Sayfalar

29 Aralık 2017 Cuma

Başkalarını Yargılamak Üzerine - Ram Dass

Bugün Ram Dass'ın şu güzel cümleleriyle karşılaştım ve hemencecik çeviriverdim. Funda da kontrol ederek birkaç güzel öneriyle çevirinin okunurluğunu kolaylaştırdı.

Kendimin ve tüm okuyanların kalbine dokunması, içselleşmesi dileğimle...

*** *** ***

 Başkalarını Yargılamak Üzerine
"Zihninizin nasıl yargıladığını izleyin. Yargılar, kısmen kendi korkularınızdan çıkagelirler. Diğer insanları yargılarsınız çünkü kendi oluşunuzda rahat değilsinizdir. Yargılayarak diğer insanlarla ilişkilerinizde nerede durduğunuzu anlarsınız. Yargılayan zihin son derece bölücüdür. Ayırır. Ayrılma, kalbinizi kapatır. Eğer birine kalbinizi kapatırsanız, kendi acılarınızı ve onlarınkini devam ettirirsiniz. Yargılama hâlinden çıkmak, açık bir kalple sizin ve onların çıkmazlarına değer vermeyi öğrenmek anlamına gelir. İşte o zaman, ayrılma yaratmaksızın kendinizin ve diğerlerinin sadece olmasına* izin verebilirsiniz.
Tek gerçek oyun, olma* oyunudur, güçlü ve zayıf parçalarımızı içerir. Bir şeyi ne kadar itseniz de o, orada kalmaya devam eder. Halının altına süpürülenler gittikçe büyür. Zayıf taraflarınız güçlü olanlardan çok daha ilginçtirler çünkü bunlar size nerelerde olmadığınızı*, neler üzerinde çalışmanız gerektiğini gösterirler.
Sadece “öğreti için teşekkür ederim” diyin. Diğer bir varlığı yargılamanıza gerek yok. Sadece kendiniz üstünde çalışmanız gerekiyor.
Biri öfkenizi uyandırdığında, kızgın olmanızın tek nedeni, bir şeyin nasıl olması gerektiği düşüncenize tutunmanızdır. Gerçekte olanı kabul etmiyorsunuzdur. O zaman zihninizdeki beklentilerin kendi cehenneminizi yarattığını görürsünüz. Bir şey sizin düşündüğünüz gibi olmadığı için siniriniz bozulduğunda, sadece sizi sinirlendiren şeyi değil, düşünme şeklinizi de gözden geçirin. Birçok duygusal acınızın, evrenin nasıl olması gerektiğine dair kalıplarınızdan ve onun, olduğu gibi olmasına izin vermeyi becerememenizden kaynaklandığını göreceksiniz." 
Ram Dass

*Vurgular çevirmene aittir.

Çeviri: Emre Ertegün
Redaksiyon: Funda Aydın

Yazının orijinal metni: https://www.ramdass.org/judgment-others/

18 Aralık 2017 Pazartesi

bir akşam yemeği

Dün akşamki menümüzde üç çeşit yemek vardı (genelde iki çeşit oluyor, bazen de tek). Perşembe günü pişirdiğimiz ve dün üçüncü kez yediğimiz tarhana çorbası, cuma günü pişirdiğimiz ve dün ikinciye yediğimiz bulgur pilavı, bir de salata.

Tarhanamız, gıdamızın büyük kısmını karşıladığımız Fethiye Üretici Pazarı'ndan, hep alışveriş yaptığımız ama adını unuttuğum teyzeden. Bir-iki ay önce bir kg almıştık; lezzeti, besleyiciliği ve pratikliği ile sıkışık zamanlarda kurtarıcımız oldu; bu hafta yine aldık. Önce -köyde kendi topladığımız zeytinlerden elde ettiğimiz- zeytin yağında sarımsağı biraz çevirdikten sonra, bu yıl ilk kez biraz domates salçası da (ki onu da aynı pazardan başka bir teyzeden almıştık) ekledim, iki çevirdim, sonra soğuk suyu boca ettim tencereye, üstüne de tarhanaları. Karıştır karıştır, kaynasın, biraz bekle ve hoopp çorbamız hazır.

Funda'nın pişirmiş olduğu bulgur pilavımız armağanlarla örülü. Karakılçık bulguru, Bayramiç'te üretim yapan sevgili Eda ve Emrah'ın hediyesi. İkisiyle de henüz yüz yüze, göz göze gelmişliğim yok ama sanki uzun zamandır arkadaşmışız gibi. Eda, blogdaki yazılarıma istinaden bir ay kadar önce bana yazdı ve maddi destek olmak istediğini belirtti, bir de kendi deyimiyle "gözlerinin nuru" karakılçık bulgurlarını nasıl ulaştırabileceklerini sordu. Bu tip durumlarda mümkün mertebe, kargo şirketlerinden faydalanmak yerine eş-dost kargo kullanmaya çalışıyorum(z). Birileri bir yerlerden bir şey gönderecekse, acil bir durum olmadığı sürece, gelen-giden birilerini bulmaya çalışıyor, gerekirse biraz fazladan bekliyoruz. Hem ekolojik ayak izimiz azalıyor hem masrafsız oluyor hem de bu seçim, sürpriz arkadaşlıklara, buluşmalara gebe olabiliyor. Kargo ise son çare...

Funda o sıralar zaten İstanbul'a gidecekti ve onları yazıştırdım. Kısa bir kahve içimlik buluştular, Funda Eda'yı çok sevdi (sanırım tersi de geçerli), bulgurları ve Eda'nın bana ulaştırmak istediği cömert para armağanını ondan aldı ve güneye getirdi. O sırada Alanya'da, annemlerin yanında idim ve bulgurların bir kısmı onlara kısmet olmuş oldu (yaptın mı anne?). Bulgurda kullanmış olduğumuz kuru domates ve kuru patlıcanlar, çok sevgili Nihal ve Ceyhan'ın (Kır Çocukları) hediyesiydi. Geçtiğimiz ay bir siparişimiz olmuştu ve Nihal, sıklıkla yaptığı gibi bir hediyeyi de sıkıştırmıştı kolimizin içine. Soğanı önceki gün pazardan aldık; marketlerde veya şehirlerdeki pazarlarda kolay kolay bulamayacağınız bir şekli olan, lezzetli bir soğan (bir adı vardır mutlaka ama ben bilmiyorum). Zeytinyağının menşeini yukarıda paylaştım zaten. Böylesine armağan ve hikâye dolu ürünlerden çıkan bir yemek, keyifle ve sevgiyle de yapıldığında muhteşem oluyor elbette. Bayıla bayıla yedik iki gün üst üste. Üstelik Funda'nın pişirdiği ilk bulgurdu.

Salatayı ise dün, hiç acele etmeden, tadını çıkara çıkara yaptım. Roka ve maydonozlar, önceki haftaki pazar alışverişinden sağ kalan gıdalarımızdı; marul ve çok az taze soğan bahçemizden hasat; turp, havuç ve pancar, bu haftaki pazardan; limon eski köyüm Çandır'dan Işıl'ın hediyesi, nar ekşisi Fethiye pazarından (aslında biz de yaptık bu yıl ama önce satın aldığımızı bitirelim diyoruz), zeytinyağını biliyorsunuz. Malzemeleri bir güzel kesip biçip koparıp bir araya koydum, Güneş'ten öğrendiğim şekilde ayrı bir kapta sosu hazırladım, Çankırı menşeili rafine olmayan tuzu da ekleyip karışıma boca ettim; sosla malzemeler iyice hemhâl olana kadar karıştırdım ve salatamız da hazır.

Yemeğimizi büyük bir keyifle yedikten sonra sofradan sonsuz şükür hissiyle kalkıp ertesi günkü kahvaltıyı hayâl etmeye başladım ((: Belki bir gün de kahvaltımızı anlatırım.

çizim: Argın Kubin

***

Bu arada özellikle salatayı yerken, ne kadar büyük bir zenginliği içimize aldığımızı düşündüm. İçinde yeşillik var, turuncu-mor-beyaz kök sebzeler var, limon ağacından çıkan meyvenin suyu var, nar ağacından çıkan meyvenin ezilip sıkıldıktan sonra birkaç saat ateşte buharlaştırılmasıyla ortaya çıkan (ne emek!) muhteşem öz var, diğer bir kıymetli ağacın yere döktüklerinden elimizle topladığımız zeytinlerin, köyde komşumuz fabrikada sıkılmasıyla elde ettiğimiz yağ var. Her bitkinin yetişmesinde güneşin (ateş), havanın, suyun, toprağın muhteşem işbirliği var. Sadece şu salatayı yiyebilmemiz için doğanın ve insanoğlunun ne büyük bir emeği var, yan yana gelen. Bunun farkına varınca da başka türlü yeniyor sanki. Salata deyip geçmek ne mümkün...

Afiyet oldu! ((:

*** *** ***

Sayın okuyucu,

Bu mecrada okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse...


((:

emreertegun@gmail.com

11 Aralık 2017 Pazartesi

diğer yol

Şimdi derin bir nefes al ve çok öfkelendiğin birini gözünün önüne getir.

O kişi kim bilir ne yaptı sana ya da bir başkasına, başkalarına, belki doğaya, belki bir hayvana...

Belki sana yamuk yapan bir arkadaşın, belki bir ülkeyi savaşa sürükleyen bir devlet adamı, belki Anadolu'daki son vaşaklardan birini öldüren bir adam...

Bu kişi ya da kişiler, bu "kötü" şeyi yapmadan bir gün önce ne hâldeydiler acaba...

Peki ya ondan önceki gün, ve ondan önceki...


Eylemlerimiz, deneyimlerimiz sonucunda hayata verdiğimiz tepkiler ya hani...

Geriye gitmeye devam ettikçe bir yerde sebebe ulaşacağız.

Sevgisiz bir çocuk olarak mı yetişti, ailesinden şiddet mi gördü, bir takım "zararlı" fikirleri arkadaşları mı kafasına soktu, başkalarından kazıklar mı yedi de şimdi sana kazık atıyor...

Sebebi bulduk ya da bulamadık, gitmeye devam et...

10 ... 9 ... 8 ... derken bebekliğine kadar uzan o "kötü" kişinin.


Ve bak şimdi o bebeğe.
"Kötülük" o bebeğin içinde mi?
İleride yapacaklarını şimdiden belli ediyor mu?
Kötü kötü mü bakıyor?
Var mı öyle bir bebek?
Suçlu mu şimdiden?

***

Yine derin bir nefesle bugüne dönelim.

Şu an bebek olan bir insana bak dikkatlice.

Çok tatlı değil mi? Agu bugu oynuyor, gülücükler saçıyor ortalığa...

Şu anda kaç tane bebek varsa hepsi de birbirinden tatlı, temiz ve saf.
Öyle değil mi?

Belki bunların bir kısmı, büyüyünce dünyanın altını oyanlardan olacak.

Belki bir kısmı birilerini taciz edecek.

Belki bir kısmı cinayet işleyecek.


Bir kısmı da "iyi" şeyler yapacak.

Neye göre olacak acaba bunlar?

***

Ve ileride de şimdinin bu agu bugu bebeklerinden birileri nefret edecek,

"Kötülüğün" o kişinin özünde olmadığını anlamamaya devam ettiği sürece.


O ona, öteki berikine gıcık olmaya devam edecek,

Gıcık olmaların, tetiklenmelerin, aslında kendindeki bir yerlere işaret ettiğini fark etmediği sürece.


Kesmeye, biçmeye, öfke duymaya devam edecek,

Kendi doğrusunun tek doğru, kendi siyasi görüşünün en iyi görüş, kendi dininin esas din olduğuna inanmayı sürdürdüğü sürece.

***

Ama bir yol daha var
çizim: Aslı Kuşakçıoğlu

Parlayan bir ışık var

Büyük bir hızla tek tek aydınlatan bizleri


Farkındalığın ışığı

Göreceliliğin ışığı

Kabûlün ışığı

Güvenin ışığı


Bu ışığı güçlendirdikçe

Bu ışığı parlattıkça

Orada güzel bir dünya var

Görebildiğimiz

Dokunabildiğimiz

Hemen bugün, hemen şimdi yaşayabildiğimiz


Seçim bizim,

Anbean...


Derin bir nefes...


*** ***

NOT:

Canım okuyucu,

Okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse...


((:

emreertegun@gmail.com

8 Aralık 2017 Cuma

yelken ol, balık ol, su ol

Bir zamanlar, olmak ve yapmak karşıtlığı (?) üzerine düşünüp duruyordum. Özellikle son zamanlarda başkalarından da sık sık buna dair bir şeyler duyuyorum ve bir süre önce, ben de dâhil olmak üzere birçoğumuzun bunu yanlış anlamış olduğumuzu fark ettim. Bunu fark etmemi sağlayanlardan biri Andrew olmuştu: "Olmak yapmayı içeriyor." demişti basit bir şekilde, ki bu basit cümle bana çok şey anlatıyor.

Tabii ya! Sanki bir karşıtlık olması lazımmış gibi. Tam da karşıtlık olduğunda çatışma doğuyor ve çatışma olan yerde huzur barınamıyor halbuki. Peki iç içe geçmeleri mümkün mü? Olmak, yapmayı nasıl içerir? Bunlar nasıl kol kola yürürler?

İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? Zamanımı mı doldurmaya çalışıyorum? Egomu mu parlatmaya çalışıyorum? Kendimi değerli hissetmeye mi çalışıyorum? Birilerine bir şey mi kanıtlamak istiyorum? Ya da mesela dünyayı kurtarmam gerektiğini falan mı düşünüyorum? Adımımı bu ve benzeri saiklerle atıyorsam, yapma hâlim, Andrew'un dediğine uygun düşmüyor bence. Burada eylemim, "oluş"umun bir parçası değil; doğal bir şekilde ve kendiliğinden ortaya çıkmıyor. Ya ego parlatma var, ya da korkular, kaygılar... Kendiliğindenlik yok, akış yok, saf sevgi yok.

İçimde bir şey yapma isteği duyduğumda bu nereden geliyor? İçimden, özümden, canımdan mı? Atacağım adım kanımı mı kaynatıyor? Dünyaya bunu vermemeyi, bunu yapmamayı düşünemiyorum bile mi? Ahh işte, böyle olduğunda yapacağım eylem, "oluş"umun bir parçası, hatta ta kendisi! Bu durumda saf sevgi var, kendiliğinden ortaya çıkana, yazgıya teslim olma var. Ve işte bu durumda, olmak yapmayı içeriyor.


çizim: Duru Betül Çetin

Peki kaçımız böyle bir hayat yaşıyor? Kaçımız gerçekten içinden taştığı gibi, içinin coştuğu yönde hareket ediyor; ya kaçımız Yaşam Nehri'nin kıyısında cansız bir havuzcuk yaratıyor ve bu birikintide debelenip duruyor?

***

Çevremize dikkatle bakıyor muyuz hiç? Büyük çoğunluğumuzun (bence, alternatif yaşadığını düşünenlerimiz bile) birbirimizin ne kadar kopyası olduğunun, olmaya çalıştığının farkında mıyız? Bir yandan bütünün bir parçasıyız ama bir yandan da ne kadar büyük bir zenginliğin farklı ifadeleriyiz aslında ve aynılaşmaya çalışmamız çok hazin değil mi?

Toplumun bellettiği, sıkıcı ve sığ hayatları yaşamaya çalışmaya devam mı edeceğiz? Tepkilerimizin, nerede ne söyleyeceğimizin bile aynı olduğu, koşullanmış, -Krishnamurti'nin deyimiyle- ikinci el yaşamlar... İkinci el olsa yine iyi, kaçıncı el oldu artık...

Biz özgür olmadan, kendi yaşamımıza egemen olmadan ne barışa yer var ne de huzura. Ne içte ne de dışta... Barış olmak için kendimiz olabilmemiz gerekiyor, kendimiz olmak için özgür olmamız gerekiyor. Özgür olmak için içimizin sesine önce kulak kabartabilmemiz, sonra bu ses doğrultusunda yürüyecek cesareti bulabilmemiz...

Bana inanmıyorsanız Orhan Veli'ye sorun.

"(...)
Heeey!
Ne duruyorsun be, at kendini denize;
Geride bekleyenin varmış, aldırma;
Görmüyor musun her yanda hürriyet;
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol;
Git gidebildiğin yere..." 
Orhan Veli Kanık - Hürriyete Doğru
***


NOT:

Pşşşt okuyucu, yaklaş biraz!

Eğer ki okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj, diğer...

Bilinen anlamda çalışmıyorum ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun "piyasada" maddi karşılığı yok. Bu nedenle muhtelif çağrılarla her türlü karşılık armağanına açık olduğumu hatırlatıyorum. Seve seve ve beklentisizce veriyorum ama almaya da son derece açığım.

Son iki yazıda tahin ve seyahat masraflarımdan bahsetmiştim ve ne mutlu ki birkaç kişiden karşılık aldım (şu an itibariyle altı-yedi aylık tahin masrafımı ve Alanya'ya tek yön geliş masrafımı bu şekilde karşıladım 😌); bu yazıyı ise faturalarıma adamak istiyorum. Elektrik, su, internet ve cep telefonu masraflarım ayda ortalama 70 TL. Katkı sağlamak istersen buralardayım. 😊

emreertegun@gmail.com

1 Aralık 2017 Cuma

benmerkezimizde kesişmeler

Bir süredir benliğimin genişlediğini hissediyorum. Bu his bazen epey derinden geliyor bazense o kadar değil.

Bazen diğeriyle, bazen diğer-ler-iyle, bazen ise herkesle ve her şeyle bir olduğumu hissediyorum; işte o zaman kocaman oluyorum, enginlere sığmayıp taşıyorum. O zaman tüm ayrımlar ortadan kalkıyor. Her şey ve hiçbir şey oluyorum.


Her zaman o noktada değilim. Benliğimin daraldığı, iyice daraldığı ve sadece kendimden, Emre'den ibaret olduğum zamanlar da yaşıyorum.

Diğer her konuda olduğu gibi bunda da sarkaç gibi salınıyorum. Bir oradayım, bir burada, bir şurada...

Ve her nerede isem, bunla kalmaya, değiştirmeye çalışmamaya, olduğumla mücadele etmemeye niyet ediyorum. Bu niyetim her konuda geçerli...

***

Benliğimin en güdük kaldığı anlarda bile, adımlarımı daha bütünsel bir bakışla atıyorum; neredeyse her zaman... Bütünün hayrına olacağına inandığım adımları atıyor, mesela benim için fazladan bir efora ya da zamana mâl olacak şeyleri, çoğu zaman, toplam faydayı gözetmek adına yapabiliyorum. Fakat bu durumda bile bunu fedakârlıkla yaptığım hissinde olmuyorum; normalim bu oldu artık. Bir şeyi yapmak benden bir birim eksiltecek ve fakat başka birine daha fazlasını ekleyecekse, bunu yapmamak ne mümkün... Zaten bu durumda o eksilme, zihinsel olarak bakınca var gibi görünen ama aslında hiç de öyle olmayan bir şey. Çünkü ben sadece ben değilim. Ve zira vermekle almak o kadar da farklı şeyler değiller. (Bkz. bir önceki yazı)

Aynı şekilde, aldığım zamanlarda da bütünün faydasını gözetmeye gayret ediyorum. Benim bir birim almam başka birinin bir birim kaybetmesi anlamına geliyorsa bile gönül rahatlığıyla alamıyorum. Sıfır toplamlı oyunlar beni kesmiyor, çekmiyor uzun zamandır. Tam da bu nedenle rekabet içeren hiçbir alışveriş, iş vs.nin içinde rahat etmiyorum. Birileri kazanamıyorsa, sınavı ben kazansam ne yazar; birileri siftah yapamazken satış yapsam ne fayda; ya da hem ben hem başka birileri kazanıyorken ekolojik bütünümüzden ya da toplumsal değerlerimizden kaybediyorsak mesela, ne anladım bu işten...

Bütünün kazandığı, pozitif toplamlı her türlü adıma varım; sıfır ve negatif toplamlılara, ı ıhh.

"benmerkezimizde kesişmeler"* - Ahenk Köroğlu

***

Bu arada bence herkes bencildir, bencil olmalıdır ve bencillik sanıldığı kadar kötü bir şey değildir. İş onu nasıl tanımladığımız, nasıl uyguladığımızla ilgili.

TDK "bencil" için yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan diyor mesela ve buradan "yalnız" kelimesini çıkarınca bencillik o kadar da fena bir şey gibi görünmüyor bana. Bir kere insanın kendini düşünmesi kaçınılmaz bir durum. Tüm canlılar öncelikle kendilerini düşünürler. Bunun aksi, olsa olsa, idealize edilen ve doğal olmayan bir yaklaşımdır; çoğu zaman uygulanamaz ve dahası, zaten uygulanması hiç de iyi bir şey değildir bana göre.

Bence kişi, kendi ihtiyaçlarını özenli bir şekilde gözetirken toplam faydayı da gözden kaçırmıyorsa en güzeli... Sadece kendi istek ve ihtiyaçlarını gözetmeyi olumlayacak değilim ancak sürekli özveri, sürekli verme hâlini de ne makûl buluyorum ne de sürdürülebilir...

Galiba en güzeli, benliklerimizin genişlemesi ve her şeyi kapsaması. Bu durumda, kendi çıkarını her şeyden üstün tutmak, bütünün çıkarını her şeyin üstünde tutmak anlamına geliyor zaten. Bir yandan da bu genişleme esnasında küçük ben'leri göz ardı edip bir şeyler için feda etmezsek bu iş tamamdır bence. Küçük ben de genişlemiş benliğin parçası; unutmamalı. Ben yoksam bütün de yok.

Yani yukarıda bahsettiğim şekliyle bencil olsak da benmerkezci (TDK, beniçinci demiş) olmasak; bu ince ayrımı kıvırsak, diyorum.

Her konuda olduğu gibi orada bir yerde güzel bir denge var; istikamet orası olsa...

* Ahenk'in resme koyduğu isim, yazının da da ismi olmak istedi.

***
NOT:

Canım okuyucu,

Okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj, diğer...


Yazılarımı beklentiyle, karşılığında bir şeyler almak için yazıyor değilim. Zaten birçoğu kendiliğinden akıyor ve içimdekileri paylaşabiliyor, kendimi duyurabiliyor olmak başlı başına kocaman bir armağan. 


Bunla birlikte, bilinen anlamda çalışmadığım ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun "piyasada" maddi karşılığı olmadığı için, bu tip çağrılarla her türlü karşılık armağanına da açık olduğumu hatırlatıyorum. Seve seve veriyorum, almaya da çok ama çok açığım.


Geçen sefer tahin idi -ve birkaç kişiden karşılık aldım- 😌, bu yazıyı ise şu aralar gerçekleştirdiğim ve gerçekleştireceğim seyahat masraflarıma adamak istedim. ((: Geçen hafta İzmir'e giderken 30, dönüşte 35 TL masrafım oldu (blabla kullandığım için hesaplı yolculuklar). Önümüzdeki hafta ise annemi ve birkaç dostu ziyaret etmek için Antalya taraflarına gidip geleceğim. Blabla'da uygun ilan bulup bulmamama göre, gidiş-geliş 70 - 120 TL civarında masrafım olacaktır. Sonra ay sonuna doğru yine bi' İzmir... Bunlara -az-çok demeden- katkı sağlamak ister misin? 😊

emreertegun@gmail.com