaklaşıma dahildir.

Recreate (yeniden yaratmak) (Yeni sistemler yaratmak): Tahayyül ettiğimiz gelecekte, artık bize hizmet etmeyen bozuk olanların yerine yeni kurumlara ve uygulamalara ihtiyaç var. Mevcut haksız sistemlere direnir ve onları alaşağı ederken, yeni ve alternatif kurumları ve paradigmaları inşa etmemiz gerekecek. Bu strateji; yepyeni modelleri, yönetişim formlarını, liderlik yapılarını inşa ederek yeni bir toplumu kurmanın yollarını denememizi sağlıyor. Bu yaklaşım; demokratik okullar, onarıcı adalet süreçleri, yerel ekonomiler, açık kaynak teknolojileri gibi süreçleri içerir.

Reimagine (yeniden tasarlamak, yeniden hayâl etmek) (Yeni sistemleri kavramsallaştırmak): Yeni "olma biçimleri" gerektiren kritik bir sosyal evrim sürecindeyiz. Makûl bir dünya kurmak için; ortaklık, kapsayıcılık ve karşılıklı bağımlılık temelli bir toplumun neye benzeyeceğini hayâl edebilmemiz gerekiyor. Bu strateji, diğerleriyle ve bütünle olan ilişkimizle iç içe geçiyor; bireysel ve kolektif hayâl kurma becerimizi hareketlendiriyor ve yeni kültürel normlar oluşturmamızı sağlıyor. Bu yaklaşım ise; sanatı, yaratıcı süreçleri, medyayı, akademiyi, kültürel ve tinsel gelenekleri içermektedir.

(...)

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın? 

2 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

3 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum.

8 Aralık 2016 Perşembe

"İmdat, her yer kadın!" ya da "Erkeklere güzelleme"

Hayatımın "normal"den uzaklaşmaya başladığı yedi yıldır her yerde onları görüyorum. 2009-2012 arasında, yani önce gönüllü, sonraları profesyonel olarak yer aldığım sivil toplumda onlardan geçilmiyordu. Mesela ilk çalıştığım küçük vakıfta, ofiste -gününe göre- üç-beş kişi olurdu: Vakıf başkanı, projeler koordinatörü, -sonradan istihdam edilen- vakıf müdürü, sekreter ve ben. Tahmin edin, tek erkek bendim. Galiba ayda bir yönetim kurulu toplantısı olurdu, yanılmıyorsam dokuz kişiden mütevellit. Tahmin edin, evet, hepsi kadındı. Bir tane nazarlık erkek yoktu aralarında. Psikolojik danışmanlık ve rehberlik bölümü olması hasebiyle, gönüllülerin de büyük kısmı kadın öğrencilerdi bu arada.

İş değiştirdim ve daha büyük bir vakfa geçiş yaptım. Genel merkezde eğitim ve gönüllü departmanında çalışıyordum. Durum nasıldı dersiniz? Departmanın %70-75'i kadın, koordinatörlerin her ikisi ve departman yöneticisi, tahmin edin, kadın! (İlk birkaç ay departman yöneticisi erkekti ama gitti işte) Ha, pozisyonum gereği, sadece erkeklerin görev aldığı bir ekipten sorumluydum ve doğrudan 20 erkekle çalışıyordum; o başka. Ayrıca iki genel müdür gördüm, kadın; diğer departmanların yöneticilerinin neredeyse tamamı kadın, departman çalışanlarının oranını tam kestiremiyorum ama ağırlıklı olarak kadın... Gönüllülerin ise çoğu, yine, kadın.

***
2012'de, bildiğin ya da bilmediğin üzere, iş hayatı defterini kapadım (şu an için, açmaya dair herhangi bir sebep görünmüyor ufukta ama hayat, belli olmaz) ve başka bir hayata doğru yelken açtım. Bu blogun veya "Yeni"ye Doğru'nun okurları gayet iyi biliyorlar, uzatmaya gerek yok ama birkaç anahtar kelimede toplarsak eğer; topluluğa, doğaya, kırsala, armağan ekonomisine, paylaşmaya ve kendimi keşfetmeye doğru yelken açtım diyelim.

Benim için yeni olan bu yolda çok ama çok güzel insanlarla tanıştım. Nicelik olarak da çok, nitelik olarak da... O kadar ki son birkaç yılımın en önemli gündemlerinden biri, bu kadar insana istediğim özeni nasıl gösterebilirim, nasıl yeterince vakit ayırırım konusu. Ve yıllardır gündemimden çıkmadığına göre tahmin edeceğiniz üzere şu an için çözüm bulamadığım bir durum.

Uzatmayalım, bu "çok ama çok güzel insanların" büyük çoğunluğu yine kadınlar. Düzenleyici ya da katılımcı olarak yer aldığım etkinliklerde, atölyelerde kadınlar (erkeklerin oranı %30 olduğunda yatıp kalkıp şükrediyorum); kırsalda yaşamak isteyen ve buna dair adım atmış cesur yüreklerin çoğu kadın; yoga derslerinde, atölyelerinde kadınlar; yazdıklarıma dair geri dönüş yapanların belki %90'ı kadın (ki ana konu, çoğunlukla, değiştirmek istedikleri ve/veya değiştirmeye başladıkları hayatları); kendisiyle uğraşan, didikleyenler çoğunlukla kadın; Çandır'da yaşamı paylaştığım* üç kişinin üçü de kadın, köye ziyaretimize gelen dostların ezici çoğunluğu kadın...

Yazarken yoruldum! ((:

* Bu durumda değişiklik var en azından. Erkek sayısı artmadıysa da kadın sayısı azaldı hiç olmazsa ((:

***

Tüm bu alanların kadınlarla dolup taşmasının birçok nedeni vardır muhakkak, ben gözlemlediğim iki tanesinin altını çizeceğim: Birincisi, kadınların -galiba- bir tık fazla gelişmiş sezgileri ile yanlış giden şeylerden doğru olana doğru adım atmalarının bir nebze daha kolay olması ve cesaretleri. Çevremdeki kadınların erkelerden çok daha cesur olduğunu, çok daha cüretkâr kararları alabildiğini görüyorum. Sezgiler ve cesaret, kadınların adım atma konusunda artısı diyebilirim yani... İkincisi ise, üstümüze yığılan toplumsal cinsiyet rolleri nedeniyle erkeklerin para kazanmaya, ortalama olmaya, düzenin suyuna gitmeye kadınlara göre daha fazla itilmesi. Her ne kadar kadın-erkek denkliği her geçen gün biraz daha hayata geçiyor ve bunlar kadınlar için de geçerli olsa da bu konuda erkeklere toplumun -ve daha kötüsü, kendi kendisinin- yaptığı baskının çok daha büyük olduğunu düşünüyorum. Bu madde de, adım atma konusunda erkeklere eksi puan olarak dönüyor işte. Ve uçurum açılıyor!

***

Yalnız ben erkeklerin varlığına resmen hasret kalmışım. Uzunca bir süredir bunun farkındaydım ama son zamanlarda daha da ayyuka çıktı. Buluşmalarda, çemberlerde -genellikle sayıca çok az olan- erkekler konuşurken daha bir candan dinliyorum sanki; Çandır'a gelen arkadaşlarımızın zeki, çevik ve aynı zamanda erkek olanlarıyla daha fazla sohbet edesim, daha fazla şey paylaşasım geliyor; feysbuk üzerinden paylaşımlarını, yazılarını merakla takip ettiğim kişilerin büyük çoğunluğu erkek. Bu satırları yazarken, bahsettiğim arkadaşlarımın bazıları gözümün önünden geçiyor ve varlıkları, yapabilme, oldurabilme güçleri ve kapasiteleri resmen heyecanlandırıyor beni.

***

Tüm bunlara rağmen, "normal"in temsilcisinin erkekler, "yeni"nin temsilcisinin kadınlar olduğunu söylemekte zorlanıyorum. Her ne kadar bizim cenahta nicelik olarak çok fazla kadın olsa da az sayıda ama o kadar güzel erkekler var ki düşündüğümde burnum sızlıyor. -Hakkında pek okumadığım ama ne ifade ettiğini bir şekilde bildiğimi sandığım- eril ve dişil enerjisi son derece dengeli; hem topraklanmış, sakin hem de ateşi, yapma gücü ve heyecanını barındıran; hem duygularıyla bağ kurmayı başaran hem de güçlü bir zihne sahip; okuyan, araştıran, yol açan, liderlik eden, komik erkekler...

Umarım zamanla sayı olarak da dengeye yaklaşırız. Buna olan bireysel ihtiyaçlarımız bir yana, toplumsal ve ekolojik dengenin yeniden sağlanabilmesi için de çok önemli buluyorum bunu.
Amin.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın? 

2 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana. 

3 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum.

7 Aralık 2016 Çarşamba

ormanın fısıldadıkları

Dün ormanda birkaç saatlik yürüyüş yaptım. Amacım, komşuların bahsettiği sandal ağaçlarını* bulmak ve muhteşem meyvelerinden yemekti. Bildiğim birkaç tanesine ulaşmak yerine tarif edilen yerdeki ağaçları bulmaya kalkınca sonuç alamadım. Halbuki eskiden beri hep söylerlerdi bildiğin sorudan başla evladım diye.

* Kocayemişle, diğer adıyla dağ çileği ile akraba; meyveleri de çok benziyor ama aynı değil; ayrıca tütsü vs. yapımında kullanılan, tropik iklimlerde yetişen başka bir sandal ağacı daha var, karışmasın.

sandal ağacı (fotoğraf: web)

Velhasıl meyveyi yiyemedim ama elim boş kalmadı, biraz kekik ve adaçayı toplayıp döndüm eve; bir de zihnimde bir takım cümleler getirdim. Ormandaki yürüyüş sırasında içimde yeşeren, her biri ormandaki yürüyüşü anlatan, oradan doğan; bunla birlikte -sanki- hayatın tümüne yayabileceğimiz birtakım cümleler...

***
Hep yürürsen, hep önüne bakarsın, etrafı göremezsin; sık sık durmak lazım ki neler olduğunu fark edebilesin, anlayabilesin. Yoksa hep bir koşuşturma...

Yolun düzse daha hızlı gidersin; eğer durup bakmayı da unutursan, etrafında olan biteni kaçırabilirsin. Yolun dolambaçlı ise, ister istemez sağa sola bakma fırsatı bulursun. Bütün o dolambaç, fırsat aslında.

Neye bakarsam onu görüyorum. Odun aradığım zamanlar sadece odun görüyordum, bugün sandal ağacı arıyorum ve gözüm başka şey görmüyor. Başka zaman eşek boku oluyor, başka zaman başka bi'şey. Ama illaki, neye bakarsam onu görüyorum. 

Bir şey yoksa da yoktur. Ne kadar baksan, ne kadar dikkat kesilsen de... Yok işte, sandal ağacı yok!
ormanda yolumu kaybettiğimi sandığım an belki de yola çıkış sebebimi buldum (fotoğraf:emre)

Bir yerden ne kadar çok geçtiysen orayı o kadar iyi bilirsin, en ufak bir değişikliği fark edersin. Öte yandan, bir şekilde görmediğini bin kere de geçsen yine fark etmeyebilirsin. Bazen ilk kez geçenler, bazı şeyleri, binlerce kez geçmiş olanın göremediğini görürler. "Aaa, burada adaçayı mı varmış!?"

Gözün hep sağda solda olur da yola hiç bakmazsan o da olmaz. Orman yolu taşlı, kaygan, dikkat etmezsen tehlikeli. Hep denge lazım işte; biraz yol, biraz sağ-sol; biraz yol, biraz sağ-sol...

Doğa yürüyüşünde özellikle inişlerde ve çıkışlarda desteğe ihtiyacım var. Yardımcı olabilecek bir değnek bulduğumda işim çok kolaylaşıyor. 

Bulduğum değneğin beni taşıyabileceğine emin olmak da önemli. Doğru olana yaslanmalıyım; aksi takdirde, tam da değneğe gücümü verdiğimde kırılıverir.

Değneğe ihtiyacım varken kullandım. Sonra düz yola çıkıp da ağırlık olmaya başlayınca attım. İşi biteni atmakta, yük etmemekte fayda var. 

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın? 

2 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

3 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum.