Sayfalar

17 Ocak 2016 Pazar

Datça çıkarmamız

Geçtiğimiz günlerde iki günlük Datça yaptık Burcu'yla. Anlatmak istiyorum biraz.

Öncelikle fikir, daha önceki yazılarda bahsetmiş olduğum Güneybatı Toplaşması'nda tanıştığımız Hamdiye ve Deniz'in kendi üretimleri olan sabunlardan alma isteğimiz üzerinden şekillendi. "Nasıl gönderseler", "kargo da kullanmasak" vs. diye düşünürken "Biz mi gitsek Datça'ya?" dedim Burcu'ya, "Hem diğer dostları da görürüz.". Yalnız Begüm ve Gülengül'ün yokluğunda Bozo'yu kim gezdirecek, ona mamasını verecekti... Derken geçen hafta pazar günü, çok da hesapta olmayan bir arkadaşım Züleyha bizi ziyarete geldi. Ona sorduk, kabul edince, iki gün birlikte kaldıktan sonra evi ve Bozo'yu kendisine emanet edip yola düşmeye karar verdik.

Yeni soru, nasıl gideceğimiz idi. Otostop için hava çok elverişli değil gibiydi, dolmuşla falan gitmek de hem epey vakit kaybettiriyor hem de tuhaf bir şekilde araba ile iki kişi gitmeyle aşağı yukarı aynı masrafa geliyor. Tek derdimiz masraf da değil tabii, bireysel araç kullanımı ile fazla barışık olmak, gezegenimizin sağlığı için pek iyi değil, malum. Sonra dedik, iki kişi daha olsa, masrafları da karbonları da bölüşürüz. Hem blabla'da hem de bizim Dalyan-Çandır Meşk Grubu'nda duyuru yaptık ve Dalyan'dan Nuray ve kardeşi Şeyda, kendilerine iki günlük tatil hediye etmeye karar verdiler ve Salı günü düştük yola.

Öğleden sonra çıktığımız yol gayet güzel geçti. Özellikle muhteşem Marmaris-Datça yolunu gün batımına doğru yapmak ve havadaki harika bulutların görsel şöleni, yolculuğu daha da güzelleştirdi. (Ahh, hiç fotoğraf çekmeme huyum!) Akşama doğru vardığımız Datça'da bizi Hamdiye, Deniz ve pek datlı kızları Dünya karşıladı. Birlikte ufak bir lokantada bir şeyler yedikten sonra hemen yandaki pastaneye geçtik. Uzun süren kararsızlıktan sonra oradaki en ağır pastayı seçmem (yanında kahve ile) hiç iyi olmadı! Yarısına geldiğimde yetmişti aslında ama işte bu tip durumlarda durmayı hala öğrenemedim. Bir gün inşallah... Köyden indim şehre misali, pastaneyi ve pastaları görünce yokluktan çıkmış gibi tıkınmam lüzumsuz bir hazımsızlığa yol açtı ve tüm gece zorladı beni.

Sonra biraz yürüdük, bu esnada yoga dersi biten Melis'le buluştuk ve önce onun karnını doyurmak için başka bir lokantaya girdik. Yemekler nasıl güzel görünüyor ama midem bir o kadar şiş. Şiş olmasına şiş ama kendimi hiç beslenmiş hissetmiyorum! Lokantada sadece çorba içip biraz salata tırtıklamıştım, sonra da koca pasta... Buna beslenmek demek mümkün değil tabii. Ne yapsam ne etsem derken ot kavurması fena halde göz kırpmaya başladı. Midem dolu olmasına rağmen, dedim "bunu yersem daha iyi hissedicem." Sarımsaklı yoğurdu da koydurdum üstüne ve afiyetle yedim. Hem de kalan yaklaşık 1,5 porsiyonun hepsini! Ama gerçekten de, tuhaf bir şekilde, yer olmayan midemdeki hazım sürecine iyi geldi sanki. Öncesinden daha rahatlamış hissediyordum. Beslenmiş olma halinden olsa gerek...

Sonra hop Melislere* gittik. Emre (Melis'in yari), hayırlı bir takım işler için İstanbul'da olduğu için onu göremedik. Nihayet çok güzel bir ev bulmuşlar, onlar adına çok sevindim. Melis'le epey muhabbet ettik; para, ilişkiler, ekoloji derken geceyarısını nasıl ettiğimizi anlamadım. Yattık kalktık, keyifli bir kahvaltı, yine sohbet ve bir miktar oyalanmadan sonra istikamet Bostancık** idi. Benim için birer isimden ibaret olan Pınar ve Tuğrul, sonunda ete kemiğe büründü. Orada geçirdiğimiz birkaç saat hem çok keyifli hem de ilham doluydu. Bu yola baş koyanların, doğada gayet güzel hayatlar kurabildiğini bir kez daha hatırlamış olduk. Araziyi gezdik, oradaki yapıları, bitkileri Tuğrul'un ağzından dinledik; sonra da çay ve kek eşliğinde uzun ve doyurucu bir muhabbet!

Arazinin de sohbetin de tadı damağımızda kalarak oradan ayrıldığımızda akşam üstü olmuştu. Datça'ya geçtik ve önce benim panoramik diş filmimi çektirdik. (Devam eden diş sürecim apayrı bir hikaye! Datça'da yaşadığım güzellik dahil, hepsini başka bir yazıda anlatacağım.) Sahile gittik, hava kararmak üzereyken bulutlar muhteşem görünüyorlardı. Efil efil de rüzgar... O sırada babamla telefonda konuşurken ve ben ona ortamdan bahsederken tam içimden "birer bira alsak ya yahu!" diye geçirdiğim anda babam bunu dile getirdi, ve aynı anda Burcu da aynı şeyi düşünmüş! Dolayısıyla karar kendi kendisini oybirliğiyle aldı, ben babamla konuşmaya devam ederken Burcu da biraları kaptı-geldi. Hatta yaramazlığın boyutunu büyütüp yanına cips de almış...

Biralar içildi, cipsler yendi, şöyle bir tur atıldı ve yeniden Melis'le buluşuldu. Birazdan bahsedeceğim ahali evine birlikte geçmeden önce bir şeyler yedik, sonrasında biz kuruyemişimizi, Melis ise şarabını aldı ve ahali evine geçtik!

Ahali evi, Datça'da yaşayan sekiz ailenin (ki bunların hepsi de çocuklu) toplaşmalar ve diğer ortak ihtiyaçlar için kullanmak üzere tutmuş oldukları bir ev! İçinde çocuk oyun odası, bir oda daha, toplaşmalar için büyükçe bir salon, buzdolabı ve hatta bulaşık makinesinin de yer aldığı bir mutfak, kütüphane, masa, sandalye ve ihtiyacımız olan her şey vardı. (Dikiş makinesi bile...) Bizim gelmemiz üzerine de bir toplaşma tertiplendi, böylece bir sürü kişiyle birlikte olma şansımız oldu. Galiba 15 kişi falandık. Halihazırda tanıdığımız ve iki gün içinde görüşmüş olduğumuz Melis-Hamdiye-Deniz-Pınar-Tuğrul'dan başka 7-8 kişiyle daha tanışıp sohbetleştiğimiz, bir yandan da yiyip içtiğimiz güzel bir akşam...

Yiyip içmenin yanı sıra paylaşmak istediğim iki güzellik daha var: Birincisi, Deniz'in sorusu üzerine oyun konusunun açılması ve Burcu'nun heyecanıyla bir anda oyun oynamaya başlamamız. Herhalde yarım saat falan birkaç oyun oynadık ve gözlemlediğim kadarıyla herkes eğlendi. Oyunun, hayatımızda çok daha fazla yer etmesi gerekliliğini tekrar tekrar hatırlıyorum şu sıralar. İkinci güzellik ise, Datça'ya gitmemizin bahanesi olan sabunları alırken, Denizlerin de Burcu'nun keçe ile sarmış olduğu kalemlerden almaları ve bu alışverişin takas ile gerçekleşmiş olması. Daha da güzeli, bu takas gerçekleşirken "Sen sabunları kaça satıyorsun?" - "Bir sabun kaç keçeli kalem ediyor?" gibi sorular üzerinden değil de " - Biz bu sabunları alıyoruz siz de bu kalemlerden istediğiniz kadar alın. - Tamam, iki tane alıyoruz. - Aaa, bir tane daha alın bari. - Yok yok, iki yeter." gibi bir "pazarlık" üzerinden gidilmiş olmasıydı. Nihayetinde içlerin rahat olduğu, her iki tarafın da dengeli bir şekilde ayrıldığı bir değiş-tokuş oldu. Bu sürecin şahidi olmak benim için harikaydı!

Akşam ahali evinde kalacak gibiydik ama yine Melis'e gittik. Yorgunluk nedeniyle daha kısa bir muhabbet sonrası yattık, sabah oldu, bir şeyler atıştırdık ve Melis'le vedalaşma zamanı geldi. Bir takım yağlar, tentürler üreten Melis'in vermiş olduğu hediyeler ve birkaç da tohum ile yola düştük. Eski Datça'ya uğradık, şöyle bir dolandıktan sonra Datça merkeze indik ve Nuraylarla buluşup Dalyan yoluna düştük.

Sorunsuz bir yolculuk, akşam üstü eve varış. Biz gelmeden birkaç saat önce ayrılan Züleyha'nın, gitmeden derleyip topladığı ve -bizim yapamadığımızı yapıp- temizlediği evimize...

Böyle bir 2 gündü işte. Şimdi yazarken daha da farkına vardım, birçok anlamda ne kadar besleyici ve keyifli bir seyahat olduğunu. Şükran...

* Melis ve Emre'nin yol hikayelerinin tadından yenmez. morminor adlı bloglarında, Türkiye'de başlayıp Uzakdoğu'da devam eden yolculukları ve bu süreçte yaşadıkları dönüşümü okuyabilirsiniz.

** Bostancık'ta Tuğrul ve Pınar -galiba altı yedi yıl kadar önce- bir arazi alırlar ve burada yepyeni bir hayat kurmaya başlarlar. Öğrenme süreçlerini de sıkça yazarak blog takipçileriyle ve dostlarıyla paylaşırlar. Ben, varlıklarını yıllar sonra öğrendim, yazdıklarını yıllar sonra okudum. Benzer yollardan geçmiş olmam, onların altı yıl önceki sorgulamalarını benim(bizim) şu anda yapıyor olmam(ız) gülümsememe, süreçlerini paylaşmış olmaları kocaman bir şükran duygusuna neden oldu.

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

15 Ocak 2016 Cuma

yeni bir destek çağrısı!

Uzunca bir yazı oldu ama yavaş ve özenle okuyabilmeni dilerim. Kendimi doğru bir şekilde ifade etmek ve olduğum gibi anlaşılmak benim için çok önemli.


Abilerim, ablalarım,

Bu blogun yazarı ve bu yaşamın yaşarı Emre, üç buçuk yıl önce kafayı kırdı ve bambaşka bir yola saptı. Saptığı yolun en ayırt edici kısmı, bu yolun kocaman bir bilinmezden ibaret olduğu idi. Yol, gittikçe, kendiliğinden şekillendi, en azından ana hatları kolay kolay değişmez bir halde artık.

Doğayla dost ve onun bir parçası olan bir yaşam düşlüyor ve bunu kısmen yaşıyorum.
Başka bir dünya düşlüyor, düşlediğim dünyayı şimdide yaşamaya çalışıyor ve bunu büyük oranda yapabildiğimi sanıyorum.
Tüm ezberlerden sıyrılıp kendi doğrularımı bulmaya çalışıyor, bulduğum doğruları yeniden yıkıp yeniden oluşturuyorum.
Hayatın her anından keyif almaya çalışıyor, onun her parçasını ve bütününü kutluyorum. Bu harika deneyimi yaşadığım için şükran doluyum.
Bütün bunları deneyimlerken, her şeyi -becerebildiğimce- olduğu gibi paylaşıyor ve diğerlerine de kendi yollarını açmaları için destek olmaya, ilham vermeye çalışıyorum.
Olan bitenlere, ülkede ve dünyada yaşananlara gözümü kapatmıyorum fakat bunlar tarafından ele geçirilmeye izin vermemeye çalışıyorum. Değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için gayret edip değiştiremeyeceklerimi kabullenmeye, bu durumlarda bir gözlemci olarak dengede kalmaya çalışıyorum.
Tüm bunları uygulamaya çalışırken kendimle tutarlı kalmaya gayret ediyorum. Bir yandan her daim değişim-dönüşüm-devinim halindeyim, öte yandan hayatta belli konularda artık iyice kemikleşen bir duruş oluşturdum. Attığım her adımı düşünerek atmaya, yaptığım herhangi bir şeyin, tükettiğim herhangi bir gıdanın veya satın aldığım herhangi bir ürünün, kullandığım her damla benzinin doğaya, kendime ve diğer canlılara olan etkilerini göz önünde tutmaya çalışıyorum. Mümkün olduğunca, imkanlar elverdiğince tutarlı yaşamaya çalışıyorum. Aleme talkımları dağıtırken salkımları yutmamaya gayret ediyorum. Bu, her zaman çok kolay olmayabiliyor. Öyle bir dünyaya doğmuşum (yani, doğmuşuz) ki tam tutarlı bir hayat sürdürmek bir anda olabilecek bir iş değil. Ama işte, en azından, büyük tutarsızlıklara girmemeye, küçük olanlarına ise farkına vararak girmeye ve bunları her geçen gün azaltmaya çabalıyorum.

Bu blogun okuyucusu ve/veya bu yaşamın gözlemcisi olan sizler, saptığım yolda her daim destek olageldiniz bana. Almış olduğum maddi ve manevi destekleri buraya yazmaya kalksam paragraflar, bunun için duyduğum şükranı anlatmaya kalksam kelimeler yetmez. Yazdıklarıma, düşündüklerime gelen her yorum, e-posta kutuma düşen her okuyucu mesajı, banka hesabıma giren her kuruş ve bana önerilen maddi-manevi diğer tüm armağanlar beni öylesine zenginleştiriyor ki...

Canlar, cananlar,

Bilinen anlamda bir işim yok ama bence çok çalışıyor, çok üretiyorum (tartışılır tabii).
Resmi sigortam vs. yok ama kocaman bir ağın içinde inanılmaz güvende hissediyorum; maddi-manevi... İhtiyacım olan hemen her şeye bir çağrı ile ulaşabiliyorum ve bazen "Ben bunu hak edecek ne yaptım?" diye sorduğum oluyor.
Herhangi bir kurumsal dinin parçası değilim ama dayanışmaya, bir olmaya, kocaman bir bütünün parçası olmaya inanıyorum ve bu bütünün beni kolladığını görüyorum.
Sistemin hukukuna değil, oluşturduğumuz ve gelişen topluluklarımızın adaletine, hepimizi gözeteceğine güveniyorum; sistemin ambalajlar içinde sunduklarına değil, dostlarımın ve kendimin el emeği ile ürettiği gıdalara, merhemlere, oyuncaklara ve diğer eşyalara para ve enerji akıtmak istiyorum; sistemin ayrılaştırmasına, ayırmasına alet olmamaya, birleşmemiz için çaba harcamaya çalışıyorum.

Yani şimdiye kadar yaptıklarıma devam etmekten gayrı bir gayem yok aslında. Kendine maddi-manevi yeterli bir topluluk oluşturma yoluna taş döşemeye ve bu toplulukların her yerde filizlenmesine, halihazırda filizlenenlere ise katkıda bulunma çalışmalarına devam...

Dostlar,

Bunları yapmaya çabalarken, para kazanmak için fazladan bir efor sarf etmeyi -mümkünse- istemiyorum. Hepimiz için daha güzel bir dünya düşü kuran ve kendince bir şeyleri hayata geçirip diğerleri için de yol açmaya çalışan bir kişi olarak, ihtiyacım olan az miktardaki paraya (ayda yaklaşık 500 TL) -mümkünse- zorlanmadan erişmek istiyorum. Hatta -mümkünse- bundan da fazlasına erişmek istiyorum. (Daha fazla param olursa, yurt dışındaki kimi eko-köylere, eko-topluluklara ziyaretler yapar, oralarda edindiğim tecrübelerimi yine bütünün kullanımına açabilirim; başka bir dünyayı şimdide yaşayan / yaşamaya çalışan diğer dostları daha fazla destekleyebilirim; içinde yaşadığım topluluğun ortak kasasına daha fazla katkı sunabilirim; kırsalda binbir emekle üretim yapan dostlardan daha fazla alış-veriş yapabilirim. Örnekler ve yapabileceklerim listesi çoğaltılabilir ama kesin olan bir şey var ki ihtiyacım olandan fazlası elime geçtiği takdirde yapacağım şey yine güzellikleri beslemek olacak. Bu nedenle, kendimi daha fazla paraya kapatmak istemiyorum.) Zaman zaman düzenlemiş olduğum etkinliklerde, atölyelerde ne kadar paraya erişeceğime / eriştiğime dair bir endişe duymamayı tercih ediyorum; bu etkinlikleri -mümkünse- para kazanma kaygısı ile değil de verme, paylaşma gibi güdüler ile gerçekleştirmeyi istiyorum. Son aylarda kendime daha da sıkça sorduğum "Nasıl hizmet edebilirim?" sorusunu -mümkünse- tamamen kaygısız bir şekilde sormak istiyorum.

Yaşamımı yaşarken, yazımı yazarken, tecrübemi paylaşırken, etkinlik vs. düzenlemeye niyetlenirken maddi kaygılardan ne kadar azat olursam o kadar rahat, o kadar özgürce hizmet edebileceğimi düşünüyorum.

Dolayısıyla, yazılarımın okuyucularına, yaşamımın tanıklarına bir kez daha hatırlatmak ve yeni cümlelerle bir kez daha çağrıda bulunmak istiyorum: Bana maddi destek olmak, yaşamımı ve yaratımımı desteklemek, bu yolculuğun bir parçası olmak ister misin? Büyük meblağlar olmak zorunda değil elbette. Parası çok olan bir dostumun bana ayda 1.000 TL yollamasındansa 100 tane "deli"nin hiç üşenmeyip her ay 5 ya da 10 TL göndermesini çok daha fazla isterdim.

Kimler, Emre'ye 1 ile sonsuz TL arasında para armağanı sunmak ister? Kimler Emre'nin bu şekilde geçimini sağlayabilmesine, ekolojik ununu-bakliyatını alabilmesine, kirasını ve faturalarını ödeyebilmesine, yolculuklarını gerçekleştirmesine ve diğerlerine katkıda bulunmasına destek olmak ister?

Hımm? ((:

Düzenli desteğe ulaşmamı kolaylaştırmak için çağrıyı bir süre, her ay başında bir kez hatırlatacağım. İsteyenler destek sunmaya devam ederken yeni destekçiler için de kapı hep açık kalmış olur. Ve elbette; olan biteni, destek durumlarını, bende oluşan hissiyatları bu blogda paylaşıyor olacağım. ((:


Ve şimdi, yazıyı heyecanla yayımlıyorum!!!


Not 1 - Destek olmak isteyen herkesle birebir iletişim kurmayı çok önemsediğimden mütevellit banka hesap numaramı buraya özellikle yazmıyorum. Dolayısıyla bana yazmanı rica edeceğim: emreertegun@gmail.com

Not 2 - Bir kişinin bile, bunun için bankasına herhangi bir masraf, komisyon vs. ödemesini istemiyorum. Eğer ücretsiz havale, EFT yapamıyorsan; kullandığım bankanın bankamatiğinden kartsız işlem ile hesabıma ücretsiz para yatırılabiliyor; desteğini bu şekilde göndermeni rica edeceğim.

Not 3 - Eğer bu çağrım veya önceki benzer çağrılarım sende herhangi bir olumsuz duygu uyandırıyorsa (örneğin şimdiye kadar bir iki kere duymuş olduğum beleşçilik), bunu da benle paylaşmanı çok isterim. Eleştirilere sonuna kadar açığım. Yaptıklarımın ve çağrılarımın arkasındayım ama farklı düşünceleri duymak iyi geliyor.

Az kaldı!

Üç buçuk yıl önce işi-gücü-şehri ve kurulu her şeyi bıraktım ve yepyeni bir hayata yelken açtım. (-Burcu'dan ödünç alacağım tabirle- 30 + 3,5 yaşındayım ve halen bir sürü şeyin başındayım.) Başlarda neye yelken açtığımdan bile bihaberdim ama bir süredir taşlar yerine oturmaya başladı. Kıpırdanmalar, artçı sarsıntılar olabiliyor ama görünür gelecekte büyük bir deprem beklemiyorum. Her artçı sarsıntı o an için zorlayabiliyor ama aslında temele daha iyi yerleşmemi, köklenmemi sağlıyor.

Yelken açtığım şey öncelikle kendim idi. Bu hayatta bana öğretilen, ezberlediğim, düşünmeden yaptığım şeylerden uzaklaşıp kendime doğru gitmeye başladım. Az gittim, uz gittim, az zamanda çok yollar gittim; -hiçbir şey öğrenmediysem- bu gidişin hep devam edeceğini öğrendim. Kendini aramak diye bir şey var, kendini bulmak diye bir şey yok. Bugünkü benle yarınki ben, şimdiki benle sonraki ben aynı değil zira. Aynı olmayan benlerin niyetleri, istekleri, yapmaktan hoşlandıkları, korkuları, endişeleri hep devinim halinde. Yani bulunacak net bir the ben yok ama araştırılacak, derinleşilecek sonsuz ben var benden içeru.

Yelkenimi, yukarıda yazdıklarımla eş zamanlı olarak dolduran paralel rüzgar ise beni hızlı bir şekilde topluluk hadisesine götürdü. Okuduklarım, yaşadıklarım; bunların sonucunda ortaya çıkan düşüncelerim, hislerim ve -bunların bileşkesi olan- yazılarım; beni koşar adım topluluk olma isteğine, buna dair çalışmalar yapmaya, deneyimler edinmeye götürdü. İçime baktıkça, yazdıkça, duydukça, okudukça gördüm ki günümüz dünyasının bize dayattığı birçok şey gibi, kendi başına ayakta durmak, başının çaresine bakabilmek, kimselere muhtaç olmamak vs. çok büyük yanılsamalar imiş. “Dayanışmak ve destek ağları yaratmak varken bunu yapmaya ne gerek var?” sorusunu bir yana koyunca bile; kendi başına ayakta duran, kimselere muhtaç olmayan ve başının çaresine bakan (!) kişilerin, yani çoğumuzun, Çin'de üretilen kıyafete, Tayvan'da üretilen cep telefonuna, Şili'den gelen cevize, bilmemnereden gelen buğdaydan yapılan una taleplerimiz olduğunu görüyorum. Yani kendine yetme rüyasını görmeye devam edenler dahil olmak üzere, aslında herkesin kocaman bir ağa ihtiyacı var. Bu ağdan ihtiyacın olanı çekip almak için paraya, ve paraya erişmek için büyük çoğunluğumuzun inanmadığı, sevmediği işler yapmasına... Çılgınlık!

Mevcut sistemin sardığı ağlar (başımıza ördüğü çoraplar mı deseydim) sayesinde, doğal kaynakları ve sürüyle insanı ve canlıyı mağdur ederek ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz belki ama bunu daha fazla sürdürme şansımız yok. Hem artık dünyamızda o kadar fazla kaynak olmadığı için hem bu kaynakların bir kısmı -çok şükür- kafasını kaldırıp bu cendereden çıkmaya niyetlendiği için hem de artık midelerimiz bu olan biteni kaldıramadığı için. Benim çikolata yemem için bir sürü canlının acı çekmesi gerekirken neyleyim ben o çikolatayı?!

Başımızı soktuğumuz evde yaşamak için neler yaptığımızı düşünsenize... Kaç günlük, haftalık çalışmamızın karşılığı doğrudan ve sadece kiramıza veya morgıç'ımıza gidiyor; bu evin bulunduğu yerde kim bilir ne gibi canlı yaşamlarına kıyıldı; nefes almayan bu evde (beton olduğunu varsayarak) yaşayarak kendimize neler yapıyor, vücudumuza neler çektiriyoruz... Doğada, doğal olmayan bir evde yaşayan tek canlı türü insan (ve insanın evcilleştirdiği kimi hayvanlar tabii); bunu kendimize yapmamız çok acayip!

Yediğimiz-içtiğimiz ekolojik yöntemlerle üretilmemiş her gıda, gerek üretim süreçleri ile doğaya ve üretimde çalışan işçiye, gerek bize ulaşırken yine doğaya, gerekse tüketim süreçlerinde vücudumuza zarar veriyor. Keyfi ya da iş güç durumları için yaptığımız her karbon salımlı seyahat doğaya ve psikolojimize (trafik, zaman vs.) zarar veriyor. Yaptığımız her ihtiyaç dışı alışveriş, yine doğaya ve psikolojimize çok büyük zararlar veriyor. Bizse bütün bunları görmezden gelip bu hayata devam etmeyi seçiyoruz! Gerçekten çıldırmış olmalıyız!

Ancak gerçek hayatlara yelken açtığımız takdirde, yukarıda bahsettiğim olumsuz süreçleri gitgide azaltabileceğimizi ve hayatımızdan çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Kendi ellerimizle, doğal kaynaklar kullanarak -ve çok da ucuza- evimizi inşa ettiğimiz zaman doğaya ve kendimize en az zararı verecek, üstelik içinde keyifle ve sağlıkla yaşayacağız. Kendi ellerimizle tohumu ektiğimizde ve gıdamızı doğal yöntemlerle yetiştirdiğimizde, yediğimizin büyüme sürecini görecek ve büyülenecek, yediğimizde çok iyi hissedeceğiz. Üstelik bu gıdalar daha besleyici ve doyurucu olacak, bedava olacak, bize ulaşmaları için uzun yollardan gelmeleri gerekmediği için karbon salmamıza gerek kalmayacak ve aynı nedenle tazecik olacak. Bütün bunları bir de bir çeşit topluluğun içinde yaşıyor, sosyal ihtiyaçlarımızın da en azından büyük kısmını yaşadığımız yerde karşılıyorsak daha ne isteriz ki...

Gerçek hayat derken kastettiğim buydu. Üretim süreçlerinde yer aldığım; neyin içinde yaşadığımı, ne yediğimi, ne kullandığımı bildiğim; yakınımdaki güzel insanlarla birlikte yaşadığım bir hayat. Daha az piyasa, daha az sistem, daha az para gerekliliği, daha az ben... Daha çok birlik, daha çok dayanışma-yardımlaşma, daha çok şenlik, daha çok biz... Endişeleri, korkuları, sıkıntıları, topluluk desteğiyle geride bırakmak, yeniyi kurmak! -Yazılı tarih vasıtası ile bilebildiğimiz kadarıyla- şimdiye kadar yapılmamış olanı yapmak.


Artık buna hazırız! Birçoklarımızın kalbi bunun için çarpıyor ve bu kadar kalp bir yönde atıyorsa eğer, o iş zaten oldu demektir ve yaşama geçmesi sadece bir zaman meselesidir. Şu an için farklı şekillerde stajını yaptığımız, farklı şekillerde hazırlandığımız hayatlara kavuşmak üzereyiz. Az kaldığını hissediyorum ama ne kadar az, bilmiyorum. Üç ay mı desem, üç yıl mı... 

Ama az kaldı...

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

11 Ocak 2016 Pazartesi

güneybatıda topluluk hallerimiz

Bir zamanlar topluluk oluştururken serisi vardı, hey gidi! (bkz. Topluluk oluştururken-1, Topluluk oluştururken - 2, Topluluk oluştururken - 3) O zamanlar henüz girmediğim; sıcaklığını, derinliğini bilmediğim sulara dair; birlikte yaşam, topluluk olma gibi konularda fikirlerimi paylaşıyordum. Bugün, yaklaşık 20 aydır, küçük çaplı da olsa bir topluluk içinde yaşayagelen biri olarak bu konuya dair yeni ve belki daha gelişmiş fikirlerim var fakat o günlerde paylaştıklarımın tamamının benim için bugün de geçerli olduğunu gördüm. İyi atıp tutmuşum. (Test de değildi halbuki.) ((:

Bu yazıda ise işin biraz daha farklı bir yönüne değinmek istiyorum. Ana eksen yine topluluk olmak belki ama bu sefer birlikte yaşayan bir topluluktan değil, yakın bir coğrafi bölgede dayanışma halinde, bilgi, beceri ve ürünlerini paylaşan, belki birlikte üretim yapan, sosyal anlamda da birbirinden beslenen topluluk olma hallerimizden bahsedeceğim.

Yazı, belli bir bölgede ve kırsalda yaşayan bizlerin deneyimlerini anlatıyor olmakla birlikte şehirdeki canların ve diğer herkesin de kendilerinden bir şeyler bulabileceğini ve yaşadıklarımızdan faydalanabileceklerini sanıyorum.

Geçenlerde de yazdığım üzere iki hafta kadar önce Tlos Antik Kenti yakınlarına konumlanmış olan Tangala Proje Platformu'nun ev sahipliğinde Güneybatı Toplaşması adı altında kocaman bir buluşma gerçekleştirdik. 60'ın üzerinde sonradan köylü katılımı olan tek gece konaklamalı bir buluşma idi bu ve elbette ki bu kadar çok insanın dişe dokunur bir şeyler ortaya çıkarması için yeterli bir zaman değildi. Yine de bir tanışma çemberi yaptık, Sufi arkadaşlar müziklerini paylaştılar, yendi içildi ve dans edildi, tanışıldı, kaynaşıldı. Daha ne olsun! İleride yapacaklarımız için güçlü bir giriş oldu, ki bir şeyler yapmaktan önemli olan birlikte olmanın keyfi ve yalnız olmadığımızı hatırlamak idi aslında.

Bu buluşmanın verdiği ivmeyle, geçtiğimiz cumartesi günü Dalyan eşrafı -ve İstanbul'dan gelen iki dostumuzun yanı sıra bir de Fethiye temsilcisi- ile daha yerel ve daha küçük (12 kadar kişi) bir toplaşma gerçekleştirdik. Konu, bir topluluk bostanı oluşturmaktı. Bu taraflara yerleşen ve gıda yetiştirme, tarım-toprak işlerinde epey deneyimli arkadaşımız Murat'ın önderliğinde, uygun bir alan ya da alanlarda çalışarak, gıdamızın tamamını veya en azından bir kısmını yetiştirmeye dair konuştuk, fikirleştik. Bir sonraki cumartesi tekrar buluşmak ve gidişatı biraz daha somutlaştırmak üzere de ayrıldık. Önemli bir adım olduğunu düşünüyorum.

Gıdamızı yetiştirme düşüncesi harika olmakla birlikte, yetiştiremeyeceğimiz (ya da en azından henüz yetiştiremeyeceğimiz) ürünlerden mümkün olanları (bakliyat ve un, özellikle) şu an için ekolojik çiftliklerden satın alıyoruz. Bu tip satın almalarda zaman zaman buradaki topluluğa duyurular yapıyor, tek kargo ile birkaç haneye ürün almanın yollarını araştırıyoruz. Dalyan'a yeni taşınan İrem de bu konularda çok dikkatli. Kitap siparişi de verse, gıda siparişi de verse mutlaka gruba yazıyor; çok da iyi yapıyor. Henüz ciddi tek toplu siparişi Tunceli-Ovacık Belediyesi'nin organik nohut ve fasulyeleri için verdik ama öyle bir talep patlaması olmuş ki biz sipariş vereli uzun zaman olmasına rağmen henüz gönderemediler. Neyse, henüz sonuç alamamış olmaktan dolayı sıkıntı hissediyor değilim. Biz denemeye, birbirimize haber vermeye devam ettiğimiz sürece her geçen gün bir adım daha ileri gideceğiz demektir, ki gidiyoruz da...

Ortak satın alma girişimi, gıda ve kitap gibi ufaklı şeyler için yapılabileceği gibi daha irili malzeme için de yapılabilir tabii. Örneğin geçtiğimiz sene Bayramiç'teki sonradan köylü dostlarımız, toprağı zenginleştiren bir mineral olan (umarım yanlış hatırlamıyorumdur) leonardit sipariş ettiler İç Anadolu'dan bir yerden. Tek tek sipariş etmeye kalksalar astarı yüzünden pahalıya gelecekti muhtemelen ama birkaç çiftlik bir araya gelip satın aldıklarında tabii ki çok daha ucuz olmuş oldu. Güzel girişimler...

Yerelde birbirimize daha fazla destek olabilmek için her an tetikte olmamızda büyük faydalar var. Herhangi bir yere gittiğimde, arkadaşlarımın ilgi ve çalışma alanlarını bildiğim takdirde, onların işine yarayabilecek olan bir malzeme veya kişi ile karşılaştığımda, hop alır malzemeyi ona götürür, o kişiyle diğerinin iletişim kurmasını sağlarım vs. Ayrıca bir şeyler yaparken, mesela bir yerlere giderken birbirimizi bilgilendirirsek araç paylaşımı yaparak ekonomik ve ekolojik masrafımızı azaltabilir, birilerinin gittiğimiz yere ulaştırmak veya oradan getirmek istediği şeyler için kuryelik yapabiliriz vs. Ben, özellikle de şu an bizde bulunan araçla bir yerlere giderken Çandır ve Dalyan'a mutlaka duyuru yapıyorum. Pazara giderken de haber ediyorum, Fethiye'ye giderken de... Mesela yarın Datça'ya gideceğiz Burcu'yla ve iki kişi daha bulduk yanımıza arkadaş. Pek güzel!

İşte bunları alışkanlık, bu tip yaklaşımları hayatın rutin bir parçası haline getirmeyi pek önemli buluyorum. Bu kaslarımızı çalıştırdığımız takdirde dayanışabilir; aksi takdirde, kendine yetmeye çalışmaya, kimselere ihtiyaç duymama yanılsamasına kapılmaya devam ederiz. Halbuki insan olmanın en güzel yanı da bu değil mi? Birbirimize lazımız ve destek olmak da almak da harika şeyler. Bunun peşinden sonuna kadar gitmeli!

İllaki faydacı ve sonuç odaklı olmak zorunda değil elbette toplaşma ve haberleşmeler. Sebepli/sebepsiz, düzenli/düzensiz her türlü buluşma, kaçınılmaz olarak herhangi bir yerdeki herhangi bir grup insanı birbirine daha fazla bağlıyor. Yani her şeyden önce birlikte olmak çok önemli. Bu, kırsalda daha da önemli. Aksi takdirde "yalnızlık" hikayesine girmek pek mümkün. Ne gerek var halbuki... ((:

Birlikte eğlenmek de ne kadar önemli bu arada. Bizim en çok atladığımız şey bu oluyor(du) galiba ve ne büyük bir eksiklik! Oyunlar oynamak, dans etmek, gülüşmek... Yine çok sık dans ediyor sayılmayız (hiç etmiyor da değiliz) ama en azından daha fazla oyun oynadığımız bir gerçek. Evde, gelen giden dostlarımızla birlikte oyun oynamayı daha sık hatırlar olduk ve bunu yaptığımızda gerçekten eğleniyoruz.

Evde oynamakla kalmayıp dört-beş haftadır Dalyan'da da oyun oynuyoruz. Geçtiğimiz yaz katılmış olduğum doğaçlama tiyatro atölyesinin gazıyla ve sevgili hocam Sena'nın cesaretlendirmesiyle burada bir çağrı yaptım ve ilgilenenlerle oynamaya başladık. Haftada bir gün, üç saat, genelde 10 civarında kişi bir sürü oyun oynuyor, bunla da kalmayıp ucundan kıyısından doğaçlama tiyatro egzersizleri uyguluyoruz. Harika vakit geçiriyor ve kelimenin tam anlamıyla çocuk oluyor, çok eğleniyoruz.

Sadece eğlenmek de değil konu; kaynaşmayı, bir arada olmayı, birbirini sevmeyi oyundan daha güzel kolaylaştıran herhangi bir araç olduğunu sanmıyorum. Burcu diyordu geçenlerde "Ben oyun oynadığım her insanı sevebilirim." diye. O kadar doğru ki...

Her türlü bilgi, beceri, ürün, düşünce paylaşımı çok kıymetli. Bu paylaşım kendiliğinden var oluyorsa ne ala, olmuyorsa ya da oluyor ama artırılmak isteniyorsa armağan çemberi faydalı bir yol. Daha önce muhtelif yazılarda bahsetmiş olmalıyım ama üstünden geçmekten zarar gelmez. Armağan çemberi; herhangi bir yerde, herhangi bir sayıda kişinin, bir kereliğine veya herhangi bir sıklıkta yapabilecekleri bir etkinlik olup üç turdan oluşur. Bir turda her kişi topluluğa sunabileceği bilgisini, becerilerini, yeteneğini veya sahip olduğu ve ortak kullanıma açabileceği ürünlerini sunar; diğer turda, benzer şekilde, herkes ihtiyaçlarını paylaşır*. Üçüncü turda ise kesişmeler paylaşılır** ("Ben Ahmet'e şu konuda, Elif'e bu konuda destek olabilirim; Ayşe'den öteki, Zeki'den beriki ihtiyaçlarımı karşılayabilirim." gibi).

Bir yıl kadar önce, Dalyan ve Çandır sakinlerini buluşturmuş ve iki ay üst üste armağan çemberi yapmıştık; nedense devamını getiremedik. Gerçi topluluk içindeki iletişimi sıkı tuttuktan sonra, ki bu konuda son aylarda epey yol aldık, armağan çemberi yapmaya gerek kalmayabilir; ihtiyacı olan da, bir şey sunabilecek olan da toplulukla paylaşıyorsa eğer.

Tüm ihtiyaçlarımızı, -armağan çemberi gibi yöntemlerin de yardımıyla- armağanlarımızla karşılayacağımız "ideal" günleri görür müyüz bilmiyorum ama o günler gelene kadar, kullandığımız parayı -mümkün mertebe- yerelde ve topluluk içinde döndürmekte fayda var. İllaki yan yana, birlikte yaşıyor olmasak dahi, birbirimize kolayca ulaşabildiğimiz bir coğrafi alanda, kendiliğinden oluşan bir iş bölümü, hayatımızı kolaylaştırır. Tüm ihtiyaçlarımız için hemen mümkün olmasa dahi karşılayabildiğimizi birbirimizden karşılasak, ihtiyaçlarımızı bu şekilde gidersek ve ayakta durma çabalarımızda birbirimizi desteklesek... Kitlesel tüketim malları satan marketlerdense, sabun yapan arkadaşımızdan sabunu, gıda üreten arkadaşımızdan ürettiği ürünleri satın aldığımız, dikiş işlerimizi bu işten anlayan arkadaşımıza yaptırdığımız takdirde hem dayanışmış oluruz hem de topluluk olma sürecinde kendiliğinden bir sürü adım atılmış olur.

Aslında birlikte ve/veya birbirimizle iletişim halinde kaldığımız her adım, kaçınılmaz olarak bizi buna yaklaştıracaktır zaten.

Bu adımların çeşitlerini de sıklığını da artırdığımız günlere...


* Bu iki turun sırası -grubun ihtiyacına göre- tam ters şekilde de olabilir, yani ilk turda ihtiyaçlar, sonra neler sunabilecekleri de paylaşılabilir. Hangi sırayla olursa olsun, bu iki aşamada da sık rastladığım birer zorluk var, paylaşmadan geçmeyeyim: Kişiler, özellikle de bunu daha önce yapmadılarsa topluluğa sunabilecekleri şeyleri kolayca akıl edemeyebiliyorlar. Deneyimli birileri varsa, bunu kolaylaştırabilirler. Nihayetinde sunabileceğiniz her şey sizin armağanınız; herhangi bir aracınızı, aletinizi ortak kullanıma açmak, birinin odunlarını kesmesine yardım etmek, birlikte yabancı dil pratiği yapma olanağı sunmak, bildiğiniz bir konuyu bir grup insana anlatmak veya sahip olduğunuz film arşivini paylaşmak ve diğer her şey. Geniş düşünmeye çalışın ve tura başlamadan önce, düşünmek için mutlaka zaman ayırın. Diğer turdaki zorluk ise, birçoklarının isteyebilme kaslarının yeterince çalışır durumda olmaması. Kendine yetmenin, başkasına ihtiyaç duymamanın hastalıklı ve çok anlamsız bir şekilde fetişleştiği günümüz dünyasında, bir şey isteyebilmek herkes için kolay olamayabiliyor. Yine, armağan çemberinde deneyimli birilerinin olması bu durumu kolaylaştıracaktır ama olmazsa da hallolur. (:

** Benim gerçekleştirdiğim ve içinde yer aldığım armağan çemberlerinde genelde bu üçüncü tur için zaman kalmadı. Eğer böyle bir durum olacak ve üçüncü turu gerçekleştiremeyecekseniz (ki gerçekleştirmenizi hararetle öneririm, tecrübe konuşuyor), ilk iki turda sıralananları biri mutlaka not tutsun ve mümkün olan en kısa süre sonra tüm çember katılımcıları ile paylaşsın. Sunulan ihtiyaç ve destek önerilerinin lafta kalmaması için, bu alışverişlerin sıcağı sıcağına yapılmasını öneririm. Yoksa kolayca unutulabiliyor.

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

Güneşe bakarken...

İki önceki yazıda (okumadıysanız eğer, önce ona giderseniz harika olur: bir anda!) bahsettiğim "Karanlık gibi aydınlık da beni kör edebilir"den, "Bazı hayaller o kadar güzeldir ki insanın yaşamını mahvedebilir."den devam edeceğim.

Orada da yazdığım üzere, hayalimdeki dünya öyle bir parlıyor ki bazen gözlerim fena halde kamaşıyor. Oraya saplanıp kaldığım, gözüm başka bir şey görmez hale geldiği takdirde kör olmak işten değil. Bu hayalleri neden hemen şimdi-bugün yaşamadığıma dertlenip yaşamımı mahvetmek de öyle... Bu saplanmayı ara ara yaşıyor ama neyse ki fark edip kendimi çıkarıyorum.

- Bunun en canlı örneğini para konusunda yaşıyorum. Hayal ettiğim dünyada paraya gerek ve ihtiyaç yok, herkes armağanlarıyla yaşıyor ve topluluk(lar) olarak dayanışarak tüm ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. Herkes sunabildiği katkıyı sunarken, asgari ihtiyaçlarına zorlanmadan erişiyor. Bundan bir adım öncesine kadar ise, yani daha epey bir süre için, paranın varlığına ihtiyacımız olduğunu ve onu güzel şekillerde kullanabileceğimizi düşünüyorum. Bu blog okuyucularının bildiği üzere paraya karşı düşman olmak bir yana, onu seviyorum bile (bkz. ben parayı seviyorum abi). Kendisiyle kavgalı değilim, o ideal dünyayı oluşturana kadar ondan harika bir müttefik olabileceğini düşünüyorum.

Peki ben bu konuda ne istiyor, nasıl hissediyorum? "O gün" gelene kadar para enerjisini hep birlikte güzel şekillerde kullanıyor olmayı istiyor lakin ona ulaşmak için fazladan çaba sarf etmek zorunda olmayı istemiyorum. (Tabii ki sadece kendim için değil, herkes için!) Olumlu bir cümleye çevirirsem, aksini, yani ihtiyacım olan az miktarda paraya kolayca erişmeyi, böylece yeni dünyayı hayal etme ve kurma yoluna taşları dertsiz-tasasız bir şekilde koymayı istiyorum (Kamyar Houbakht hocama biri tercüme etsin bunu. :) Olumsuz bir cümleyi olumluya çevirmeyi ondan öğrendim zira.).

Yani para diye bir şey var olduğu sürece, benim için "aydınlık"; buna kolayca ulaşmayı, armağanlarımı ortaya serdiğimde ihtiyacım olana kolayca ulaşmayı temsil ediyor. İşte bunu o kadar kuvvetli istiyorum ki gözüm kör olabiliyor. Para kazanmak için fazladan bir şey yapmadığımız bir dünyayı o kadar hasretle düşlüyorum ki buna ulaşmadığımızı gördüğümde bundan çok rahatsız olabiliyorum. Sonra gelsin körlük!

Ama şükür ki hatırlıyorum bunun bir süreç olduğunu, şu anda bu ideal dünyada yaşamadığımızı ve bazen bunun için fazladan bir çaba sarf etmem gerektiğinde dünyanın sonu olmadığını...

Anlatabiliyor muyum acaba...

- Petrol ve petrol ürünlerinin tüketimi konusunda da mesela... İstiyorum ki kendine büyük oranda yeten, mümkün mertebe ekolojik ürünler üreten/kullanan topluluklar oluşturalım. Ortalıkta plastik sandalyeler, muşambalar, hayatım(ız)da motorlu araçlarla sürekli oraya buraya gitmeler vs. olmasın. Sonra bulunduğum eve bir bakıyorum, bu kadar dikkatli olmamıza rağmen petrol türevleri her yerde. Bir bakıyorum yaşantıma; sıkça yollardayım, seyahat halindeyim, fosur fosur salıyorum karbonları.

Yine aynı mesele: Hayalimdeki aydınlığa bakıp kaldığımda ve gözüm başka bir şey görmediğinde, fena oluyorum, darlanıyor, sıkışıyorum. Hemen "orada" yaşamak istiyorum. Neyse ki yine hatırlıyorum bunun bir yolculuk olduğunu, "oraya" giden yolun başında olduğumu, "böyle bir dünyaya" doğduğum için suçluluk duymam gerekmediğini ve zaten elimden geleni yaptığımı... Yaptığım seyahatlerin karbon ayak izimi artırırken bir sürü güzelliğe hizmet ettiğini; -özellikle uzun ömürlü- plastik ürünlerin aslında hayatımı ne kadar ucuza kolaylaştırdığını... Sonra derin bir nefes alıyorum, bu konulara bir sonraki takılmama kadar ((:

- Veya ne bileyim, modern tıp meselesi! Buna kendimden değil de Doğukan'dan örnek vericem. Tanıyanlar bilir, pek güzel bir insandır, bir süredir emekli ve yollardadır ben gibi. Zaten bir sürü konuda ben gibidir kendisi, ya da ben o gibiyim. Neyse, geçenlerde dert yanmış facebook'ta "Çok çaresiz kalınca eninde sonunda beğenmediğim 'modern tıbba' gebe kalmaktan çok mutsuzum" diye; iletisi şu soruyla bitiyor: "Bu kadar sancılı mı olmalı bir dönüşüm?"

Aynı mesele işte. O da ben gibi, istiyor ki hemen her şey hallolsun, hayallerimiz hemen bugün gerçekleşsin; modern tıp hayatımızdan çıksın, şudur-budur... O kadar istiyor ki dönüşümü hemen yaşamayı, -bu örnekte mesela- modern tıptan tümden kopmayı. Oysaki, birincisi, bunun hemen olması şart midur? Bir süre daha, en azından mücbir durumlarda modern tıbba gebe kalsak ne olur? İkincisi, hatta, bunun olması gerçekten şart midur? İletinin altına bir arkadaşı yorum yazmış ve demiş ki "Modern dünyada yaşıyoruz, modern hastalıklarla boğuşuyoruz, modern dünyanın belki de en faydalı tarafı olan tıptan faydalanmamak neden?" "Belki de en faydalı tarafı" olduğundan emin değilim ama yaklaşım bence çok güzel. Beni de bu konuda farklı şekilde düşünmeye sevk etti.

Ehh, durumlar böyle; örnekler her alanda, her konu başlığında çoğaltılabilir. Aydınlık iyi, güzel, hoş ama ona çok fazla bakıp gözümü kör etmemin, şahane hayallerimin beni sıkmasının bir alemi yok. Güneşe çıplak gözle bakmanın da öyle... Güneş gözlüğü şart!

Bunları unutma Emre, bunları unutma, bunları unutma...

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

6 Ocak 2016 Çarşamba

2016 niyetlerim!!! Açtım kollarımı...

Yıl değişimlerini çok kaale almam aslında. İnsan icadı olan takvimi, insanın vermiş olduğu gün-ay isimlerini falan kast ediyorum yani. Yine de ön yargılı olmamak lazım belki de. Sevgililer gününü kutlamayı her türlü çok saçma bulabilirim ama kendime değişik bir gözle bi' bakmamı; hayallerimi, niyetlerimi, yapılacaklar listelerimi gözden geçirmemi; bırakmam gerekenleri bırakarak yeniye yer açmamı sağlayacaksa eğer; yeni yıl niyetlerine, dileklerine girişmek neden kötü bir şey olsundu? Diyor ve huzurlarınızda, içimde bu yıla dair neler olduğuna bir bakış yapmaya yelteniyorum.

- 2016 için bas bas bağıran niyetim, daha fazla somut üretim yapmak. Erken emeklilik ile özgürlüğe kanat çırpmaya başladığım 2012 Yaz'ından bu yana bir sürü şey yaptım/yapıyorum ve bunların tamamına yakınının ortak noktası soyut olmaları. Sağlıklı iletişimi yaşayarak öğrenme, çemberler, atölyeler, topluluk olma hayalleri ve bunu mevcut hayatımda olabildiğince uygulama; yazma, yazma, okuma, yazma, yazdıklarımı kitaba evriltme, tanıdık/tanımadık okuyucularla/dostlarla yazışma ve onlara dönüşüm süreçlerinde destek olmaya çalışma vs.

Geçenlerde ilham geldi ve hiçbir tarife falan bile bakmadan erişte yapıverdim mesela. İlk heyecanla hemen haşladım ve sıcak sıcak yedik. Hiç fena değildi.
Kalan erişteleri ise kuzinede fırınladım ve bir kavanoza koyup dolaba attık. Bakalım hangi şanslı misafirlere kısmet olacak ((: (Fotoğraf çok kötü ama idare edin.)
Bunda bir sıkıntı yok elbette ama şu anda kalbim ev-kümes vs. inşa etmek için, karnabahar-domates-turp-bezelye yetiştirmek ve doğadan mantar-yabani ot toplamak ve balık tutmak için, salça-tarhana-erişte-çökelek yapmak için atıyor. Bu yıl bunu yapacağım işte. Soyut üretim diye adlandırdığım şeyleri yapmaktan vazgeçecek değilim, bunlar da kaçınılmaz olarak içimden taşmaya devam edecektir ama diğer tarafa da ağırlık verme arzumun gitgide yükseldiğini hissediyorum.

Hamur biraz fazla olunca, kalanı da kendimce bir çeşit poğaça-pizza gibi bir şeye dönüştürdüm. Hamur çok iyi pişmediyse de idare eder. Hamur işlerine yabancı birinin doğaçlama çalışması için yeterince iyi.
Somut ve soyut üretim arasında bir sidik yarışı veya hiyerarşi olduğunu düşünmüyorum, birinin diğerinden daha üstün veya öncelikli olduğunu da. Ispanak yemek ne kadar gerekliyse, sosyal bir hayvan olan insan için; birbirini dinleyebilmenin, anlayabilmenin, dayanışmanın da insanlık olarak girmiş olduğumuz girdaptan çıkma yolunda o kadar gerekli olduğunu düşünüyorum. Aradaki fark şu olabilir: Yemek yemeden yaşayamayız lakin birbirimizi anlayamazsak bir şekilde yaşarız. Ama işte, bir şekilde! Hayal ettiğim dünyada bir şekilde yaşamıyoruz. Sağlıklı gıdamızı ürettiğimiz gibi sağlıklı toplumsal yapıyı da üretmemiz hayrımıza olacak. Bu toplumsal yapı ise hayal ederek, okuyarak, yazarak, düşünerek (köşeli, doğrusal analizlerden değil, hissederek düşünmekten, sentipensante'den bahsediyorum) ve uygulayarak, deneyerek vuku bulacak. Ahan da geçtiğimiz üç küsur yılda yapmaya çalıştığım şey daha ziyade bunlardan ibaret. Şimdi ise terazinin diğer tarafında güçlenmek ihtiyacındayım.

- 2016'da çok fazla kutlama yapmaya niyetliyim. Ota boka kutlama! Hayatın ta kendisi zaten son derece kutlanası bir olay, ki bu kutlamayı çoğu zaman gayet güzel yapabildiğimi düşünüyorum. Gündelik işleyişi kutlamayı iyi beceriyorum. Siz hiç her çiş yapışta, her tahin-pekmez yiyişte, her odun kesişte sevinen biri gördünüz mü? -Nadiren bakıyorum gerçi ama- ben her aynaya bakışta görüyorum.

Bu yıl ise gündelik sıradanlığın dışına taşanı da kutlamaya niyet ediyorum. Mesela doğum günümü neden kutlamayayım arkadaş? Sevgililer günü ile bir değil ki o! Bir tanesi tam bir tüketim vesilesi iken bir diğeri benim dünyada bulunuşumu kutlamayı getiriyor. Neden yapmayayım bunu? Bu yıl yapıcam! (Son on küsur yılda sadece 30'u kutladım.)

Kitap basıldığında (ki epey az kaldı) gittiğim her yerde kutlayacağım! Hangi şehre, köye gidersem insanları bu vesileyle toparlayıp kutlayacağım işte. Tekrar tekrar şarap kadehimi veya çay bardağımı kaldıracağım bunun için. Evet, yapacağım. ((:

O veya bu şekilde eriştiğim parayı kutlayacağım. Daha fazla güzelliğe hizmet etmek üzere daha fazlasını isteyeceğim her seferinde. Bunu isteyebildiğim için, hazretleriyle büyük oranda barışabildiğim için bu durumu da ayrıca kutlayacağım.

- Bana verilen her türlü armağanı kutlayacağım, verenleri onurlandıracağım. Topluluğumuzun balta sponsorunu veya bize arabalarının bir yıllık kullanımını armağan edenleri, yazılarımı okuyup hiçbir şekilde tanışmamamıza rağmen bana türlü konuda destek olanları ve destek isteyenleri, içlerinden akan cümleleri kutlayacağım. Hiçbirini sıradanlaştırmadan... Her seferinde sevinecek, her seferinde -hiç olmazsa- tahin-pekmeze bandığım ekmeğimi bu kişilerin mutluluğuna kaldıracağım.

Dostlarımın, ailemin varlığını kutlayacağım; miadı dolmuş ve hayatımdan çıkan şeyleri ve kişileri kutlayacağım. Geleni de kutlayacağım, gideni de; vuslatı da hasreti de; yaşamı da ölümü de... Yaşamın değişmez tek gerçeği olan döngüyü kutlayacağım. Viktor'a selam olsun: Yaşam dönüşümdür.

Evet evet, şimdi aklıma geliyor: Kocaman yazayım odama, bir de aklıma: Her gün şöyle bir düşüneyim: Bugün neleri kutladım? Neleri atladım ve şimdi kutlayabilirim?

- 2016'da İngilizce konusunda somut adım(lar) atmaya niyetliyim. Temelim epey sağlam güya ama İngilizce konuşmaktan, okumaktan her daim kaçıyorum. Harika yazıları kaçırıyorum (çünkü üşeniyor ve okumuyorum), harika sohbet fırsatlarının büyük bir kısmını (üşeniyorum, bazen biraz da çekiniyor ve konuşmuyorum, dinlemiyorum) kaçırıyorum. Bunu kendime niye yapıyorum ki? Biraz çaba harcamam gerekiyor sadece. Bu çabanın ne olduğundan da emin değilim ama bulacağım. Bir süre yurt dışında takılmak mı, daha fazla İngilizce filmi altyazısız ya da en azından İngilizce altyazılı izlemek mi, zorla bir şeyler okumak mı, çok uzun olmayan, hem de ilgi alanımdaki yazıların çevirisini yapmak mı, hepsi mi, başka bir şey(ler) mi... Bu şey(ler) her neyseler, bu yıl bunla ilgili ciddi adımlar atmak ve bu konuda rahatlamak istiyorum. Önerilerinize aç ve açığım bu arada.

- 2016'da erteleme huyumdan vazgeçmeye niyet ediyorum. Yapmak istediğim şeyleri (bulaşık yıkamak da olabilir, okumayı çok istediğim kitaba artık başlamak veya ne zamandır tanışmak istediğim kişileri ziyaret de) zamanında yapmak, böylece hem ihtiyacımı karşılamak hem de her daim dolup taşan yapılacaklar listemi hafifleterek bana yük olmamalarını sağlamak, hayatımı kolaylaştıracak biliyorum. O halde yap be adam! (Yapmıyorsan da yapmak istemiyorsundur belki, siliver bakalım listeden - bakalım ne hissedeceksin.)

- Vücuduma ve sağlığıma daha da fazla özen göstermeye, beslenmeme daha da dikkat etmeye, ayrıca hayvan ve hayvansal ürün yeme konusuna kafa yormaya (yine sentipensante ile) daha fazla mesai ayırmaya niyet ediyorum.

- Doğada daha fazla vakit geçirmeye niyet ediyorum. Köyde ve ormanın içinde yaşamama rağmen, yukarıda soyut üretim olarak bahsettiğim entelektüel faaliyetler (okuma, yazma, film izleme vs.) ve bazen de tembelliğim-konformistliğim beni beton evimizde tutuyor çoğunlukla. Halbuki orada doğa var, orman var; baş öğretmenimiz! Daha çok doğa, daha çok gözlem, daha çok yürüyüş, daha çok kamp... Gelsin!

- Daha da sadeleşmek, daha da az eşya kullanmak, daha da az tüketim kalemini hayatımda tutmak istiyorum... Hayatımdan neyi çıkarabilirim? Nasıl daha da küçülürüm? Şunu-bunu-onu kullanmama gerçekten gerek var mı? Varsa da piyasadan satın almadan nasıl alternatifler üretebilirim? İşte bu soruları sormaya devam edeceğim.

- Son olarak da... Kutlama kısmında yazdım ama burada ayrı bir madde olarak da yazmak istiyorum ki 2016'da daha fazla paraya erişmek istiyorum. Daha fazla harcamak için değil aslen, yoksa bir önceki madde ile tutarsız olurdu. Ama bu akışın önünü açmak istiyorum. Ara ara okuyuculardan gelmeye devam eden armağanlarla, beklentisiz olarak verecek olduğum kitap armağanıma gelecek olan dönüşlerle, belki yapacağım somut üretimlerden veya bir yandan yine atölye, şu-bu etkinliklerle daha fazla paraya erişmek istiyorum. Az tüketmek bir yana, az harcamak için kendimle yarışmak istemiyorum. Ekolojik gıdaya erişim için, ulaşım masraflarım için, belki yakın veya orta vadede yapacak olduğum yurt dışı seyahat(ler) için paraya ihtiyacım var ve bunu görmezden gelmek, yok saymak bana hizmet etmiyor. “Ayda 400 harcıyorum, fazlasında gözüm yok.” demiyorum artık. Var abi, fazlasında gözüm var. Bana lazım olmazsa, etrafımda muhteşem ruhlar var destek bekleyen ve fazlasıyla hak eden. Onlara akıtırım! Ama gelsin para, kaçmıyorum. İstiyorum, aktif beklemeye geçiyorum.

İşte bunlar! Salıveriyorum ortaya ve açıveriyorum kollarımı...

----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

4 Ocak 2016 Pazartesi

bir anda!

Geçenlerde, bir çember sırasında Burcu'dan şöyle bir cümle çıktı: Karanlık gibi, aydınlık da beni kör edebilir. Bunu duyar duymaz, yakın zamandaki film festivallerinden birinde, filmlerden birinin tanıtım yazısında gördüğüm cümle aklıma geldi: -Kelimesi kelimesine değil ama mealen- Bazı hayaller o kadar güzeldir ki insanın yaşamını mahvedebilir.

<<Yazıya devam etmeden önce şöyle bir içinize sormanızı rica ediyorum: Sizde herhangi bir şey canlandı mı bu cümleleri okuyunca? (Okuyanlardan ilk kez böyle bir şey rica ediyorum ve bunu niye yaptığıma dair en ufak bir fikrim yok. Sadece içimden geldi ve durdurmuyorum.)>>

Bende canlanan ve zaman zaman yaşadığım şeyi paylaşmaya çalışayım. Dün yazdıklarımda da geçiyordu, hayalimde öyle güzel ve aydınlık bir dünya var ve bu dünyaya ulaşmak aslında o kadar kolay ki, durum böyleyken bugün yaşadığımız dünya içimi çok fena acıtabiliyor. Karanlıktan çıkma yolculuğu pek güzel ve keyifli ve-fakat hayal ettiğim(iz) aydınlık dünyanın parıltılarından gözlerim kamaşıp -farklı bir nedenle de olsa- yine körleşebiliyorum. -Buna ileride geleceğim.-

"Yapacak bir şey yok işte, dünya boktan bir yer, böyle gelmiş böyle gider." diye düşünüyor olsaydım daha rahat ederdim. Ama tam tersini düşünüyorum. Hayatı büyük bir keyifle ve güzellikle yaşayıp dünyayı cennete çevirmek bizim ellerimizde. Yapmamız gereken tek şey buna karar vermek, yani çok kolay! Yapmamız gereken tek şey buna karar vermek, yani çok zor!

Zor olan kısmı, büyük çaplı dönüşüm için yeterli sayıda insanın buna karar vermesi. Yani bardağı taşıran son damla gelene kadar, kişilerin bireysel dönüşümlerini yaşamak için adım atma konusundaki gönülsüzlükleri. (Burada aklıma critical mass, yüz maymun teorisi/deneyi, kuantum sıçraması gibi kavramlar geliyor.)

Bugün hayatın anlık bir fotoğrafını çektiğimizde ve verili olanı değişmez gerçek olarak kabul ettiğimizde, değişim mümkün değil gibi görünüyor; bireysel çabalar, akıntıya kürek çekmekle bir kabul edilebiliyor. Oysaki dünyayı değiştirenler, büyük ana akıntı içinde bölgesel akıntılarla farklı yerlere yelken açabilenler oluyor. Gerek bireysel gerekse toplumsal değişim ve dönüşüm, doğrusal bir şekilde yol alırken, çoğunlukla ani sıçramalar da söz konusu olabiliyor. Bir gün hiçbir şekilde mümkün görülmeyen bir şey, ertesi gün bir anda mümkün olabiliyor. En klasik örnek, yarım asır önce ABD'de, siyah tenli birinin otobüste belli yerlere oturması bile mümkün değil iken bugün başkan olabilmesi mesela... 1960'larda bu durumu şakadan cümle içinde kullansanız, şakanın komikliğine değil, böylesi bir şeyin düşünülebilmesine gülerdi insanlar. Fakat bir anda her şey değişiverdi. "Bir anda"dan kastım, birkaç on yılda tabii; insan hayatında çok uzun bir zaman olabilir ama insanlık tarihinde küçücük bir zaman dilimi. Benzer örnekler çoğaltılabilir; işçi hareketi, kadın hareketi, LGBTTQ hareketi ve diğer birçok toplumsal hareket, birçok hakka, belki bir mücadeleden sonra ama çoğunlukla bir anda kavuştu.

Büyük oranda sistemsizlikten ibaret yeni bir sistemi kurabileceksek eğer bir gün, o da bir anda olacak. Çoğumuz, gerçekleşene kadar imkansız olduğunu düşünecek ama olduğunda "vayy be," diyeceğiz, "oldu işte!". "Gezi"de olduğu gibi... Mayıs 2013'ün son günlerine yaklaşırken, dünya üzerindeki yedi milyar kişiden biri bile böyle bir kalkışmanın olabileceğini tahmin edebilir miydi? Ama oldu işte! Oluverdi!

Yeni dünya da böyle kurulacak işte. Bir anda kuruluverecek ve ne olduğunu, nasıl olduğunu anlamayacağız! Şu anda bu yola taş koyan birçok kişi, topluluk ve oluşum var. Doğaya dönüş yapanlar, eGolojik yaşamdan eKolojik yaşama geçiş yapanlar ve yapma yolunda olanlar, kimi sanatçılar, şehirde direnen dostlar ve niceleri... Bütün bu kişiler bu yola küçük küçük taşlar koyuyorlar ve çoğu zaman kendileri bile yaptıklarının nelere yol açabileceğini, burada çırptıkları kanadın binlerce kilometre ötede kasırgaya yol açabileceğini, attıkları bir kartopunun kocaman bir çığa dönüşeceğini hesap etmiyorlar/edemiyorlar. Bu, öyle hesaba kitaba gelen bir şey değil çünkü. Sadece oluverir! Birdenbire... Hesaplanamaz, tahmin edilemez. Üstüne spekülasyon yapılabilir, atıp tutulabilir ama bilinemez.

Ben de bilemiyorum. Beklediğim(iz), özlediğim(iz) yeni dünya bir yıl sonra mı ortaya çıkar, yirmi yıl sonra mı, yoksa yüz yıl sonra mı... Görmeyi, yaşamayı çok istiyorum ama zamanlamasını bilemiyorum.

Neyse ki bilmem şart değil. Neyse ki yaptıklarım(ız) ve yapmaya niyetlendiklerim(iz), büyük çaplı bir dönüşümün gerçekleşmesi şartıyla yapılan şeyler değil. Gerçekleşmesini çok istiyor olabilirim ama bu bir ön koşul değil. Hayal ettiğim tarz bir dönüşümün gerçekleşmeyeceğini, bir şekilde kesin olarak biliyor olsaydım (mesela, Allah bana söyleseydi) da farklı bir hayat yaşamazdım. Kendimce doğru bildiğimin peşinden gitmeye devam ederdim. Elimden geldiğince, gücüm yettiğince...

Gücüm(üz) buradan geliyor gibi geliyor bana. Seçimlerimiz, sonuçlara bağlı değil. Niyetlendiğimiz sonuçlar var ama bu sonuçlar olmazsa da kabul. Buruk bir kabul ama kabul! Biz içimizden ve elimizden geleni yapalım da...

"Karanlık gibi aydınlık da beni kör edebilir."e gelecektim ama sanki bu yazı tamamlandı.
Devam edeceğim...

----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

3 Ocak 2016 Pazar

yeni dünyayı türetiyoruz

İyilik yapmaya o kadar çok ihtiyacımız var ki
İyilik yapılmaktan da çok
Tıpkı sevmeye, sevilmekten daha çok ihtiyacımız olduğu gibi
Gözetmeye, gözetilmekten
Önemsemeye, önemsenmekten...

Sevince yaşadığımı hissediyorum ben
Şefkat gösterebildiğimde içim kaynıyor
Birileri için bir şey(ler) yapabildiğimde huzurla doluyorum
Ve gördüğüm kadarıyla bu herkes için böyle

Uzun süredir bunların farkındayım da şimdi yazmaya, geçen gün yapmış olduğum diş işleri çağrıma gelen dönüşler neticesinde koyuldum. Bir diş hekimine ihtiyacım olduğu ama para yerine farklı bir şekilde ödeme yapmak istediğime dair yaptığım çağrıyı facebook'ta kendi profilimde paylaştım (sonra bu bloga koydum) ve tahmin edebileceğimin o kadar ötesinde dönüşler aldım ki hala şaşkınım. İstanbul, Ankara ve Hatay'dan diş hekimleri ile buluşturuldum bir anda. Eski iş arkadaşımın eşi mi dersin, arkadaşlarımın arkadaşları mı dersin, hiç tanımadığım birinin "bir süredir yazılarınızı takip ediyorum, diş tedavinizi üstleniyorum" demesi mi dersin... Tam 20 kişi yazıyı kendi profillerinde paylaştı ve toplamda -şu an için- 9 diş hekimi ile bir şekilde bağlantı kurmuş oldum. Bu hekimlerin birini bile tanımıyorum. Bir tanesi -yukarıda yazdığım gibi- arkadaşımın eşi hadi, diğerlerini hiçbir şekilde tanımıyorum. İnanılır gibi değil. Bir grup insan bayağı bayağı seferber oldu bana destek olmak için ve fazlasıyla başardılar da... Sağolsunlar!

İşte bunlar hep sevgi
İşte bunlar hep yeni dünyanın habercisi

Birileri için bir şeyler yapmayı o kadar istiyor ki özümüz
O kadar eksik kalmış ve kalıyor ki o parçamız

Savaşlar sürüyor
Ekolojik yıkım sürüyor
Bunları görmezden geliyor değilim, değiliz
Ama küllerinden doğan bir insanlık yeniden ortaya çıkıyor
Ve bunu hep birlikte yaratıyoruz

Bilmiyorum, kendimi(zi) mi kandırıyorum(z)
Devlet doğuda katliama devam ederken
Kirli enerji dünyaya hala büyük oranda hakimken
Ne bileyim, Can Dündar gibi insanlar içerdeyken
Dünyada her gün 5.000 çocuk açlığa bağlı nedenlerle hayatını kaybederken
Biz ot, böcek, paylaşım deyip oyalanıyor muyuz yoksa
Sanmıyorum ama bilmiyorum...

Lakin benim kalbim yeni dünyayı kurmak için atıyor ve bunun için yapabileceğimi yapmazsam, "giderken" kendimi eksik hissederim. O yüzden attığım her adımı bilinçli atmaya çalışıyorum, en az ekolojik ayak iziyle, en az -ve mümkünse sıfır- doğa sömürüsüyle... Bir yandan da biliyorum ki bu adımları sürdürebilirliğimin, bu uğurda tükenmememin yolu; her ne yapıyorsam kolaylıkla, rahatlıkla ve zarafetle (Güneş'e selam olsun) yapıyor olmaktan geçiyor. Ondandır ki kendime zaman tanıyorum (bazen unutup tanımayıveriyorum), "ideal"imdeki hayatı bugün yaşayamadığımda kendime kızmamaya çalışıyorum (bazen unutup kızıveriyorum), diğerlerini de yapmadıkları için yargılamamaya çalışıyorum (kabul, bazen de değil, sıkça yargılayıveriyorum).

Küçük yaşıyorum, daha da küçük yaşamak istiyorum
Epey sadeleştim, daha da sadeleşmek istiyorum

Bu yolda kendimle epey uğraştım, uğraşıyorum, görünen o ki daha çoook uğraşacağım
Kişinin içi dipsiz kuyu, in inebildiğin kadar...

Bu kadar sağlıksız bir dünyada, olabileceğim en güzel Emre olmak için, yani kendimi gerçekleştirebilmek için birkaç fırın daha ekmek yemem gerekiyor, o zaman yiyeceğim (ama ekolojik undan ve ekşi mayayla kendi yaptığım ekmekler)!

Hizmet etmeye çalışıyorum, daha da fazla ve beklentisiz bir şekilde hizmet etmek istiyorum
Armağanlarımı daha da özgürleştirmek, kolektif kullanıma açmak istiyorum

Hemen şuracıkta o harika dünyayı görebiliyorken bunu yaşayamamak bazen ağır geliyor
Birçoklarımızın bu kadar istediği ve arzuladığı şeyi neden gerçekleştiremeyelim
Bir de o kadar basit şeylerden bahsediyoruz ki
Huzur dolu, sağlıklı, dengeli, doğayla dost bir dünya kurmak neden bu kadar zor olsun
Yeter ki kendimize bakalım, dönüşüm olalım, devrim olalım

Ama...
Sisteme göbekten bağlı yaşarken dünyayı değiştirmekten bahsetmek de ne demek
Sistemden besleniyor, sistemi besliyorken;
İdeolojim, fikirlerim, hayallerim...
Hepsi ne kadar da boş aslında!

Bugün dönüşüm için ne yapabilirim?
Göbek bağımı kesmek için neye ihtiyacım var?
Ani bir geçiş olması şart değil
Dedim ya
Kolaylıkla, rahatlıkla, zarafetle
Vaktimi kullanarak
Bir yandan da
Oyalanmadan, ertelemeden

"Bugün ne yapabiliyorum"la başlayabilirim. Yoğurt mu tüketiyorum mesela. Bu konudaki olumsuz izimi nasıl azaltabilir, belki de yok edebilirim? Marketten hazır yoğurt almak yerine marketten süt alıp evde yoğurdumu mayalamak bir adım; sütü küçük üreticiden alıp yine evde yoğurdumu yapmak veya doğrudan küçük üreticinin yoğurdunu satın almak başka bir adım; küçük üreticinin, hayvanını doğada otlatanını bulmak bir adım daha ötesi; kendi hayvanlarıma sahip olmak ve onların en doğal şekilde beslenmelerini sağlayıp onların sütünü kullanmak ise bu konuda atabileceğim belki de son adım (belki de daha güzeli hayvansal ürünleri hiç tüketmemek ama burada o konuya girmiyorum).

Her tüketim kalemine bu şekilde bakıp yapabileceğimizi yapabilir miyiz? Tüketimimizi türetime çevirebilir miyiz?

"Bugün ne yapabiliyorum"la başlayabilirim. Zorunlu ve gerçek ihtiyaçlarım haricindeki her türlü tüketimimi en aza indirebilir, belki sıfırlayabilirim. İndirimden gömlek almaya son verebilirim, eve sürekli eşya almaktan vazgeçebilir ve evdeki tencere-tavayla idare edebilirim, kaç bin km yol geldiğini düşünüp kakao tüketiminden vazgeçebilir ya da en azından azaltabilirim, karbon salımı yüksekliğini göz önünde tutup uçak yerine otobüsü tercih edebilir, yakın yerlere yürüyebilirim. Gibi gibi adımlar...

Bunlar yeterli mi? Hayır! Gerekli mi? Evet! Yani bu adımların varlığı dönüşüm için tek başlarına yeterli olmayabilir ancak bunların yokluğunda dönüşümün gerçekleşmeyeceği kesin! Biz bir yerlerden başlayalım, yapabildiğimizi yapalım, adımlarımızı bütünü gözeterek atmaya başlayalım hele bir, gerisinin geleceğine inanıyorum; inanmak istiyorum.

Tüketimden gelen gücümüzü türetime çevirdiğimizde, kullandığımız her üründe kaynağa yaklaştığımızda, yaklaşamadığımızda da yaklaşandan tedarik ettiğimizde ortada -bugün bildiğimiz anlamda- sistem diye bir şey kalmaz ve rahata ereriz.

Biz türetirsek her şey değişir.

Tüketim sistemimiz dünyayı tüketiyor, kuracağımız türetim sistemlerimiz ise onu yeniden var edebilir. Yeter ki üstümüze düşeni yapalım. Gerisini zaten doğa halleder.

Herkesin adımı farklı, herkesin adımı kendine göre. Ama herkesin yapabileceği çok fazla şey var. Atabileceğimiz adımları bulalım ve atalım. Sonra bakalım neler olacak...

Yukarıdaki gibi bireysel adımlar bir yandan, kolektif adımlar diğer yandan. Bulunduğumuz bölgelerde nasıl dayanışabiliriz? Bölgesel toplaşmalar, gıda toplulukları, ... Hangi işleri ortak yapabiliriz? İhtiyacımız olduğunda kimlerden destek alabilir, ihtiyaç sahipleriyle hangi armağanlarımızı buluşturabiliriz? Her yanda armağan çemberleri düzenlesek mesela...

Birkaç gün önce Güneybatı Toplaşması adı altında toplandık bir grup insan. Datça-Marmaris taraflarından Kaş'a kadar giden bölgedeki yeni köylüler veya adayları olarak Fethiye'de Tangala Proje Platformu'nda buluştuk ve halleştik. Tanışma çemberi yapmaya kalktık, nerdeyse 60 kişi olduğumuz için bitmek bilmedi. Sonradan gelenlerle herhalde 70 kişi geçti buluşmadan. Acayipti! Ve bunun bi' 50'si falan orada geceledi. Görmeliydiniz! Üniversite zamanlarında bile böylesine bir kalabalığın aynı çatı altında uyuduğunu görmemiştim. Ev kocamandı ve herkes matıyla, minderiyle, uyku tulumuyla...

Tanışma çemberimizin üçte biri - Fotoğraf: İrem Çağıl
Normal olmayan bir sürü insan... Küçük yaşama, sadeleşme, ufak tefek üretimle kendine yetmeye çalışma gibi noktalar büyük oranda ortaktı. İnanılmaz da bir zenginlik vardı tabii. Kimi bahçe işlerinde, kimi hayvancılıkta, kimi zanaatte uzman(laşıyor). Ortada çocuklar koşturuyor ve hepsi çok mutlu. Küçük hayatın onlara da iyi geldiği çok belli. Şehirdeki çocuklarda gördüğüm huysuzlukların, şımarıklıkların esamesi yok.

Şimdi de konuşmaya, yazışmaya başladık. Bu "normal olmayan insanlar" bir arada ne yapabiliriz diye. Hangi üretim ve dayanışma ağlarını birlikte kurabiliriz? Mevcut sistemin daha da küçük bir parçası olmayı nasıl sağlayabiliriz? Belki de zamanla "birlikte yaşamak için daha neyi bekliyoruz?" diyeceğiz!

Küllerimizden doğuyormuşuz gibi geliyor. İzlemekle kalmayın, katılın; katılamıyorsanız muhtelif şekillerde destekleyin. Hep beraber doğabiliriz ancak!

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?