Sayfalar

24 Şubat 2015 Salı

peki bu neydi?!

Sıkça yaşadığım bir şey var ki bu gece de vuku buldu. Uyanıyorum gecenin karanlığında, çişim gelmiş. Bir anda içimden diyorum ki "Saat 3:17" , ve -her zaman değil ama- çoğunlukla dakikası dakikasına biliyorum. Bazen bir iki dakika oynayabiliyor, nadiren de alakasız bir saat söylemiş olabiliyorum.

Ama bir önceki gece bir ilk gerçekleşti, paylaşmak istiyorum: Uykuya dalmadan önce dedim ki "Gece uyanıcam ve bakıcam, saat 4:12 olacak" Gece uyandım, bir iki dakika döndüm, sonra kalktım, çişimi yaptım; ve sonra telefonu açtım, saate baktım ve 4:16 idi. Yani uyandığımda gerçekten de ya 4:12 idi ya 4:13!

Nefesim kesildi! Hala da şaşkınım.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden!

Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

18 Şubat 2015 Çarşamba

Uçuyorum!

Çoğu, bir süredir yaşayageldiğim şeyler ama ben hala inanamıyorum; hala, durmaksızın ve mütemadiyen coşkulanıyorum.

Banka hesabıma bakmaya doyamıyorum, yine sekiz yüz küsur lira olmuş! Merkez bankası gibi hissediyorum, adeta para basıyorum. Son birkaç haftada yine, yarısından fazlası hiç tanışmadığım insanlardan gelen, 10 TL ile 250 TL arasında değişen paraların, internet bankacılığından gördüğüm yansımasına bakmaya doyamıyorum. Sanırım kafayı yiyorum. Ama nasıl doyabilirim ki! Gördüğüm yansımalar, topluluk desteğinin vücuda gelmiş hali. Muhteşem!

Betül'e, yapacağı yolculuk için aradığı para konusunda destek olmak için adres defterimden bir grup insana e-posta gönderdim, gelen dönüşlere çok seviniyorum. Başka bir arkadaşımın 1.500 TL'ye ihtiyacı vardı, bulmakla kalmadık, "destek lazım mı?" mesajları halen devam ediyor. Hem de hiç tanımadıkları, adını bile bilmedikleri bi' insan için... Keyiften hop oturup hop kalkıyorum.

Kitap yazacağımdan ve yayınevleri ile bağlantıya geçmek istediğimden bahsediyorum, bir sürü kişi geri dönüşte bulunuyor. Bağlantılandığım bir kişi, göndermiş olduğum taslağı anında değerlendiriyor ve yakın olduğu bir yayınevi için uygun olduğunu düşündüğü cevabıyla dönüyor; bunla kalmayıp benim yazıları farklı yayın organlarında (hatta biri İngilizce) yayımlamak isteyebileceğinden bahsediyor. Puff!!

Tabii bu tip durumlarda bize öğretilen kendini ağırdan satmaktır; heyecanını, sevincini belli etmemektir ya, umrumda değil! Ahan da belli ediyorum! Çok da mutlu oldum, ihtimaller bile güzel! Gerçekleşmeseler ne gam!

Her geçen gün daha çok tanıdık-tanımadık kişi, yazdıklarımdan bir şekilde heyecanlanarak ya da ilhamlanarak yazıyorlar bana. Fikir ve hissiyat alışverişi yapıyoruz! Herkesin gündemi kendine has olmakla birlikte hepsinin ortaklaştığı bir yer var: Değişim, dönüşüm! Herkes kendi yolunu arıyor artık. Bize çizilen yolun yol olmadığını, -Gülengül'e selam olsun- elimize tutuşturulmuş haritaları yakıp kendi yolumuzu bulmamız gerektiğini daha çok kişi görüyor artık. Görmekle kalmayıp harekete de geçiyoruz artık, kafamızı kumdan çıkardık! Ohh!

Özellikle son birkaç gündür üstümüze çöken, olup biten, "kötü" olarak atfettiğimiz hemen her şeyle de barışığım artık. Arada unutuyorum bu barışma halini ama sonra hemen hatırlıyorum. Galiba gerçekten de bütün bunları deneyimlemek için gelmişiz bu dünyaya ve galiba gerçekten de "iyi" diye, "kötü" diye bir şey yok. Galiba doğruyla yanlışın olmadığı bir yerde buluşmamıza az kaldı! Bunlar için bir kanıtım yok ve "bir şeylere" körü körüne inanıyor değilim. Şüpheci ve beş duyuyla hissetmeden inanmayan yanım her daim tetikte. Ama altıncı duyum da aldı başını gidiyor, bakalım nerelere varacak!

Kitabı bir an önce bitirmek istiyorum ama araya bu yazı giriyor. İçimden bütün bunlar fışkırıyor, tutamıyorum!

Uçuyorum...

Bi' de...

Coşkumdan -nedense- biraz da utanıyorum.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! 

Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

15 Şubat 2015 Pazar

"şiddet"li, "nefret"li gündemin bendeki yansımaları

Bu tip olaylar tam anlamıyla turnusol kağıdı vazifesi görüyor. Genç bir kadının vahşice öldürülmesi gibi olaylardan bahsediyorum, Özgecan gibi... Bu acı olaylar sonrasında kendimize bakmayı becerebilsek, şifalanmamız yönünde inanılmaz önemli adımlar atacağız. Gerçi -"maalesef" mi desem- biliyorum ki bu yazıyı okuyanlardan benle hemfikir olanlar bunu yapmaya zaten çalışıyorlar, olmayanlar ise hezeyanlarına devam edecekler. Bu durumda benim ve diğerlerinin bu -ve diğer- konu(lar)da yazıp çizdiklerinin, söylediklerinin ne işe yaradığı ciddi bir tartışma konusu. Gerçi en azından daha ortada duranlara etki ediyordur muhakkak.

Gerçek bir vahşet uygulanmış; bunu "kötü", "çok kötü" olarak addediyoruz, eyvallah. Allah, tanrı, karma, birlik veya benzeri herhangi bir şey varsa, daha doğrusu bunlara inanıyorsak, başa çıkması yine daha kolay gibi geliyor bana. Gerçi şu an sosyal medyada çınlayan "intikam", "kısas-a kısas" çığlıkları atanların çoğunun Allah'a inandığını, kendini müslüman olarak tanımladığını sanıyorum. Belki de inançlarından o kadar da emin değiller ki bu kadar kendilerini kaybediyorlar. Aksi takdirde olan biten ne olursa olsun, daha sakin karşılamalılardı sanki. Belki de yanılıyorumdur.

Gerçi konu bu değildi ve bunları yazmayacaktım ama dökülüverdi, vardır bi' nedeni. Asıl meramım şudur: Bu tarz bir olaya karşılık kısas-a kısas olmasını, bu kişilerin idam veya hadım edilmesini isteyenler, "şiddet"in tüm yakıcılığıyla kendi içlerinde olduğunu görmüyorlar mı? Bi' baksalar ta içlerine, nasıl bir dönüşüm geçireceklerinin farkındalar mı? Hem intikamın hiçbir zaman olumlu sonuç vermediğini, zıt kutupların her zaman birbirini beslediğini ve keskinleştirdiğini hiç mi düşünmüyorlar? Cevapların hiçbiri müspet değil, biliyorum da soruyorum işte.

-Bu aralar kendisine çok atıf yapıyorum ama- Krishnamurti'nin dediği gibi, ne nefret bizden ayrı bir şey, ne kıskançlık ne de sevgi veya diğer duygular. Nefret ediyorsam ben nefretimdir; kıskanıyorsam kıskançlığın, seviyorsam sevginin ta kendisiyimdir. Bunu görmek ve kabul etmek benim hayatımı kolaylaştırıyor. Okuyup öğrendiğim veya üstüme yapışan "belirli" bir inancım yok ama bütün bu kainatın öylesine bir tesadüf olmadığını her geçen gün daha da biliyorum sanki. Bu kadar büyük bir güzelliğin ve düzenin varlığına baktığımda, şu an için algılayamadığım ve belki de hiçbir zaman algılayamayacağım bir "bütün"ü görmeye başlıyorum.

Allah'a ve İslam'a inanıyorsanız, üzülmeyin, Allah zaten onları cehenneminde yakacaktır, Özgecan'ı da cennetine almıştır bile. Karmaya inanıyorsanız, üzülmeyin, başka bir hayatta zaten yaptıklarının karşılığını göreceklerdir; metin olun. "Hepimiz biriz aslında." diyorsanız, hiç üzülmeyin, zaten bütün bunları deneyimlemek için gelmişizdir dünyaya. Ya da -benim dememle olacak değil ya- üzülün, bu da oyunun bir parçasıdır.

Hiçbir şeye inanmıyorsanız, ussallığa (rasyonalizme), bilime, deneye dayanmayan şeyler sizi kesmiyorsa, yine de metin olun. Milliyetçilik anti milliyetçiliği, şiddet şiddeti, intikam karşı intikamı doğuruyor. Dünyaya ve kendi hayatınıza baktığınızda bütün bunları görebilirsiniz. "Ama ilk o(nlar) başlattı" demenin faydasını hiç görmedik binlerce yıldır. İlkokuldayken, ilk o çocuk saçını çekti belki ama sen ona uyup karşılık vermeseydin o sana tekme atmayacaktı. Ülkede isyan eden gruba bombaları yağdırmasaydın da onları anlamaya çalışsaydın, işler bu kadar çığrından çıkmayacaktı. Diğer ülke şunu yaptı diye sen karşılık olarak bunu yapmasaydın, olay savaşa dönmeyecekti.

Ha bu arada, suç hep karşı taraftadır di mi? Hiç bizde değildir. Hep onlar başlatır, onlar salaktır, onlar cahildir, onlar, onlar, onlar...

... ... ...

Galiba bütün bunları fark edebilmek için daha vaktimiz var. Kendime de defaatle hatırlatıyorum bunu. Metin olmayı, göremeyenlere kızmamayı, dünyayı kurtarma yükünü sırtlanmamayı...

Yine de kurtarsak güzel olur(du) ya...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! 

Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

13 Şubat 2015 Cuma

sıkça sorulan sorulara (sss) sıkça verdiğim cevaplar (svc)

Eş, dost, aile eşrafı olsun, otostopta tanıştığım kimseler olsun, sürekli yinelenen sorular var ve benim de bir "sık sorulan sorular"ımın olma vakti geldi de geçiyor galiba ((:

Bloga ilk kez gelenlere veya daha önce gelse de beni pek tanımayanlara kısacık ön bilgi: 2012 Temmuz'undan beri çalışmıyorum. 2012 Eylül'ünde evimi de boşaltıp iki yıla yakın -göçebe olarak- kafama ve kalbime göre takıldıktan sonra Mayıs 2014'ten beri üç kişiyle bir köy evini paylaşıyorum.

- Nasıl geçiniyorsun?

Elbette ki sık sorulan sorular listesinde açık ara bir numara! Geçim konusu en yakıcı konu ve birçoklarımızın hayatının tam merkezinde. Her şey bunun etrafında dönüyor ve düşünülmesi gereken daha önemli bir konu yok. Bu durumu kendi hayatımda değiştirdim ve daha çoklarının hayatında değişmesini umuyorum.

Bu soruyu cevaplamak için önce "geçim"den benim ne anladığımı söyleyeyim. Geçim, -öncelikle temel- ihtiyaçlarımı ne şekilde karşıladığımdır; parayla, değiş-tokuşla veya başka bir yöntemle... Barınma (kira), yemek ve iletişim (cep telefonu, internet) dışında olmazsa olmazım yok. Hatta çok önem vermekle birlikte iletişim masraflarımı bile kesebilirim gerekirse. Yani bunlara "mecbur" hissetmiyorum kendimi ama memnuniyetle kullanıyorum, ayrı. Eh, barınma, yiyecek ve faturalar için ayda 450 TL'nin rahat rahat yettiğini zaten geçenlerde yazmıştım.

Ben bu 450 TL'yi düzeltmenlik ve düzenlediğim(iz) çeşitli atölyeler ve zaman zaman yaptığım diğer ufak tefek işlerden, bir de tanıdığım veya tanımadığım eş dostun destekleriyle sağlıyorum. "İllaki kendi paramı tamamen kendim kazanıcam." deseydim de bu meblağı kazanmak atla deve sayılmaz di mi? Yani katiyen gözde büyütülecek bir şey yok aslında.

Ama bin(lerce) küsur lira kira verir, durmadan kazağımıza kazak, kravatımıza kravat ekler (bu arada ne saçma bir icattır, ayrı), sürekli telefonumuzu yenilersek; stres dolu hayatımızda bir nebze rahatlamak için avuntuyu sigarada, alkolde ararsak tabii ki geçinmek zor olur, tabii ki çok paraya ihtiyacımız olduğu yanılsamasına düşeriz.

- Sana parasal destek olan eş-dost da bu sistemin parçası değiller mi? Onlardan para aldığında sistemden gelen parayı kullanarak samimiyetsizlik yapmış olmuyor musun?

(Çok önemsediğim ve çok meşru bulduğum bir sorudur bu ve başlarda cevaplamakta zorlanıyordum. İçime sora sora bu konuda da epey netleştim. Soranlara, sıkıştıranlara selam olsun.)

Bana destek olan ve sistemde olan biri, en "şeytan" şirkette bile çalışsa, orada çalışıyor olma nedeni beni desteklemek değil. Yani orada "zaten" çalışıyor ve bu çalışmanın sonucunda kazanıyor olduğu bilmem kaç liranın yirmi lirasını bana armağan ediyorsa bunla ilgili içim rahat. Ha, bana sorsa, orada çalışmamasını ve bana armağan verememesini tercih ederim. Ama zaten çalışıyorsa, buradan bana ayırdığı pay beni rahatsız etmiyor. Ama mesela -olmaz ya- o şeytan şirket gelse ve "Emrecim" dese "biz senin ideallerini acayip destekliyoruz, sana destek olmak istiyoruz.", bunu kabul etmezdim. Aradaki farkı görebiliyor musunuz, bilmiyorum. Onlardan para almak, o şirketin yaptıklarını meşrulaştırmak olurdu. Kişiden almayı öyle görmüyorum.

Ayrıca büyümeye dayalı, faizli ekonomik sistem kocaman bir sermaye birikimi yarattı ve bu birikim sonrasında acayip dengesiz bir dağılım var dünyada. Hayalini kurduğum(uz) dünyayı yaratmak için de bu birikimi kullanmak işleri çok hızlandıracaktır. Aynı mantıkla, mesela bir ekoköy kuracaksak, kurumsal sosyal sorumluluk projeleriyle yaklaşan samimiyetsiz şirketlerin olası desteklerini kabul etmek istemezdim ama zengin birtakım kişiler dünyanın geleceğini ekolojik bir hayatta gördüklerini söyledikleri ve bunu reklam için yapmadıkları takdirde onların paralarını kullanırdım.

- Ailen ne diyor bu işe? Endişelenmiyorlar mı?

Valla öncelikle ailemin benim için endişelenmeleri onları bağlar. Onlar endişeleniyor diye hayatıma "normal" yollardan devam etseydim, şu anda mutsuz bir insan olurdum. Halbuki şimdi, geçtiğimiz günlerde otostop çektiğim arabadaki adamın sorusuna verdiğim cevapta olduğu gibi, ve gerçekten de, tanıdığım en mutlu insanım. Benim kadar mutlu olduğunu düşündüğüm birkaç kişi daha var bu arada.

Ha yine de cevap vermek gerekirse, endişelendiler tabii. Özellikle göçebe günlerimde -ve özellikle annem- benim için epey endişelendi. Elinde olsa yolumu değiştirmemi de sağlardı muhtemelen ama neyse ki değildi ((:

Endişeler ve "yarın ne olacak"lar o kadar baskın ki zihinlerde, "şimdi"ye bakan yok, daha doğrusu çok çok az.

- Hastalanınca ne yapıyorsun? 

Öncelikle hastalanmıyorum. Bünyem ve bağışıklık sistemim zaten kuvvetli olduklarından mütevellit eskiden de pek hastalanmazdım gerçi ama şimdi hiç hastalanmıyorum. Kaldı ki hastalansam bile doktora gitmeyi pek sevmem. Modern tıpla da pek aram yoktur zaten. Mini mini bir şeyler olduğunda da (hastalık değil de köy hayatında ayağa odun falan düşebiliyor mesela) Burcu'nun temel homeopatik bilgisi ve ilaçları gayet yeterli oluyor.

Ha yine de batı tıbbını toptan çöpe atıyor değilim. Batının iyi yanlarını almak lazım, di mi ama? Gerçekten ihtiyacım olduğu ve daha iyi bir çözüm yolu olmadığı takdirde tıpkı diğerleri gibi ben de sağlık ocağına, hastaneye vs. gidebilirim.

- E çalışmıyorsun hocam, nasıl oluyor o iş? Para?

Şimdi genel sağlık sigortası (gss) diye bir şey var, TC vatandaşı olan herkesin dahil olması zorunlu bir sistem (zorunlu sigortanın varlığı apayrı bir komiklik, di mi?). Yani çalışanı da GSS'li olacakmış, çalışmayanı da. Çalışınca kesintiler, şunlar-bunlar otomatikman ayarlanıyor da benim gibi çalışmayanlar başvuru yapıp gelir tespiti yaptırıyorlar. Birkaç kamu kuruluşu, birkaç banka ziyareti sonrasında kurum çalışanları evde ziyaret ediyorlar ve sonrasında, bir gelirin de yoksa primlerini devlet ödüyor, oluyor bitiyor. Bu, zaten eskinin yeşil kart uygulaması.

- Hadi şimdi iyi, yaşlanınca ne olacak? Kim bakacak sana?

Buna vereceğim cevap herkes için doyurucu olmayabilir ama orası doymayanları ilgilendirir. ((:

Öncelikle bu soruyu soranlar yaşlandıklarında ne olacak? Artık emekliliği de 65 yaşına kadar çektiler, eskisi gibi görece genç yaşta emekli de olunmuyor. Hemen hiç kimsenin iş güvencesi olmayan bir dünyada -ve ülkede-, mesela 50 yaşında işten çıkarıldığın takdirde o yaşta nasıl tekrar iş bulacaksın? Bu arada yaşlanacağından nasıl bu kadar eminsin? Yarın bir trafik kazası geçirmeyeceğinin, kanser vs. olup hayata veda etmeyeceğinin bir garantisi var mı? Hakkaten nerden biliyorsun ki yaşlanacağını?

Ayrıca bu soruya -bence- daha da güzel başka bir soruyla da cevap verebilirim: "Peki şimdi ne oluyor?" Hep yarın, hep endişe, hep garanti arayışıyla didinirken şu anın tadını çıkarabiliyor, gerçekten yaşıyor musun? Nefes aldığının farkında mısın? Yediklerin için, dostların için şükrediyor musun?

Kontra sorularla geldim de kendi cevabım da hayata olan güvenimden ibaret. Şu anki yaşam tarzım ve her geçen gün daha da fazla dikkat ettiğim beslenme düzenimden dolayı istatistiksel olarak daha iyi bir yaşlılık geçirme ihtimalim yüksek, yani yaşlanırsam. Bu kadar az tükettiğim ve her geçen gün kendime yeterlik konusunda adımlar attığım dünyada paraya olan ihtiyacım da her geçen gün azalacak; bu bir kehanet değil, olgu. Kaldı ki topluluk olarak yaşama, dayanışma hayalleri kuran biri olarak, bu hayallerim gerçekleştiğinde böyle şeyler için endişelenmeme hiç gerek kalmayacak.

- Peki hadi kendini kurtarıyorsun bu şekilde, keyfin tıkırında ama diğerleri ne olacak? 

Yine kontra soru ile gelme ihtiyacım var. Senin yaşam tarzın "diğerlerine" gerçekten kalıcı bir fayda sağlıyor mu? -Çoğunluk için söylüyorum- sistemin içinde çalışıp dev firmaların işleyişinde yer alırken, ekonomik ve militarist düzenin uzantısı devlete yığınla vergi öderken, her yıl yüzlerce kilo ambalajlı ürün tüketerek çöp ülkelerinin oluşmasına katkıda bulunurken, aktivist vs. de olsan gerçekten de değişimin bir parçası olabiliyor musun ki? Yani görmek istediğin dönüşümün kendisi olabiliyor musun? Bence mesele bundan ibaret.

Krishnamurti'den en çok bu konuda etkilendim ve söylediklerini içselleştirdim sanırım. Toplum dediğin bireylerden oluşuyor ve bireyler dönüşmedikçe; ideallerle, fikirlerle toplumun dönüşmesi nasıl mümkün olabilir? Yapabileceğimiz en iyi şey kendimizi dönüştürmek, içimizdeki çatışmaya, içimizdeki kötüye bakmak ve onu zamanla dönüştürmek. Diğerleri için ise, bu dönüşüm sürecini görünür kılmaktan, yani yazmaktan daha fazlasını çok istesem de yapamam.

- Köyde sıkılmıyor musun?

I ıhh, hemen hiç sıkılmıyorum. Yani sıkıldığım dönemler oluyor elbette ama şehirdekinden daha sık ve daha uzun süreli değil. Doğayla, ormanla, daha da güzeli kendimle iç içe yaşarken, sadece istediğim şeylere vakit ayırıp -yapacak, edecek, okuyacak, yazacak, araştıracak o kadar çok şey var ki- bunlara bile vakit yetmezken nasıl sıkılırım...

- Peki şehri hiç mi özlemiyorsun? Ya kültürel etkinlikleri, konserleri, şunu-bunu?

Şehirden ziyade çoğunluğu şehirlerde yaşayan arkadaşlarımı özlüyorum. Şehre gittikçe veya onlar köye geldikçe birlikte zaman geçirip arayı kapatmaya çalışıyoruz. Çalışıyor ve şehirde yaşıyor olduğum zamana göre çok daha verimli görüşmeler olduğunu söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.

Konserleri, festivalleri, şunları bunları da özlediğim oluyor elbette. Geçen ay son İzmir'e gidişimde bi' barda birer bira içtik de nasıl güzel geldi anlatamam. Neyse ki köyde yaşıyor olmak oraya prangayla bağlı olmak değil. Canım istediği zaman şehre gidip biramı da içiyor, canlı müzik de dinleyebiliyor, film festivallerinde -çalışmadığım için gündüz seansları da dahil olmak üzere- istediğim kadar film de izleyebiliyorum. Bunları "ha" deyince yapamıyorum elbette ama o kadar da olur, ne yapalım...

- Köylülerle aran nasıl, anlaşabiliyor musunuz?

Tabi tabii. Gayet iyi anlaşıyoruz her biriyle. Hiç sıkıntı yok.

- Hiç pişmanlık hissettiğin oldu mu, oluyor mu?

Ne göçebe zamanlarımda ne de köyde yaşamaya başladıktan sonra, pişmanlık hissettiğim tek bir an bile olmadı. Kaldı ki pişman olacak ne var ki, büyük bir keyifle yaşıyorum. -Olacak iş değil ama- bir gün tekrar eski hayatıma veya bir benzerine tutunmak isterse içim, gider bu yeni hayata tutunurum, olur biter. Almış olduğum hiçbir karar beni sonsuza dek bağlamak zorunda değil ki.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! 

Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?