Sayfalar

28 Eylül 2015 Pazartesi

Hikaye: Ceyda ile Burak

Geçenlerde bir büfede sandviç yerken kulak misafiri olduğum, -isimleri aklımda yanlış kalmadıysa- Adem ve Burak'ın tartışmasının dökümü -biraz eksiğiyle- aşağıdadır.

A - Evet abi tamamen haklısın. Tüm kabahat onda.
B - ...
A - Abi, noldu? Durdun birden.
B - Bi' dakka düşünüyorum.
A - Neyi?
B - Tam şu anda, çok büyük bir ihtimalle, Ceyda da Neşe'nin yanındadır ve aynı kavgayı kendi bakış açısından anlatıyordur.
A - Eeee?
B - Ve -yine çok büyük bir ihtimalle- Neşe de Ceyda'yı tamamen haklı buluyordur ve tüm kabahatin bende olduğunu düşünüyordur.
A - Normaldir abi, bütün kadınlar aynısını yapmıyor mu zaten? Her şeyi sadece kendi bakış açılarına göre değerlendiriyorlar işte.
B - Peki burada bizim yaptığımız ne?
A - Dertleşiyoruz abi.
B - Dertleşiyoruz da tam da senin kadınlara atfettiğin şeyi yapıyoruz. Olanı kendi bakış açımızdan değerlendiriyoruz. Hatta o bile değil; ben, olanı kendi bakış açımdan değerlendiriyorum, sen de beni haklı buluyorsun.
A - Bulucam tabi abi, arkadaşlar bunun için değil midir?
B - İşte az önce tam da bunu düşünüyordum. "Arkadaşlar ne içindir"i.
A - ...
B - Düşünsene, şu anda senin yerinde Neşe, Neşe'nin yerinde sen oturuyor olsaydınız, çok büyük bir ihtimalle Neşe beni, sense Ceyda'yı haklı bulacaktın. Yani olayın kadınlıkla, erkeklikle falan ilgisi yok aslında.
A - ...
B - Görmüyor mus...
A - Abi?!
B - Bi' saniye... Daha büyük bir şey keşfettim!
A - ??
B - Sen ve Neşe üzerinden geliştirdiğim akıl yürütmeyi Ceyda'yla olan kavgamıza genişletebiliriz!
A - Nasıl yani?
B - Bak şimdi, Ceyda'yla kavga nedenimiz neydi?
A - Ceyda'nın ...
B - Dur dur, bi' dakka! Kavga nedenimizin ne olduğu da önemli değil. Şimdi anlamaya başlıyorum.
A - Nasıl yani? Neyi anlıyosun? Bilmece gibi konuşmaya başladın!
B -  Kavga nedenimiz de önemli değil! Bugün X için kavga ederiz, yarın Y için. Önemli olan kavga durumuna neden olan şeyin ta kendisi, yani farklı bakış açısı!
A - ???
B - Bak şimdi. İki insan neden kavga eder? Birinin "ak" dediğine diğeri "kara" dediği için. Peki bu neden olur? Doğru, tek değildir de ondan. Birinin bir şeye ak ya da kara demesi, büyük oranda o kişinin değer yargılarından, geçmişinden, deneyimlerinden ileri gelir. Kaldı ki çoğu zaman bir üçüncü kişinin aynı şeye "gri" deme olasılığı da yüksektir. Ve daha da ilginci, grinin sonsuz tonu vardır, yani siyah-beyaz skalasında sonsuz seçenek vardır ve dünyada yaşayan her bir kişi, bu skalanın farklı bir yerindedir aslında, hem de hemen her konuda.
A - Bi' dakka bi' dakka! "Doğru tek değildir"e takıldım biraz. Bazı konularda tektir bence.
B - Mesela?
A - Mesela, taşı bırakırsak bir saniye içinde yere düşer.
B - Hmm... Bi' kere birincisi, taşı dünyada bırakırsak bir saniye içinde yere düşer, aynı şeyi ayda yaparsak, aynı yükseklikten yere düşmesi altı saniye sürer. Havanın olmadığı bir yerde bıraktığımızda ise yere falan düşmez. Ama zaten tartıştığım konu bu değil. Konu, biz insanların yargılarının yer aldığı bir durumda "tek doğru"nun olamayacağı.
A - Hımm... Taş konusu tamam da çok bariz doğrular yok mudur? Mesela "Aç bir insana yemek vermek boynumuzun borcudur."
 B - Güzel. Düşünelim... Aç bir insana yemek vermek boynumuzun borcuysa eğer, aç bir kediyi, köpeği, kaplumbağayı doyurmak da bize düşmez mi?
A - Ne alakası var?
B - Çok alakası var. Aç bir insanın aç bir kaplumbağadan daha kıymetli olduğuna nasıl karar veriyoruz peki? Burada değer yargılarımız devreye girmiyor mu?
A - Galiba...
B - Sen aç bir insana yemek vermemiz gerektiğini, aksinin insanlık dışı olacağını söylersin; Ahmet, bunu genişletir ve kedi-köpekleri beslemeye başlar; Ayşe işi abartıp bulduğu her türlü aç hayvanı beslemeye kalkabilir; bense dünyanın böyle bir yer olduğunu, yemek bulamayanın ölmesinin kaçınılmazlığını savunabilirim. Şimdi kim haklı?
A - Bu son söylediğin bayağı Darwinci bir görüş oldu.
B - Neci olduğu önemli değil. Kaldı ki Darwin'in kendisi, ondan sonra gelen Darwinistler gibi düşünmüyordu. Ama odaktan uzaklaşmayalım: Yukarıdaki örnekte sen, ben, Ahmet ve Ayşe'nin haklılıkları yarıştırılabilir mi? Ve nasıl?
A - Bence grinin uygun bir tonunda uzlaşabilir ve bunu doğru kabul edebiliriz.
B - Nasıl yani?
A - Yani yukarıdaki örnekte Ahmet'in davranışını makul buluyorum ve birçok insanla orada buluşabileceğimizi düşünüyorum.
B - Yani?
A - Yani?
B - Yani diyorsun ki bu seçeneklerden birini normlaştırabiliriz, hımm? Senin makul bulduğun ve çoğunluğa uyacağını düşündüğün bir seçeneği...
A - Galiba öyle yapıyorum.
B - Bu dediğin bizi nereye götürüyor, farkında mısın peki?
A - Hımm.. Galiba...
B - ...
A - Evet, bu, çoğunlukçuluk denen şeye dönüşüyor galiba. Çoğunluğun fikir ve(ya) uygulamalarının azınlığa dikte edilmesi. Onun "normal" kabul edilmesi, geri kalan fikir veya uygulamalara müdahale edilmesi vs. Türkiye'de, Sünni-Türk-heteroseksüel olmak dışındaki her türlü eğilimin yaşamasının zor olması gibi.
B - Aynen öyle dostum. Ama şu an için siyasi bir tartışmaya pek gönüllü değilim. Yaptığımız akıl yürütme, makro ölçekte bizi çoğunlukçuluğa götürüyor gerçekten de fakat şu anki derdim Ceyda'yla olan durumu çözümlemek.
A - O zaman nasıl olacak? Bu söylediklerin, kavganızda haklı tarafın olmadığı sonucuna mı çıkarıyor bizi?
B - Galiba... Bilmiyorum... Sen de biraz yardım edersen...
A - Immm... O zaman sadece sizin kavganızda değil, kişisel yargıları içeren hiçbir kavga, tartışma veya anlaşmazlıkta haklı ya da haksız taraf yoktur, çünkü ortada bir haklılık durumu yoktur diyebilir miyiz?
B - Diyebiliriz galiba. Eğer buna istisna bir şey bulamazsak tabii...
A - Ne demeye çalışıyorsun?
B - Bir şey demeye çalışmıyorum. Şu anda son çıkarımın bana makul ve geçerli görünüyor. Aklıma bir çırpıda gelen bütün örnekler için de geçerli sanki. Ama bunun aksine bir örnek bulduğumuz anda, çıkarımın geçerliğini yitirir. "Kuğular beyazdır." önermesinin beyaz kuğularla karşılaştığımız sürece doğru ancak bir tane siyah kuğu gördüğümüz anda geçerliğini yitireceği ve yeni bir şeyler söyleme zamanının geldiği gibi.
A - İyi de bir de istisnalar kaideyi bozmaz diye bir laf vardır. Az önce söylediğim büyük oranda doğruysa ve sadece nadiren, "istisnai" durumlarda doğru görünmüyorsa, biz yine de bu çıkarıma sarılabiliriz belki de, ne dersin?
B - Belki de dostum, bilmiyorum. Biz bu çıkarımı sınayalım, aklımız yettiğince, sonra duruma göre karar vermeye çalışırız. a) Çıkarımın aklımıza gelen her örnekte doğru olduğu sonucuna varırsak çıkarımı geçerli sayarız, b) bu örneklerin ciddi bir yüzdesinde (kaçtan itibaren "ciddi" bulacağımız da ayrı bir tartışma konusu ya, şimdilik %10 diyelim) çıkarımımız yanlışlanıyorsa, geçersiz sayarız, c) çoğunlukla geçerli oluyor da gerçekten istisnai durumlarda (misal, %1) yanlışlanıyorsa, yine geçerli kılarız belki ama istisnaların olduğunun da altını çizerek. Yalnız bizim ulaştığımız yer a şıkkı dahi olsa, yani bizim aklımıza gelen her örnekte doğru bile olsa, bu, çıkarımın "kesin doğru" olduğunu göstermez. Her zaman yanlışlanmaya açık bir önermeyle gelmeliyiz.
Eeee, ne diyorsun?
A - Aklıma yatıyor.
B - Hadi yapalım o zaman. Bak naapalım biliyor musun, üç bambaşka anlaşmazlık üzerinden bu çıkarımı sınayalım. Ceyda'yla olan kavgamızı, klasik bir laik-şeriatçı fikir ayrılığını ve bilime dair ahlaki bir tartışmayı ele alalım mesela. Başlamak ister misin?
A - Hay hay...

(Yaklaşık 10 dakika sonra)*

A - Beklediğimden de hızlı oldu.
B - Benim de...
A - İyi de o zaman...
B - O zaman ne?
A - O zaman, bu keşfimizi dünyayla paylaşabilsek, ortada hiçbir anlaşmazlık kalmazdı. Her şeyin göreceli olduğunu, anlaşmazlıkların da bu görecelilikten kaynaklandığını herkese anlatabilsek...
B - Valla önce Ceyda'ya anlatmam lazım. Sonrasına bakarız. (Gülerek) Artık bu konuda çalışan bir sivil toplum kuruluşu mu kurarız, eğitimler-etkinlikler falan mı düzenleriz, bu konuştuklarımızı yazıya döker yayılmasını mı sağlarız, bilmiyorum. Belki bunun için uğraşmamız beyhudedir aslında. Zamanı gelen, bir bir anlıyordur nasıl olsa...
A - Sanmıyorum. Doğruluk payın var ama hayata dair oluşan farkındalıklarımızı paylaşmazsak insan olmanın, ilerlemenin ne anlamı kalır ki...
B - Eyvah, başka bir derin tartışmaya giriyoruz. Müsaadenle ben kaçar. Yapacak önemli bir işim var.

Ve B koşar adım gider.

* İşte burası "biraz eksiği". Konuşmanın tam o kısmında uyuyakalmışım ama neler konuştuklarını tahmin etmek güç değil. Hatta hemencecik, hayal gücümle boşlukları doldurabilirim ama gerek yok bence. Bunu okuyan herkesin o kısımları kendince doldurabileceğini biliyorum.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

24 Eylül 2015 Perşembe

Ah şu para mefhumu! - 2

Geçen gün paylaşmış olduğum "Ah şu para mefhumu!"nu biraz daha açmak istiyorum. Aslında açmaktan da ziyade, deneyimlediğim veya gözlemlediğim birkaç örnek durumu paylaşarak yazdıklarımın belki daha anlaşılır olmasını sağlamak...

Hayatımızı idame ettirmek için yaptığımız şeyleri metalaştırmak gerektiğini; şu anki sistemde bilgi, beceri ve diğer her türlü armağanımızı özgürce kullanamadığımızı falan yazdım ya, işte bunları daha belirgin hale getirmek istiyorum.

Mesela...

Mesela -galiba- benim armağanlarımdan biri, yani ikisi, düşünmek ve yazmak. Yazarken aldığım keyiften ve yazılarla ilgili aldığım geridönüşlerden anladığım bu, en azından. Sistem kriterleri çerçevesinde düşündüğümüzde, benim bu armağanı paraya çevirmek için fazladan bir çaba sarf etmem gerekiyor, normal koşullarda. Artık sosyal medyanın yaygınlığı sayesinde kişisel bloglarda özgürce at koşturabilme ve bunları kolayca paylaşabilme şansımız var ama bunu paraya çevirmek için fazladan bir çaba sarf etmek; çabayla kalsa iyi, belki biraz şanslı olmak, belki doğru kişileri tanımak vs. gerekiyor. Ancak bu durumda, yazan kişinin makaleleri, denemeleri veya romanı bir yayıncı tarafından yayımlanıyor ve ancak bu durumda bu kişi bu armağanından para kazanabiliyor. Kazanan da çok mu kazanıyor, pek değil, evet ama konumuz o değil.

Konumuz, yazan kişinin, yazdıkları ne kadar güzel olursa olsun, bundan para kazanmasının kendisinden başka etmenlere bağlı olması durumu. Yazan kişi istediği harikaları yaratsın, mesela muhteşem bir roman yazsın, doğru yayıncıyla karşılaşmadığı takdirde bunun ekmeğini yiyemiyor. Çünkü piyasa diye bir şey var ve kimin ekmek yiyeceğine ve hatta ne zaman, ne kadar yiyeceğine, her şeye o karar veriyor. İşte biz bu durumu "verili" (değişmez) kabul ettiğimiz sürece bu durum böyle devam edecek. Fakat bütün bu sorgulamaları yapmaya başlarsak eğer, işte o zaman bir şeyleri değiştirme şansımız olabilir. Değiştiremezsek de ne gam! En azından "denedik" deriz.

Ben yukarıda yazdığım şeylerden kısmen muzdaribim, kısmen bunların dışına çıkma yoluna girdim. Hala zorlanıyorum ama deniyorum; kendime yol açmaya çalışıyorum. Bu yolu açma sürecimde, başkaları da benzer yolları kullanmaya yeltensin istediğim içindir ki yaşadığım hemen her şeyi, en çok da parasal konulara dair deneyimlerimi görünür kılmaya çalışıyorum. Evet, ben kısmen bu yolun dışına çıkmaya başladım: 2 yıl önce bir çağrı ile "ahan da böyle bir hayat yaşıyorum, destekleriniz olursa buna devam edebilirim, tutun elimden" diyerek topluluğun desteğine kendimi açabildim ve bir yıl bu şekilde yaşadım. Sonrasında, o "deney"i bitirmiş olsam da her türlü armağanlaşmaya açık kalmak istediğimi paylaştım ve her blog yazımın altına eklemiş olduğum -,süreç içinde birkaç kere değişen ve şimdilik bu yazının altındaki versiyona ulaşan- bir çağrı ile bu yolda yürümeye devam etmek için armağanların sürmesine ihtiyacım olduğunu paylaşabildim. Katılmak istediğim etkinliklerden burs ya da indirim vs. talep edebildim ve çoğunlukla bu armağanları da aldım. Çok keyfi görünen (ve aslında öyle de olan) bir tiyatro atölyesinin ücretini karşılayabilmek için de çağrı yapabildim ve şükür ki bunların hepsi karşılık buldu. Şimdi de bastırmak istediğim kitapla ilgili bir çağrım var ve dönüşler gelmeye devam ediyor vs vs.

Başlarken yazmaya niyetlenmediğim bütün bunları neden yazıyorum acaba...  Galiba böyle bir özet yaparak, hem -çoğunluğun yargılarına bakmadan- bunlara cesaret edebildiğimi, hem de -benim cesaretimle iş bitmiyor tabii ki- bu kadar destek aldığımı hatırlamak iyi geldi ve kendimi acayip kollanıyor, sarılıp sarmalanıyor hissettim. (yani tam da şimdi, bu satırları yazarken...)

Bunlarla birlikte, istemek bir yerden sonra kolay olmayabiliyor. Geçenlerde zihnime gelen tabirle, topluluktaki "kredimin bittiğini" veya azaldığını hissediyorum zaman zaman. Bir yerden sonra daha zor isteyebilirmişim ve o yere çok da uzak değilmişim gibi geliyor bazen. Kitap, farklı bir konu olduğu için, -yakın zamanda- rahatça isteyebildim belki ancak şu sıralar bir atölye vs. için para isteyebilir miydim, hiç bilmiyorum. Zorlanırdım, orası kesin de...

İşte bu yüzden her yazının ve bu yazının altında asılı duran çağrıyı çok önemsiyorum. İstiyorum ki orada yazdığıma istinaden -veya ondan bağımsız olarak- daha fazla kişi destek olmak istesin bana. Burada elbette son derece kişisel durumum, yani ihtiyacım olan paraya ulaşma isteğim de var; bunun işleyen bir yol olabileceğini kendim dahil hepimize gösterme heyecanım da... Ayrıca elbette ki egosal anlamda da çok iyi geliyor bu destekler... Ama o kadar kolay akmıyor çoğu zaman. Son aylarda, kitap çağrısını ayrı tutarsak, arada sırada bu şekilde gelen armağanlar bitmedi ama çok yavaşladı ve maddi anlamdaki geçimim, büyük oranda ailemin gönderdiği paralarla gerçekleşiyor.

Yalnız ana derdim, geçimimi sağlamanın o kadar ötesinde ki bu gidişattan, yani geçimimi büyük oranda ailemin desteğiyle kotarıyor olmaktan, hoşnut olmadığımı hissediyorum bazen. Zira hep yazdığım ve söylediğim gibi, aylık harcamam olan 400-500 TL'yi bir şekilde kazanırım, bulurum vs. fakat istiyorum ki desteklerle, armağanlarla kolayca yürüyüversin bu iş. Hatta istiyorum ki çok kişiden azar azar gelsin, kimse zora da düşmeden, kendinden ciddi bir miktar kısmadan. Hani şimdi parasal olarak iyi durumda olan bir dost her ay bana ihtiyacımı karşılayacak parayı yollayacağını söylese, inanın bu da kesmeyecek beni. Tercih hakkım varsa, bir kişi ayda -mesela- 700 TL yollayacağına, 40 kişi 10'ar TL yollasın, toplamı 400 olsun; bunu tercih ederim, hem de hiç düşünmeden. Manyak mıyım, bilmiyorum!

Bu yazıyı yazmaya başladığımda kendi parasal sürecimi anlatmak yoktu aklımda ama akıverdi, vardır bi' sebebi... Ben yine örneklerle devam edeyim şimdi.

Yazma eylemi ve para ilişkisinden bahsediyordum. Düşünüyorum da yazan bir kişi için yazdıklarını uluorta paylaşmaktansa saklaması "akıllıca" bir fikir olabilir. Mesela ben örneğinde; denemeleri, yeni yeni başlayan hikayeleri blogda hemencecik paylaşmaktansa bunları biriktirmek ve daha sonra basılı bir hale getirmek için çalışmak, sisteme çok daha uygun bir yaklaşım olurdu. Fakat ben hiçbir konuda sisteme uygun falan davranmak istemiyorum ki. Olanı, hemencecik, tam da içimden geldiği gibi paylaşıvereyim istiyorum, hesapla kitapla uğraşmak zorunda kalmadan; "ay ben bunları yarın toparlar bastırıveririm" demeden... Hani yayımladıktan sonra da toparlayıp bastırabilirim gerçi (ki şu anda dünyaya gelme heyecanında olan kitabım<ız>ın önemli bir kısmı eski yazılardan oluşuyor) ama daha önce yayımlanmamış şeyleri bastırmak onları daha kıymetli yapar ya, o yüzden sonraya saklamak daha akıllıca olabilir diyorum. Ama yok, ben "akıllıca" olan değil, içimin istediği yoldan yürümeye devam etmek istiyorum. Akıllıca olmasın varsın! (Heyecanla yazdığım bir şeyi paylaşmak için ertesi günü bile bekleyemiyorum, yazıları güzelleştirip zenginleştirmek varken hemen paylaşıveriyorum, o kadar sonraya nasıl saklayayım!)

Yine kendi hayatım(ız)dan başka bir örnek geliyor aklıma ama yazınca anlaşılır olacak mı bilmiyorum, deneyelim: Mayıs ayında bizim evde yapmış olduğumuz Topluluk Candır etkinliği var mesela. Şimdi biz bu etkinliği planladık, duyurusunu yaptık, 10 arkadaşımız geldi ve hep beraber gerçekleştirdik. Bu etkinliği tanımlarken onu bir çeşit atölye olarak tanımladığımız, yani onu metalaştırdığımız için biz bundan para kazandık/kazanabildik. Aynı biz (ben, Begüm ve Burcu), iki yıl önce, yine bu evde (o zamanlar sadece Begüm burada yaşıyordu), benzer bir toplaşmaya önayak olmuştuk. Hatta Barış Köyü girişiminin ilk toplaşması idi bu. Bu toplaşmayı, arkadaşlar ve onların arkadaşları ile bir buluşma olarak tanımladığımız, yani onu metalaştırMAdığımız için bundan para kazanmadık (aklımıza bile gelmemişti zaten).

Immm... Nereye bağlayacağımı bilmiyorum, o veya bu seçimi doğrulamaya da çalışmıyorum. Sadece durumu açıkça ortaya koymaya çalışıyorum. Birbirinin çok benzeri iki etkinlik yaptığımızda, birinden gelir elde ederken diğerinden etmiyoruz ve bu farkı belirleyen tek şey, o etkinliklerden birini metalaştırma kararımız. Ve biz metalaştırmaya karar vermezsek, katılanlar da -doğal olarak- "ohh elinize sağlık, bir sürü emek verdiniz, bizi topladınız, oturumları kolaylaştırdınız; biz size ödeme yapalım." demiyorlar. Yani akla bile gelmez böyle bir şey.

Şuna benzetiyorum mesela bunu: Bir arkadaşınızın evine yemeğe gittiğiniz takdirde yedikleriniz için para ödemeye kalkar mısınız? Tabii ki hayır. Hani olsa olsa masraflara katılırsınız veya ihtiyaçların bir kısmını siz alırsınız falan ama buna "ödeme" diyemeyiz. Aynı arkadaşınız bir lokanta açtıysa ve orada birlikte yemek yediyseniz, bu sefer bir ödeme yapmak -en azından- aklınıza gelebilir (yediklerinizin mahiyetine, maliyetine ve samimiyet durumunuza göre falan değişir tabii durum ama aynı kişinin evine gitmek gibi olmayacağı muhtemel). Çünkü arkadaşınız yemek yapmayı bir iş olarak yapmayı seçmiş, yani onu metalaştırmıştır ve bunun sonucunda bu yaptığı işten para kazanması normalleşmiştir. Nihayetinde de orada yediğiniz yemeğin parasını ödemek isteyebilir, hatta ödeyebilirsiniz.

Ödemenizle ilgili sıkıntı hissediyor değilim. Sadece aradaki farkı yaratan şeyi kavramaya çalışıyorum.

Hani birinin derdini dinleseniz, hatta o derdi aşmasına ciddi anlamda yardımcı bile olsanız, bunu iş olarak yapmadığınız, yani onu metalaştırmadığınız sürece bunun için bir karşılık almazsınız (zaten beklemezsiniz) ama aynı kişi bir psikoloğa gitse ve ziyaret(ler)i hiçbir işe yaramasa dahi bir saatlik seans için 250 TL vermek hiç tuhaf gelmez ya...

Bu konular, o kadar çok katmandan oluşuyorlar ki soy soyabildiğin kadar, bitmez kolay kolay. Ve her katmanda yeni hisler, yeni fikirler, korkular... Tam da bu yüzden çok seviyorum bunları didiklemeyi.

Peki bunca kelamdan sonra ne öneriyorum? Ne yaparsak, hangi yola girersek armağanlarımızı daha özgürce paylaşabiliriz? Yaptıklarımızı metalaştırmaya gerek bile kalmadan, nasıl geçimimizi sağlarız? Şu anki dünyada bu metalaştırma hususunun dışına çıkmak çok mümkün görünmüyor ama eğer bu durumda bir sıkıntı olduğunu seziyorsanız ve başka bir yol arıyorsanız, sizi armağan ekonomisi uygulamalarını pratik etmeye davet edebilirim. Şimdilik bunun dışında bir alternatif göremiyorum. Bunu pratik ede ede para konusunu şifalandırabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü tam da bu uygulamaları yaptığımızda (ya da yapmaya çalıştığımızda) armağanlarımızı özgürce ortaya sermeye ve her kimden, ne ve ne kadar gelirse onu kabul etmeye doğru yaklaşıyoruz. (Bu kabul de pat diye olmuyor sayın okuyucu, şahsen zaman zaman hala zorlanıyorum) Zaten severek yaptığımız bir şeyi metalaştırmamıza gerek bile kalmasa, bu armağanımızla yaşamaya başlasak; aynı şekilde biz de diğerlerinin armağanlarını daha fazla takdir etsek ve bu takdirin ve şükranımızın bir ifadesi olarak parayı kullansak... Bence oluru var!

Mesela ne alıkoyuyor ki beni, çok severek dinlediğim ve tüm şarkılarını paylaşıma açan Yolda grubu ile irtibata geçip teşekkür edip onlara 10 ya da 20 TL göndermekten? Öyle bir talepleri yok ama müziklerini keyifle dinleyen ben, onları onurlandırsam güzel olmaz mı...

Ne alıkoyuyor ki beni, dün, paylaşmış oldukları, elementlerle daha derin bağ kurmamı kolaylaştıran ve sıkça tekrar etmeye niyetlendiğim harika ekinoks meditasyonunu uyguladığım Mor Alev ile iletişime geçip bi' 15 TL yollamaktan...

Örnekleri para üzerinden veriyorum ve bir süredir öğrendiğim üzere parayı şükran ifadesi olarak, hem alırken hem verirken severek kullanıyorum belki ama para kullanımı şart değil tabii. (Hatta hayalimdeki dünyada paraya hiç yer ve gerek yok ama bugünkü dünyada güzel bir araç aslında.) Yolda'yla yine şükran duygumu paylaşarak bugünlerde neye ihtiyaçları olduğunu sorabilirim; belki aradığı/aradıkları diş hekimini ben tanıyorumdur, belki takıldıkları bir konuda on(lar)a yardımım dokunur, belki köyüme gelir beni ziyaret eder, ufak bir tatil yapmış olurlar vs. Yani hangi armağanlarımı paylaşabileceksem onları sunsam ve ihtiyaçları olanı alsalar...

İşte böyle böyle şuraya varıyoruz zaten: Bu armağanlaşma işini hayatımızın her alanında kullanmayı hatırladığımızda ve bu, tekrar yaygınlaştığında, bunun illaki karşılıklı ve iki yönlü olmasına da gerek kalmayacak (yani şu anda da yok aslında).

Mesela Yolda, müzik yapar ve onu paylaşır; bunu dinleyen ben çok mutlu olurum, iyi hissederim ve belki güzel bir yazı yazmam için ilham alırım; benim armağan ekonomisine dair yazımı okuyan Ayşe, ürettiği sebzelerin bir kısmını sokakta hiç tanımadığı birine hediye ediverir ve bu sebze hediyelerini tesadüfen alan diş hekimi, ertesi gün muyenehanesine gelen Yolda üyelerinin dişlerini ücretsiz veya indirimli olarak tamir etmeye karar veriverir. Yolda, belki de yaptığı güzel şarkılar ve bunları öylece armağan edivermesi sayesinde o dişçiye rastlıyor olabilir mi?!

Ufacık, dört öğeden oluşan bir çember uydurdum şimdi ama bunun onlusunun, yüzlüsünün, binlisinin olamayacağı ne malum? Hatta şu anda olmadığı ne malum? Belki de hayatta birdenbire karşımıza çıkan güzellikler tesadüf değildir, hımm? Belki de dün, su kaynaklarını korumak, daha az tüketmek için sifonu yarım çeken siz, tam da bundan dolayı bugün, tam da ihtiyacınız olan kişiyle tanıştınız. Kim bilir...

Bana bu aralar, zaman zaman, öyleymiş gibi gelmeye başladı da...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

22 Eylül 2015 Salı

"Evlilik" üzerine...

Şu evlilik meselesine bir süredir epey takılmış durumdayım. Çocukken bile ne kadar gereksiz bir kurum olduğunun farkındaydım ama buaylarda daha bi' tetikleniyorum nedense. Özellikle de "alternatif" olarak nitelendirebileceğim dostlar da dört nala bu müessesenin yolunu tutmak için koşuyorlar ya, en çok da o zaman. Yok yok, kimseyi yargılamıyorum, herkes istediğini yapar zaten de kendi hissiyatımı paylaşmaya çalışıyorum.

Evlilik kurumunun benim hayatıma hiçbir şey katmayacağından çok eminim de başkalarınınkine de pek bir şey katabileceğini düşünmüyorum. Bir ilişkiyi resmileştirmek ve devlet nazarında onaylatmak, ona ne katabilir ki... Katmak bir yana, çevremde gözlemlediğim kadarıyla, -her biri hakkında paragraflarca yazabileceğim- bir sürü sıkıntıya yol açıyor, olsa olsa. Maddi ya da manevi herhangi bir ihtiyacı karşılamayan gereksiz masraflar, evlilik kurumunun yükünün (tüm o -meli -malı'ların) -kaçınılmaz olarak- ilişkinin ve ilişkidaşların sırtına binmesi, birçok aile büyüğünün konuya (çocuğun ne zaman yapılacağından tut kahvaltı setinin nereden alınacağına kadar) burunlarını sokmaya teşne olmaları ve daha neler neler...

Elbette ki her evlilik, çoğunlukla şahit olduğumuz sıkıcı ve tekdüze evliliklerden biri olmak zorunda değil. Hatta çevremde pek keyifli ve neşeli görünen evlilikler var, yok değil. Ama öyle dahi olsa "ne gerek var" diye düşünmeden edemiyorum.

"Alternatif dostlar"ın büyük bir kısmı; aile, akrabalar vs. gibi nedenlerle, yani mahalle baskısı yüzünden evlenmeye yelteniyorlar çoğunlukla. Ne kast ettiğimi anlatmama gerek yoktur herhalde. Çok iyi anlıyorum
onları. "Uğraşmak" istemiyorlar ailelerin dırdırlarıyla, vırvırlarıyla. Hatta bazı ailelerinki "dır" ve "vır"la sınırlı kalmıyor, bayağı rahatsız oluyorlar "ismi konmayan" ilişkinin "uzamasından"; hele ki birlikte yaşama, birbirinde kalma gibi konulardan. Bu durumda da ya bol miktarda yalan söylenmek zorunda kalınıyor ya da onları memnun edecek ve toplumun gözünde ilişkiyi meşru bir hale getirecek imzayı atıveriyorlar. Ben öyle yapmazdım ama anlıyorum. Sınırlı enerjimizi, sınırlı zamanımızı, tahammül sınırımızı idareli kulanmamız gerektiğinden, burada kullanmak istenmeyebilir elbette.

Benim ailesel anlamda öyle dertlerim yok, hiç olmadı. Annem de babam da hiçbir zaman bu konularda en ufak bir şey söylemezler, hatta herhangi bir yorum dahi yapmazlar. Ama yapsalar da, söyleseler de bu sadece onları bağlardı. "Ay onlar mutlu olsun" diye herhangi bir adımı, hele ki inanmadığım bir adımı atmayı her şeyden önce kendime saygısızlık olarak görürüm ve hiçbir konuda, başkalarının kararımı şekillendirmesine izin vermem. Benim için çok net.

Sayın okuyucu, şunun zaten farkındayım elbette: Yaşadığımız ülkede nüfusun çok büyük bir kısmı için söz konusu bile değil bunları tartışmaya açmak. Bütün bunları, bu konuları sorgulamaya, değiştirmeye cesaret etme potansiyeli olan azınlığa yönelik yazıyorum.

Ve işte şunu düşünmeden -ve yazmadan- geçemiyorum: Bütün o değişimler, gelişimler her zaman bu tip azınlıklar tarafından meydana getiriliyor ya... Bir de bu değişimler, hep, görmek istediği değişimin kendisi olan kişilerin eylemleriyle vücut buluyor ve zaman içinde "normalleşiyor" ya... Bu nedenle "bizim alternatif"ler kendi gerçeklerini yaşamayı seçmeyip "kolaya kaçtıklarında" (yargı değil, yorum) biraz hayal kırıklığı hissediyorum belki.

Ama tekrar ediyorum, tabii ki herkes enerjisini neye harcamak isterlerse ona harcıyor nihayetinde. İllaki idealist olmak zorunda değil hiç kimse; -ve evet, ben de-...

Yalnız evlenilmesinden daha çok tetiklendiğim bir konu var, o da evlilik olayına bu kadar tezahürat yapılması. Hayatta yaşadığımız hiçbir konuya bu kadar sevinmiyor dostlarımız, yaptığımız hiçbir paylaşım bu kadar çok "like" almıyor sevenlerimizden. "Evleniyoruz" haberi, "ay teklif etti" paylaşımları ve benzerleri nasıl da sevindiriyor romantik dostlarımızı. En güzel bir işe de girsen ya da kendi işini kursan, Amerika'daki en iyi okullara master'a da kabul edilsen veya -ne bileyim- peygamber olduğun/olacağın bilgisini de paylaşsan, bu bilgilerin hiçbirinin (combo yapıp hepsini toplasan bile) bir "evleniyoruz, çok mutluyuz"la baş etmesi mümkün değil. İşin en ilginç tarafı da bence: evlilik, yurdum insanlarının en az % 95'inin gerçekleştirdiği bir şey. Yani -yukarıdaki tartışılabilecek ve itiraz edilebilecek- savlarım, bu kurumu gereksiz bulmalarım falan bir yana, -itiraz edilemeyecek kadar- açık bir şekilde, evlilik öyle pek de özel bir vaka değil. Herkesin yaptığı bir şey işte, günün sonunda. Ama işte evlenmek, "yuvanı kurmak" öyle bir kutsallaştırılmış ki bu topraklarda -ve diğer toprakların da büyük kısmında-, en "alternatif"imiz bile kendini otomatikman seviniyor buluyor böyle bir habere, basıyor "like"ı.

Bayağı şaşırıyorum fakat tam olarak anlam veremiyorum bu duruma ((:

Ufak bir örnekle bitireceğim. Bu örneğin içinde ben varım ama inanın objektif olarak şaşırıyorum buradaki duruma, kişisel bir hayal kırıklığı değil paylaşacağım şey: Geçenlerde bizim "jam" feysbuk grubunda kitap bastıracağımı ve bunla ilgili yapmış olduğum destek çağrımı paylaştım arkadaşlarımla; aynı gün, galiba bi' yarım saat sonra falan, jam'den iki arkadaşım evlilik kararı aldıklarını paylaştılar bir fotoğraf eşliğinde. Sonuçlar şöyle: Emre'nin kitap bastırma haberi ve destek çağrısı -an itibariyle- 8 kişi tarafından beğenilirken, canım arkadaşlarımın evlilik haberleri şimdiye kadar 47 kişi tarafından beğenildi, üstüne 26 kişi yorum yazdı; işte "tebrikler", "mutluluklar" vs...

Dediğim gibi, evlenmeye niyetlenen sevgili arkadaşlarımı yargılamadığım gibi kişisel bir hayal kırıklığı da değil anlatmaya çalıştığım. Sadece anlam vermekte zorlanma... Çok nadir karşılanan bir kitap bastırma haberi (üstelik topluluk desteğiyle yazılan, yine bu destekle çıkacak ve hatta dağıtılacak olan bir kitaptan bahsediyoruz), çok sık karşılaşılan bir evlilik haberinin yanında çok az ehemmiyet taşıyor. Bunu anlamaya çalışıyorum...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

19 Eylül 2015 Cumartesi

Ah şu para mefhumu!

Bilenler bilir, para konusuna epey takmış durumdayım. Gerek yapmaya çalıştığım zihinsel analizlerle, gerek yaptığım okumalarla, gerekse konuya dair yaşadığım tecrübelerle bir süredir bu sularda geziniyorum. Konuya dair önemli farkındalıklarımın oluştuğunu düşünüyorum ama bunları doğru cümlelerle aktarmaya her zaman yeltenemeyebiliyorum. Bazen de deniyorum, şimdi deneyeceğim gibi...

Aylardır kafamda dönen bir cümle var: "Para kazanmak için, yapılan şeyi metalaştırmak gerekiyor." ("Meta"nın tanımından bile emin değildim aslında ama şimdi TDK'dan baktığımda "mal, ticaret malı" olarak tanımlandığını görüyor, yola devam ediyorum.) Ne kadar güzel şeyler yaparsan yap, insanlara veya diğer canlılara/cansızlara ne kadar fayda sağlarsan sağla; yaptığın şeyi metalaştırmadığın sürece para kazanamıyor, dolayısıyla geçimini sağlayamıyorsun. "Eee, ne var ki bunda?" gibi soruları duyar gibiyim. Bir şey yok bunda, yani aslında çok şey var ama şu anda eleştirmekten çok, durumu anla(t)maya çalışıyorum.

C.Eisenstein ve M.Bookchin'in söylediklerinin çok kaba bir sentezini yaparsak; herkesin birbirini tanıyacağı kadar küçük, temel ihtiyaçların karşılanacağı kadar büyük bir toplulukta, tüm bireyler hayata sunmak üzere geldiği armağanlarını ortaya sunarken bütün ihtiyaçlarını giderebilecektir. Gıda, barınma, sosyallik, tıbbi bakım vs... Herkesin birbirini tanıması ve birbirine bağımlı bir topluluk olma hali; yapılanların görülmesini ve takdir edilmesini, yapıl(a)mayanların ise hoş görülmesini sağlarken yeterli çeşitlilik içeren büyüklükte bir topluluk, ihtiyaçların giderilmesini garanti altına alacaktır.

Fakat dünyamız öyle değil şu anda. Kendine yeten topluluklar olma halinden çok uzaktayız. Her birimiz, birbirini tanıması mümkün olmayan kocaman bir ağın parçasıyız; ayrıca hemen hiçbirimiz armağanlarını özgürce sunamıyor. Zira ihtiyaçlarımızın giderilmesi garanti altına alınmamış olduğu için bunu "tek başımıza" gerçekleştirmemiz gerekiyor (aksi takdirde ihtiyaçlarımızı giderMEmeyi garanti altına almış oluyoruz) ve yapmamız gerekense para kazanmaktan başka bir şey değil.

Ve başa dönüyorum: Bilgiyi, beceriyi veya sahip olunan herhangi bir şeyi metalaştırarak bundan parasal kazanç sağlıyor, kazandığımız para ile de -satın almak suretiyle- ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Denklem bu kadar basit.

Basit olmasına basit ama bunun daha güzel bir yolu olabilir mi? Bilgimizi, becerimizi, yeteneklerimizi, armağanlarımızı özgürce kullanabileceğimiz yeni bir sistem inşa edebilir miyiz? Bunları düşündükçe, tekrar tekrar, kendine yeten topluluklar olmanın güzelliğine ikna oluyorum. Oyun gibi bir yaşam, herkes armağanları doğrultusunda üretiyor ve özgürce paylaşıyor. Ne güzel değil mi? En azından idealde öyle fakat oraya giden yolun nasıl bir yol olduğunu net bir şekilde bilmiyorum. Yürüdükçe öğreniyoruz işte hep beraber.

Bu "ideal"e ulaşır mıyız, ne zaman ulaşırız bilmiyorum ama para kazanmanın bunca kutsallaştırılmasını değiştirmek (ama para kazanmayı kötülemeden!), iyi bir başlangıç olabilir sanki. Bir süredir parayla epey barıştım ve onun kötü bir şey olmadığını, bizim (yani bütün olarak insanlığın) onu kullanış biçimimizin onu kötüleştirdiğini düşünüyorum. Yani aynı para, hızla çirkinleştirdiğimiz dünyamızın güzel bir yer olmasını da sağlayabilir aslında. Yapmamız gereken tek şey, karar vermek.

Diyorum ya; paranın varlığı, para kazanmak kendi başına kötü veya iyi bir şey değil ama bunun bir çeşit kutsal eylem olmasından da hoşnut değilim. Geçenlerde yaşadığım küçücük -ve aslında her gün binlerce yerde benzerleri tekrarlanan- örnek benim için çok çarpıcıydı, nedendir bilmem...

Ayvalık'tayız, babamla birlikte. Bitişik evde yaşayan bir komşu var, babamla muhabbetleri fena sayılmaz. Bir çocuk geldi, elinde 1,5 litrelik su şişesinin içinde limonata. Annesi yapmış, o da satıyor. Aman babamın komşusunun ne hoşuna gitti; ne beğeniler, "aferin"ler, "işte böyle olacaksın"lar... Para kazanma öyle kilit bir noktada ki şimdiden harçlığını çıkarmaya başladığı için çocuk, dakikalarca övgü aldı. İşin ilginci, çocuk, satmaktan daha "yüce" olarak adlandıracağımız bir şey yapsaydı, misal, "annem limonata yaptı, ben de size ikram etmek istedim." deyip öylece hediye ediverseydi daha az övgü alacaktı. Ertesi gün kek getirse, daha ertesi gün bir tabak barbunya... I ıhhh, ne yapsa o satışı yaptığı kadarki övgüyü alamazdı çocuk. En ufak şüphem yok. Zira hiçbir şey "para kazanmak"tan daha elzem, daha kıymetli, daha kritik değil.

İşte bu algıları ve işleyişi bir şekilde değiştirsek diye hayal ediyorum. Yukarıdaki, basit bir örnekten ibaret ancak çevremize ve algılarımıza baktığımızda her yerde bunun türevlerini görebiliriz. Nasıl değiştirebileceğimizi bilmiyorum tabii ama durumu doğru bir şekilde saptarsak yol almayı başarabiliriz belki.

Konu çok geniş, çok karmaşık ve hayatlarımızın tamamına sızmış durumda. Bundandır ki bir yandan toparlamakta zorluk çekiyorum, diğer yandan konuya dair başka fikirler de dönüyor içimde ama bu yazıyı karmaşıklaştırmak istemiyorum. Yazmaya niyetlendiğim Şenlikli Ekonomi kitabında az çok hepsini toparlamayı umuyorum, bakalım o günler ne zaman gelecek (gerçi çok da uzak değil gibi). O günlere kadar, böyle, ara ara yazmaya devam...

-----------------------------------------
Birkaç gün sonra bu yazının devamı geldi, şuradan ulaşabilirsiniz.
-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

13 Eylül 2015 Pazar

Hikaye: Emekli bir aydının kendi kendine sayıklamaları

Bana öyle geliyor ki herkes her şeyi yanlış anlamış. Bir ben miyim doğru anlayan? Galiba evet ama işin kötüsü hemen herkes de aynı şekilde düşünüyor, düşünsenize... Yani doğru anlayanın "ben" olduğu bu kadar kesin olmasına rağmen büyük bir kısmınız sanıyorsunuz ki asıl sizsiniz doğru anlayan. Öyle değil işte ama öyle sanıyorsunuz. Nasıl etsem de uyandırsam sizleri, hiç bilmiyorum. Ben uyanığım çünkü, sizse uyuyorsunuz. Bu durumdan da memnunsunuz aslında. Bense sizin uyuyor olmanızdan, dahası, bu durumdan memnun olmanızdan hiç memnun değilim. Sarsmak, sallamak, seslenmek (hepsi de "s"yle başlasın zaten) kar etmiyor, "beş dakka daha" diye diye tükettiniz ömrü, yine yetmedi uykuculuk! Hımff!

Ayrıca çok fazla imla hatası yapıyorsunuz, bari onu yapmasanız. Dahi anlamındaki -de'yi nasıl bitişik yazarsınız yahu? Kimdi sizin Türkçe hocanız? Hele bazılarınız var ya, adeta inadına yapıyorsunuz. Aynı cümle içinde bitişik yazılması gereken ekleri ayrı, ayrı yazılması gereken kelimeleri bitişik yazarak beni deli edebiliyorsunuz. "Anahtarım sen demi?" Yani insan olan yazmaz yandaki cümleyi ama siz yazıyorsunuz. Kuzum sanırım siz cahilsiniz.

Değerimi bilmediniz, ben de kapadım kendimi bu sayfiye kasabasına. Burada yazlar sıcak ve kurak, kışlar ılık ve yağışlı geçiyor. Yazları sıcak, kışları ise yağış nedeniyle ayrıca eve de kapanıyorum ama bahar ve güz aylarında çıkıyorum dışarı. Burası bahar ve güz aylarında çok güzel oluyor biliyor musunuz? Tabii ki bilmiyorsunuz, siz ne anlarsınız mevsim geçişlerinden, yeşilden, maviden... Siz hiç bir kedinin gözlerinde kayboldunuz mu? Ben kayboldum, hem de kaç kere. Peki ya, daha tan yeri ağarmadan uyanıp kalkıp güneşin doğuşunu izlemek için bir yerlere yürüdünüz mü? Ben yapıyorum bazen, sonra selfie çekip facebook'ta paylaşıyorum cümle alemle. Bir keresinde 21 "like" aldı paylaşımım. İstiyorum ki herkes anlasın hayattan nasıl keyif alınacağını ama ı ıhh, olmuyor. O 21 kişiden biri, hayatında bir kez, ben gibi sabahın köründe kalkıp güneşin doğuşunu izlemek için kıçını kaldırdı mı? Hiç sanmıyorum. Kaldırsa facebook'ta paylaşırdı bi' kere. İnsan o saatte kalkıp böyle bir güzelliği yaşıyorsa eğer, ya bunu facebook'ta paylaşıp hava atmak için yapıyordur ya da içinden geldiği için yapıyordur ama yine de facebook'ta paylaşmaktan kendini alamaz. Gerçi şimdi düşünüyorum da facebook kullanmayan arkadaşlarım var benim, nasıl oluyorsa... Sahi facebook yokken biz ne yapıyorduk...

Ne kadar çok "facebook" dedim, nerdeyse anlamını kaybedecek.

Siz değerimi bilmeseniz de ben sizler için elimden geleni yapıyorum. İki çocuk okutuyor, e-imza kampanyalarına destek verip duruyorum. O değil de iyi ki çıktı şu e-imza kampanyaları. Oturduğun yerden aktivistlik, büyük rahatlık valla. changeorg'suz bir hayat düşünemiyorum bile artık. İnsan ne çabuk alışıyor, değil mi rahatlığa? Daha dün su kenarına çamaşır yıkamaya giderken bugün köy evlerinin bile çoğunda bulaşık makinesi var artık. En azından bizim civar köyler öyle.

Ayrıca ben hiç televizyon seyretmem, biliyor musunuz? Akşamları nasılmı* vakit geçiriyorum? Okuyorum azizim, okuyorum. Günde en az 100 sayfa okumadığım günü yaşanmış saymam ben. Ne bulursam okurum ama en çok da felsefe... Hangi düşünür ne söylemiş, ne düşünmüş, hepsini bilirim. Şimdi gösterirdim bilgi dağarcığımı ama hava atar gibi olmasın diye göstermiyorum. Ayrıca göstersem, siz görebilir miydiniz bilmem. Ehh, yukarıda sizi cehaletle suçladığıma göre tutarlılık adına oradan devam etmem gerekiyor. Yazdıkça fikrim değişseydi misal, yine bile çaktırmazdım. Hayatta net bir duruşun olacak azizim, aksi takdirde yer bitirir bunlar seni. Kim mi bunlar? Sen daha iyi bilirsin.

* "mı"yı şakadan bitişik yazdım, sizi denemek için...

Tabii şöyle bir sorun var ki sana giydirmeye bir kez başladığım ve yazdıklarımı silme, değiştirme gibi huylarım olmadığı için bu yazdıklarımı paylaşmaya cesaret edemeyebilirim, ve dahi edemem. Peki o zaman niye yazıyorum hala? Galiba yazmayı bitirir bitirmez bu kağıt parçalarını önümde yanan şömineye atacağım ve bir iki saniye içinde hepsi atmosfere karışacak. Bu durumda yazmaya devam etmem çok saçma sanabilirsin ama değil işte. Cahil herifler! (Nasıl olsa şömineye atıcam, rahatça sallayabilirim bence)

Cahilsin, bilmezsin yazmanın gücünü. Sanırsın ki sadece karşıdakine kendini anlatmak için yazarsın. Halbuki kendini kendine anlatmak için de en iyi yollardan biridir yazmak. Zihninin dehlizlerinde gizlenen ve farkında bile olmadığın düşünceler, duygular bu şekilde ortaya çıkıverir birden. Bazen bakarsın ve ürkersin çıkan şeylerden, bazen gurur duyarsın, bazen de şaşırırsın. Her koşulda iyidir ama yazmak. Ben her gün yazarım. Günlüğüme yazarım yani, hiçbir yere olmasa. İllaki gazetedeki köşemde yazmam gerekmiyor.

Ben bir yazarım. Bir yazarın yazar olduğuna nasıl ve ne zaman ve kim tarafından karar veriliyor acaba? Bak bunu hiç düşünmemiştim. Çok küçükken hep "bir yazar olucam" diye düşünürdüm ve oldum da. Ama ne zaman oldum? Ne yapınca yazar sayıldım? Kitabım basıldığı zaman galiba. Yani bir yayınevi ilk kitabımı basmaya uygun gördüğü an artık yazardım ben. Ya da belki o kitap çıktığı an yazar oldum. Veya ilk okur kitabımı aline aldığında... Yoksa bi' kitap bastırmak yazar sayılmak için yeterli olmayabilir mi? Gazete yazıları, dergide çıkan yazılar, şunlar-bunlar... Hangi noktada "yazar" oldum ben? Yoksa hala olmamış da olabilir miyim? Veya veya... Mesela çok net bir şekilde (yani hiç kimsenin şüphe duymayacağı kesinlikte, yani diyelim ki 4-5 kitabım var, ayrıca gazetelerde yazıyorum vs. Net yani, adam yazar!) yazar oldum ama sonra 30 yıl hiçbir şey yazmadım. Hala yazar mıyım? Öyleysem neden ve zamana kadar? Değilsem hangi noktada "artık yazar değil, yani 'yazmaz'" haline geldim? Bir kişi için "eski yazar" denebilir mi? Peki eski bir yazar, yeni bir "yazmaz"ın hiçbir zaman "yazar" olmamış olandan farkı nedir? Ve sonra pat diye bir şeyler karalamaya başladığında, hemen tekrar "yazar" unvanını elde edebilir mi? Çok uzadı ama içim rahat, şömine gürül gürül yanıyor ve yazacaklarım bittiğinde duman olacaklar.

Sahi, yanan bir kitaptan çıkan dumanı içimize çektiğimizde, bir şekilde o bilgilerin bir kısmını -ve dahi tamamını- içimize çekiyor olabilir miyiz? Farkına bile varmıyormuşuz meğer ama öğreniyormuşuz. Çok ilginç olurdu ve o zaman da şunu sorardım: Bir kitabı yaktınız ve iki kişisiniz. İki kişi birlikte içlerine çektiğinde, bilgileri yarı yarıya mı paylaşırlar? O zaman tek başıma yakarım daha iyi, bütün bilgileri kendime alırım. Hoş, o da mümkün değil ya; iki kişi bir kitabı "normal" yollardan okuduklarında bile aynı şeyi almıyorlar ki içlerine çekince öyle olsun.

İyice şaşırdım kendimi, neler düşünüyorum! Bi' kere yanan kitaplardaki bilgiler, o havayı teneffüs eden kişilere gitseydi, çok kültürlü bir halk olurduk. Az mı kitap yakıldı memlekette... Kimisi devlet gözetiminde, kimisi devlet gözetiminden kaçmak için. Bacalarda tüten o dumanları içine çeken halk bilinçlenseydi birazcık, ahhh... Bu hallere düşer miydik...

Onu diyordum, ben hiç televizyon seyretmem. Bi' tek belgesel kanallarını, en çok da National Geographic TiVi'yi. Gerçi şimdi National Geographic de Murdoch'a satılmış diye duydum. Artık onu da izleyemicez, desenize. Belki de en iyisi budur, bilinmez.

Oyy, ateş sönüyor, acele etmeliyim. Sonra unuturum da birinin eline falan geçer bunlar. Rezil oluruz vallahi. Bizim hanım da gelemedi pazardan, başına bir şey gelmiş olmasın.

Tamam, şu an yazdığım cümleyi bitirmemle bu kağıdı şömineye atmam bir olacak ve kendisinden sonsuza kadar kurtulacağım ama içimde ne yazdığıma dair bir merak da uyanmakla birlikte içimden çıkan canavar(lar)la yüzleşmeye kendimi hazır hissetmediğimden dolayı bunu yapmaya cesaret edemeyeceğim sanırım ve bu durumda bu yazdıklarımı -ben dahil- hiç kimse okumamış olacak ama olsun varsın, birkaç paragraf yukarıda gevelediğim üzere bütün bunları yazıp dışıma çıkarmış olmanın bile bende yaratacağı ferahlık halini düşünmek bile iyi geldi şimdi, her ne kadar neyin çıktığını tam olarak bilemeyecek ve dolayısıyla beni neyin ferahlattığını anlayamayacak da olsam, sonuçta yazdım çizdim ve rahatlamış olmam gerekiyor, şimdiye kadar okuduğum kitaplara göre ve son olarak da umarım kimse bunları içine çekmez!



-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki hikaye veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

kitap bastırıyorum, huuu!!

Bu blogu takip edenlerin veya muhabbet halinde olduğum kişilerin bildiği üzere bir süredir, 2012'de ivmelenen dönüşüm sürecimi, yaşadıklarımı ve yazıp çizdiklerimi toparlamaya çalıştığım bir kitap yazma peşindeydim ve bu iş artık nihayetlenmek üzere. Bana düşen kısmını hemen hemen tamamladım ve kalan ihtiyaçlarım için her zamanki gibi topluluğa başvurma joker hakkımı kullanmak istiyorum.

Nedendir bilmem, bu sefer, önce e-posta yoluyla ulaşmak istedim insanlara. Geçtiğimiz hafta içinde, e-posta adres defterimdeki bir sürü insana destek çağrısı yaptım ve geri dönüşler gelmeye başladı bile. Şimdi ise burada da paylaşıyorum ki daha geniş bir alana seslenebileyim. Aslında kitap için bir de facebook sayfası açmaya niyetleniyor gibiyim ve fakat kitaba hala isim bulamadığım için bu fikri bekletiyorum. Kitap bir an önce basılsın ve dağılsın istiyorum ama bu isteğim nedeniyle süreci aceleye getirmek istemiyorum.

Bahsi geçen mektubu aşağıya kopyalıyorum. Tanıdık/tanımadık herkesin desteğine sonuna kadar açığım efendim. Sevgiler...

------------------------------

Herkese merhaba,


Bu mektubu e-posta adres defterimde yer alan birçok kişiye göndermek üzere yazıyorum, belki kimilerinizle bir süredir iletişmemiş olsak da...


"Konu" kısmından anladığınız -ve bir kısmınızın bildiği- üzere ben bir kitap yazdım ve şu an itibariyle, basılmadan önceki son düzlüğe girdim. Bu mektubu da son düzlükteki ihtiyaçlarımı paylaşmak ve sizlerden destek istemek için yazıyorum.


Kitapta, son yıllardaki dönüşüm hikayemi, yaşadıklarımı, yazıp çizdiklerimi toparlamaya çalıştım ve bir an önce paylaşıma çıkarmak için sabırsızlanıyorum. Büyük kısmınızın bilmediği ise, bunu bir yayınevi vasıtasıyla değil de topluluğun desteği ile bastırma ve dağıtma kararım! Zaten yazım sürecinde de maddi-manevi ne kadar çok destek aldığıma bakınca, ortaya çıkan ürüne "kitabım" demekte zorlanıyor, "kitabımız" demek istiyorum.


Son düzlükteki ihtiyaçlarım neler mi?


1 - Öncelikli olarak, kitabı bastırmak için 4.000 TL'ye ihtiyacım var. Bu para ile, tanesi 4 TL'den 1.000 adet bastırmaya niyet ediyorum.


2 - Basıma vermeden önceki teknik işler var. h2o kitap'tan Özcan Özen; dizgi, kapak gibi teknik konuları gönüllü olarak üstleneceğini belirtti. Fakat kapak için, sanat yönü kuvvetli arkadaşlarımdan fazladan destek alabilirim diye de düşünüyorum. Ne dersiniz?


3 - Bandrollü olmadığı için kitabevlerinde satılması mümkün olmayacak olan bu kitabın dağıtımında da topluluk desteğine ihtiyacım olacak. Aklımda buna dair bir sürü fikir var ama bu mektubu kısa tutmak adına bunları buraya yazmayacağım. Bu konuda destek olmak isteyenlerle daha detaylı konuşuruz.


Bu üç maddenin herhangi birine veya birkaçına dair destek sunmak isteyenler bana ulaşsın lütfen!! ((:


Ha bu arada... Topluluk desteğiyle yazılan ve yine bu destekle basılıp dağıtılacak olan bu kitap satılmayacak, isteyenlere ücretsiz olarak armağan edilecek. Bunla birlikte, kitapta, kitabı okuyan ve karşılık armağanı vermek isteyenler için alanın açık olduğunu yazıyorum elbette. Armağan ekonomisi prensipleri çerçevesinde her türlü geri dönüşe sonuna kadar açığım.


Şimdilik bu kadar. Desteklerinizi heyecanla bekliyorum!


Birlik ve sevgi dolu günlere,
Emre