Sayfalar

30 Haziran 2017 Cuma

kendini alan karar

Yakın zamana kadar kendimi aşırı derecede kararsız biri olarak görüyordum; e öyleydim de... Gerçi ilginç bir şekilde, almak istediğim karar küçüldükçe işim zorlaşırken büyük kararlarda daha kolay netleşebiliyordum. Çikolatalı gofret ya da çokonat yeme konusunda uzun uzun düşünüp işin içinden çıkamazken bir işten istifa etmek söz konusu olduğunda bunu hızlı bir şekilde yapabiliyordum mesela.

Şimdilerde ise irili ufaklı hemen her konuda ve hemen her zaman, almamın hayırlı olacağı kararı açık seçik görebiliyorum. Ve tam burada, ifadeyi değiştirmeme müsaade edin: Artık pek karar almıyorum aslında, karar kendini alıyor; kendiliğinden zuhur ediyor.

Karar almak (sahi karar vermek ile karar almak arasındaki fark nedir?) epey zihinsel bir şey gibi tınlıyor kulağımda. Kişi olaylara, durumlara bakar, onları değerlendirir, kendince analitik bir süreç geliştirir ve bunun sonucunda birtakım kararlar alır. Bu süreçte çoğunlukla geçmişteki tecrübeler ışığında geleceğine yön vermeye çalışır.

Ne son zamanlarda moda olduğu üzere zihne tu kaka diyen biriyim ne de geçmişten öğrenmeye karşıyım ve fakat karar süreçlerinde bu ikisinin de kirletici etkileri olduğunu düşünüyorum.

Zihin, bizi öğrendiklerimiz, gördüklerimiz, duyduklarımız çerçevesinde yönlendirir. Varlığı son derece hayati olmakla birlikte son derece kirlidir de. İçinde korkular, travmalar, büyük çoğunluğu dışarıdan (aile, arkadaşlar, toplum...) öğrenilmiş ezberler vardır. Dolayısıyla "özgür" bir şekilde, hür irademizle karar aldığımızı sanarken kirlenmiş bir süzgeçten süzülenlerle idare ediyor olabiliriz. Tecrübem ve gözlemlerim, olan'ın çoğunlukla bu olduğunu gösteriyor.

Ve yine zihin, yukarıda yazmış olduğum kirli hâller dışında bakıyor dahi olsa, geçmişin verilerini işleyerek karar almaktadır, ki bu da pek istenir bir şey değil sanki. Geçmişte ben başka biriydim, sen de, o da... Dünya da başkaydı, çevre de... Ve biz geçmişin verileri ışığında karar almaya çalıştığımızda şu an'da var olmayan kişiler ve şeyler (çünkü hepsi değişti) üzerinden bunu yapmaya çalışıyoruz ve bu nedenle hayırlı olan karara ulaşmamız ancak tesadüflere kalıyor.

İşte tam da bunlardan ötürü, son zamanlarda karar almak fiiline iyice yabancılaştım; kararın kendi kendini almasına alan açmaya çalışıyorum. Ve inanın bana, bunu yaptığım sürece hiç yanılmıyorum. Zira kararın kendini alması demek, kulaklarımı içimden gelene, yani ruhumun çağrısına açabilmek ve süreci, doğal bir şekilde olacak olan'a teslim edebilmek demek. İçimden, özümden gelen bir şeyin yanlış olabileceğine, doğal bir şekilde olan'ın hayırsız sonuçlar doğurabileceğine ise ihtimal vermiyorum. En azından şimdiye kadarki tecrübelerim istisnasız bu yönde. Özümüz hep temiz kalıyor ve bütünle bağlantılı. Her an bize fısıldıyor, bazen de bağırıyor ol'mamız gerekeni, yap'mamız gerekeni...

Üstelik özümüz hep an'da olduğu için, geçmişin yüklerinden azade bir şekilde konuşuyor bizle. Geçmiş travmalarla, üzüntülerle ve diğer olumsuz hislerle işi yok onun. Orada hep ve sadece coşku var, heyecan var. Onu dinleyen birinin sırtının yere geleceğini asla düşünemiyorum.

İnsanların büyük çoğunluğu özüyle değil de kirlenmiş zihin vasıtasıyla karar aldığı ve bu şekilde yaşadığı için dünyayla (bkz. Savaşımız-1), diğerleriyle (bkz. Savaşımız-2) ve kendimizle (bunu da yazacağım) savaş hâlindeyiz belki de. Bunun çalışmadığı ise her zamankinden daha açık bir şekilde görülüyor artık ve yeni yollar aranıyor. Bana göre bu olumlu bir şey. Yeter ki dışarıdaki arayışa ara verip içeriye daha fazla kulak vermeyi hatırlayalım. Gerisi iyilik, güzellik...

Bu arada "En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir." lafı var ya, bunun tersine katılıyorum (Olumsuz cümleleri bu şekilde tersten olumlu bir şekilde kuran Kamyar'a selam olsun); bence "Kararsızlık, kötü bir karardan iyidir." olmalı o. Kainatta mükemmel bir kaos hâkimken, bizim düşünüp taşınıp karar verip bir şeyleri sabitlemeye çalışmamız tuhaf geliyor bana. Yukarıda yazdığım gibi, kendi akışında ortaya çıkan kararlar zaten başka bir şey; hatta onlara karar değil de doğal akışın bebeği falan demek lâzım belki de...

Ve son olarak... Kararın kendini alması için, yeterince beklememiz gerekir. Kendi hâline bıraktığımızda bazen çok hızlı oluşan kararlar bazen bekletir de bekletir. Bence, karar alma zorunluluğu olmayan her durumda, beklemek en iyisidir. Aktif bir beklemeden bahsediyorum tabii, sorular sorduğumuz ve cevaplara kendimizi açtığımız bir beklemeden. Bana göre bizim üzerimize düşen, soru sormaktan ve bunu tekrarlamaktan başka bir şey değil. Cevap için ise aceleye gerek yok. Cevabı aramaya da gerek yok. Doğru soruları sorduğumuzda cevaplar bizi buluyor. Tam zamanında...

***

Çokonat mı çikolatalı gofret mi konusundaki kararsızlık muhtemelen çok düşünmekten geliyordu. Gözlerimi kapatıp hangisini istediğimi kendime sorsaydım, muhtemelen çok daha hızlı ve doğru kararlar ortaya çıkacaktı.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

29 Haziran 2017 Perşembe

su

Su için can'lar.
Çok su için.

Ben bu aralar çok içiyorum ve her bi'şeyimi temizliyor adeta.
Bedenimi, ruhumu, zihnimi...

İçtikçe içiyorum, içtikçe işiyorum. Bitmek bilmez bir musluk-koltuk-tuvalet döngüsü... 20 dakikada bir kalkıyorum yerimden.

Ve arınıyorum da arınıyorum...

Sabah sağlam bir kahvaltı yapıyorum ve sonrasında çoğu gün akşama kadar hiçbir şey yemiyor, deli gibi su içiyorum. 75 cl'lik bir şişem var, bazı günler üç bazı günler dört şişe; hem de dört-beş saat içinde (diğer saatlerde içtiğim başka ama en çok gündüz)... Nasıl da hafifliyorum iyice, nasıl da huzur sarıyor bünyemi...

Bu arada ne ilginçtir ki gün içinde iki lokma bir şey yiyeyim (ister birkaç dilim karpuz olsun isterse bir tane dolma), devamı geliyor. Bir açlık hâli oluşuyor ve sürekli kendini yeniden üretiyor.

Bedenle bağlantıyı epey kaybetmişiz gerçekten de. Söylüyorlardı da kafama yatmıyordu, aslında gün içinde sürekli susuyoruz ama bunu anlamayıp acıktık sanıp yemeye koyuluyoruz diye. Doğruymuş. Besbelli ki o kadar yemeye hiç gerek yokmuş. Koca bir gün sadece su içtiğim gibi akşam da az bir şeyle doyuveriyorum (sosyal yiyicilik alışkanlığı hâlâ kısmen bünyede; doyduğum hâlde yiyebiliyorum, o başka).

Bedenim çok rahat ediyor, belli ki zihnim ve ruhum da. Su gibi berraklaşıyor sanki her bir şeyim. Hafifliyor, daha da sakinleşiyor, merkezleniyorum.

Eskisinden daha sağlıksız değilim, daha zayıf değilim, daha vitaminsiz falan da değilim. Demek ki yükmüş o fazladan yenenler. Bünyeyi yormaktan başka bir şey değilmiş. Bilmem çok mu acele ulaştım bu sonuçlara ama hissiyatım tam da bu şekilde.

Su için can'lar. Dünyanın % 75'i, bedenimizin %70'i su.

Su içmek mühim... Çok mühim...

Bana öyle gelmeye başladı ki ne kadar su içtiğimiz, hayatımızın her kademesini son derece fazla etkiliyor.

Birkaç güncük, hatta bir güncük deneyin bunu; sanırım farkı hemen göreceksiniz. Alın büyükçe bir şişe suyu yanınıza ve ne zaman bir şey yiyesiniz gelse dikin kafaya. Biraz daha, biraz daha... Şişe boşaldığında çişe giderken yeniden doldurun ve döngüyü devam ettirin. Ve bakın neler oluyor.

Hatta isterseniz bana yazın deneyimlerinizi. Yaşadığım bir şeyi anlamsız yere genele mi yayıyorum, yoksa sahiden herkese bu kadar iyi gelecek mi; çok merak ediyorum ama hissiyatım da çok net aslında.

Su için can'lar.
Çok su için.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

18 Haziran 2017 Pazar

Savaşımız-2 (bizbize)

Dün, bahsettiğim savaşın insanın doğayla ve dolayısıyla kendiyle olduğunu söyledim; zira bütünü parçalarına ayırmanın fazla bir anlamı yok. Her şeyin kocaman bir organizmanın parçası olduğunu her geçen gün daha fazla hissediyorum. Fakat bir şeyleri anlatabilmek için parçalarına ayırmak işi kolaylaştırıyor. Bundandır ki gerçeği kapsayamamak ve bütünden bir miktar uzaklaşmak pahasına, savaşın doğaya karşı olan kısmını soyutlayarak tasvirlemeye çalıştım.

Bugün ise, insanın insana (diğerlerine) açtığı savaşı, bütünden ayırarak göz önüne sermeye çalışacağım. Bilmediğimiz şeyler değil hiçbiri ama tekrar ve tekrar hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor. Zira bir şeyi dışsal bir bilgi olarak bilmek ile bilgiyi içselleştirmek, yani bilginin biliş olması ve hayata geçmesi arasında dağlar, nehirler oluyor genellikle. Bildiğimiz hemen biliş'e geçse işimiz çok daha kolay olurdu ama öyle yürümüyor.

İnsanın insana açtığı savaş açık seçik gözümüzün önünde cereyan ediyor. Gerçi hiçbir kötü şeyi üstümüze almama, suçu hep başkalarında arama konusunda olağanüstü derecede başarılıyız. Sizi bilmem ama ben, şu kişiye haksızlık ettim, bu kişinin parasını, emeğini çaldım, ötekini kırdım, berikini incittim diyen birileri ile çok nadir karşılaşıyorum. Genelde ne hikmetse karşıma hep haksızlığa uğrayanlar, çaldıranlar, kırılanlar, incitilenler çıkıyor. Olumsuz edimlerin faali hiçbir zaman bulunamıyor, hep bir edilgenlik... Şu ötekiler kim çok merak ediyorum. Biz olmadığımız kesin, peki kim bunlar?

5N1K'nın kim sorusuna cevap bulamasak da ne sorusuna vereceğimiz cevap çok zor değil. Bu, daha bir bildiğimiz yerden sanki. İnsan insana ne yapıyor? En büyük resimden, iyice yukarılardan, kuş bakışı baktığımızda gördüğümüz; insanın insanı öldürdüğü, bombaladığı, öldürttüğü, bombalattığı, aç bıraktığı vs... Bu konularda detaya girmeye gerek yok, hepimizin bildiği şeyler; savaşlar, çatışmalar, terör, şu-bu...

Yer yüzüne biraz yaklaştığımızda gördüğümüz şeyler daha az acımasız izlenimi verse de pek öyle değil. Evet, doğrudan öldürmüyor belki ama süründürüyor. Sapiens, iki ayağı üzerine kalkalı on bin yıllar olduğuna göre sürünerek yaşamak ne kadar makul, ne kadar kabul edilebilir; takdirinize kalmış. İnsan insanı korkunç şartlarda çalıştırıyor, bazen karın tokluğuna bazen bundan bile kötü koşullarda; insan insanı sömürüyor, diğerinin kaynaklarına yasal (bir şeyin yasal olmasının adil olması anlamına gelmediğini de şuracığa bırakalım) ve yasal olmayan yollarla el koyuyor; insan insanı kullanıyor, manipüle ediyor, yanıltıyor; yapıyor da yapıyor. Sanıyorum bunlara da çok yabancı değilizdir.

Biraz daha odaklandığımızda ise belki öldürmeyen, süründürmeyen ama insanı insan olmaktan çıkaran farklı tür salvolarla (bu askeri terimler de neremden çıkıyor!) karşılaşıyoruz. Bu saldırı, çoğunlukla insanın yakın çevresinden, en sevdiklerinden geliyor. Üstelik son derece sinsice ve alttan alta gelen bu hamlelerin en büyük gücü, çoğu zaman gelenin farkına bile varmamamız ve dahası, hamleyi yapan da yaptığından habersiz. Farkındalıksız bir durumdan bahsediyorum yani. En yakınların birbirine ettiğini başka kimse edemiyor gibi geliyor bazen. Anne-baba- çocuk ilişkileri, sevgili ilişkileri, dostluklar, arkadaşlıklar... Tüm bu ilişkilerdeki suçlamalar, kötü hissettirmeler, kıskançlıklar, çekememeler, hor görmeler, irili-ufaklı yalanlar, yanıltmalar, O'nun kendi hayâlleri peşinde koşmasına engel olmalar, duygu sömürüleri... Tanıdık geldi mi?

Velhasıl, eş zamanlı ve topyekün savaşın cephelerinden biri olan insan-insana savaş, en basit hâliyle böyle görünüyor bana.

***

Görünen o ki bir sonraki yazıda, insanın kendiyle olan savaşına da dokunup sonrasında bütün bunları nasıl çözeceğimize dair fikirlerle devam edeceğim. Dün son cümlemde belirttiğim gibi, benim umudum var zira.

Bizi izlemeye devam edin. Şimdi kısa bir ara...

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

17 Haziran 2017 Cumartesi

Savaşımız-1 (tek taraflı saldırı)

Bir savaş var, durmaksızın devam eden. Bin yıllara yayılmış, son birkaç yüzyılda ise hızını ve yıkıcılığını artırmış bir savaş. İnsanın doğa ile ve dolayısıyla kendiyle olan savaşı bu. Ve öyle bir savaş ki bu, bir zaman bir yerde okuduğum üzere, kazandığımız takdirde kaybetmiş olacağız.

Bu yazı, doğayla olan kısım üzerine...

Farklı bir savaş bu; saldıran var ama -bırakın karşı saldırıyı- savunan yok. Tek taraflı ilerliyor; hep hücum, hep hücum... İşin ilginci geri çekilen de yok. Olduğu yerde durup duran, her tokadımızı, her tekmemizi, her sillemizi sessizce sineye çeken bir saldırılan var ortada. Bu kadarını İsa bile yapamazdı herhalde; ya da sadece o yapabildi belki, bilinmez.

Yaralar açılıp dururken saldırı altındaki doğa, büyük bir şefkat ve hiç bitmeyen yeniden başlama enerjisiyle pansuman yapıyor, bunları sarmaya çalışıyor; 
fakat saldırı yeniden ve yeniden vuku buluyor.

Saldırıyı dört bir koldan sürdürüyoruz. Binlerce yıldır hiçbir şeyde yakalayamadığımız uyuma bu konuda ulaştık. Din, ticaret, güç, şöhret, hırs, para ve diğer şeylerden kaynaklanan savaşları birbirimizle yapaduralım; bunları yaptığımız zamanlar dâhil olmak üzere O'na, yani doğaya, yani bütüne karşı olan savaşımızda müttefik ve hemfikiriz. Kesintisiz, dur durak bilmeyen savaşımızda... Kusursuz bir istikrarla... Buna dair en ufak bir anlaşmazlık taşımıyoruz. 

Doğa ise savunmada kalmaya devam ediyor, kendini yeni koşullara adapte etmeye gayret ediyor; sadece yapması gerekeni yapıyor: Pansuman, baticon, sargı bezi...

Havadan, sudan ve karadan bombalıyoruz her şeyi. Hava kuvvetleri; ağır sanayi kuruluşlarıyla, kirli ve riskli enerji üretimiyle dünyamızı bombalarken denizciler boş durmuyor, daha masum görünen ama perde arkasında gölleri dolduracak kadar göz yaşıyla dolu diğer üretim hamleleriyle, elektronikle, daha fazla ve daha fazla elektrik tüketen her türlü ürünle bu bombalamaya destek veriyor; hatta son yıllarda öne çıktığı ve bu amansız saldırıda başı çektiği görülüyor. 

Elbette ki hiçbir işgal, hiçbir saldırı, kara kuvvetleri olmadan tamamlanamaz. Ortalığı istediğiniz kadar yakıp yıkın, düşman topraklarına bizzat girmek zorundasınızdır, aksi takdirde gerçek anlamda hakimiyet kurmanız mümkün olamaz; yakıp yıkmanız geçici kalır, düşmanı sömürgeleştiremez, kapitülasyonlar ve diğer anlaşmalarla ondan en fazla faydayı sağlayamazsınız. Kara kuvvetleri ise biziz: biz ve tüketim gücümüz. Hava ve deniz kuvvetlerinin tamamlayıcısı biziz. Onların ürettiğini tüketen, parlattığı şeylere gözleri kamaşan, gözü dönen, daha fazla ve daha fazla isteyen ve daha fazla bombalamaya, daha fazla saldırıya alan açan biziz. Her gün binlerce uçağı uçuran biziz, milyonlarca klimayı çalıştıran biziz, karbonları can'ım atmosfere salıp duran biziz, daha fazla tüketebilmek için doğanın göz yaşlarını görmezden gelen biziz. Arz'ın karşılığındaki talep biziz!

Soyut bir biz'e gitmesin kafalar; gerçek anlamda biz'iz: sen'sin, ben'im. Annemiz, babamız, o tatlı pazarcı teyze, güler yüzlü komşumuz, çok sevdiğimiz hocamız, dini bütün dedemiz, ateist arkadaşımız, liberalimiz, solcumuz; hemen hepimiz...

Ve fakat
doğa da biz'iz; 
dünya da ben'im; 
bütün de sen'sin. 

Kendi ayağına sıkanlarız yani.

Bakalım bu amansız saldırıdan ne zaman vazgeçeceğiz. Benim umudum var.


Hadi BOrtaçgil'den gelsin: Oyuna Devam

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

15 Haziran 2017 Perşembe

seks (30-35 yaşlarım)

Birkaç ay önce  konuya bir miktar girmiş, elimden geldiğince soyunmuş ve deneyimlerimi 30 yaşıma kadar getirmiş <seks (11-17 yaşlarım), seks (17-22 yaşlarım), seks (25-30 yaşlarım)>, sonda ise bir toparlama yazısı ile seriyi bitirmiştim. Fakat birkaç gündür, konuya dair daha güncel yaşantıları da paylaşmaya iten bir ses var içimde. Bu satırları yazdığım şu an itibariyle ne yazacağımı biliyor değilim ve fakat ne çıkacağını merak ettiğim için yazmaya başlıyorum. Dişe dokunur ve sessizliği bozacak kadar değerli olduğuna inandığım bir şeyler çıktığı takdirde yayımlarım; aksi takdirde, bu kadar emek vermişken en azından üç-beş arkadaşımla paylaşırım herhalde.

Toparlama yazısında da paylaştığım üzere, son yıllarda bu konudaki ezikliğim azaldığı ve hatta neredeyse ortadan kalktığı için konuya dair epey rahatladım. Her geçen gün buna dair daha fazla kişiyle ve daha sık konuşuyor veya konuşmaya çalışıyor, mesela bu konuda daha rahat espri yapabiliyorum ve bu durum hoşuma gidiyor.

***

Bir gün -arkadaşın arkadaşı vasıtasıyla- bir kadınla tanıştım. Çok kısa bir yanyanalık oldu ve pek tatlı göründü bana. O gün herhangi bir şekilde iletişim bilgilerini falan almadım ama facebook sağolsun, çok zorlanmadan ulaştım kendisine. Ne yazdığımı, ne konuştuğumuzu falan pek hatırlamıyorum ama -galiba- birkaç gün içinde soğuk bir kış akşamında buluştuk. Onu gördüğüm an "eyvah" dedim! Çok büyük bir hata yapmıştım. O anda onu ne fiziksel olarak çekici bulacağımı ne ruhsal olarak çekileceğimi ne de entelektüel vs. şekillerde keyifli paylaşımlar yapabileceğimizi hissettim. Yapmam gereken tek şey bu geceyi fazla uzatmadan, onu da incitmeden bitirmek, sakince evime dönmekti; olmadı. Önce bir şeyler yedik, sonra kahve, salep falan içtik, bundan da sonra -hah şimdi hatırladım!- sinemaya gitme niyetimizi, havanın aşırı soğuk olmasından dolayı onun evinde film izlemeye çevirdik. Giderken birkaç da bira aldık. İşler sarpa sarıyordu. Hiç tanımadığım, -o gün görür görmez- çekilmeyeceğimden adım gibi emin olduğum bir kadının evine film seyretmeye gidiyordum, üstelik elimizde bira şişeleri ile. O gece film ortalama, muhabbet vasat, biralar soğuktu. Sonra şişede durduğu gibi durmayan alkol, muhabbeti derin yerlere (acılara vs.) taşıdı, onun göz yaşları bize eşlik etti; derken iyice sarhoş oldu. Veda edip evden ayrılacak ve derin bir nefes alacakken hooopp yakalandım ve gidemedim. -Aslında çok ilginç olan- detaylara burada girmeyeyim ama evet, olan oldu ve o gece günaha girildi. Ertesi sabah uyandığımda, filmlerden biraz karikatürize bir şekilde bildiğim o sahneyi yaşadım. Tek bir amacım vardı: mümkün olan en kısa sürede sıvışmak. Yapamadım, zira o da uyandı. Bir de baktım kahvaltı falan faslına girmişiz ama neyseki uzun bir sofra değil de tostlu bir kahvaltı yaptık; sıkım sıkım sıkıldıktan bir süre sonra, hoop ayrıldım evden.

Birkaç gün pek haberleşmedik, bende en ufak bir istek yoktu zaten. Sonra bir gün benle görüşmek, konuşmak istediğini söyledi. Buluştuk ve nasıl hissettiğimizi paylaştık. O'nun neler söylediğini şu an hatırlayamıyorum ama  ben cesurca, hiç kıvırmadan, yukarıda yazdıklarımı ifade etmeyi becerdim (ilk an'da çekildiğimi, sonra buluştuktan itibaren bunun yok olduğunu...). Üzüntü, hayâl kırıklığı gibi bir şey yaşadı mı emin değilim ama anlayışla karşıladığını hatırlıyorum. Velhasıl, helâlleşmiş ve tamamlanmış bir şekilde yolumuza gittik. Bir daha görüşmedik.

***

Fena arkadaş değiliz, iyi anlaşıyoruz; aramızda bir gerilim var, bir şeyler olma ihtimali olup da olamamasının gerilimi. Gayet güzel, tatlı, hoş sohbet biri; ona doğru çekileyim istiyorum ama ı ıhh, olmuyor bir türlü. Bu işler hiç öyle istemekle falan olmuyor zira! Sanki onun tarafında da benzer bir durum var, emin değilim. Gel zaman git zaman, bir gün bir nedenle ona gitmişim, karşılıklı oturuyoruz, ortamda yine aynı gerilim. Bir şeyler olabilir gibi ama olmuyor. Ve birdenbire bir önceki olayın çok benzerini yaşarken buldum kendimi. Yine tam evden ayrılacakken yakalandım ve yatağa...

Birkaç saat sonra -olsa gerek- yanından ayrıldım. Sonraki süreçte O'ndan, sevgili olmuşuz ya da en azından bunun devamı gelecek-vari mesajlar gelmeye başladı. Bendeki hissiyat hiç öyle değildi ama. Yine kendimi ifade ettim ama neyi, nasıl söylediğimi (daha doğrusu yazdığımı) hatırlamıyorum. Muhtemelen yalın bir şekilde anlatmışımdır. Bozuldu, üzüldü, muhtemelen hayâl kırıklığına uğradı; hatta bana kızdı. Zira içeriğini hatırlamasam da tepkisel enerjisi içimde yer etmiş.

Ve o şekilde kaldı. Sonraki süreçte bir ya da iki kere karşılaştıysak da hiç özel olarak görüşmedik, diğerinde olduğu gibi buna dair konuşmadık ve dolayısıyla helâlleşemedik, tamamlanamadık. Oysaki nasıl da gerekli bir adım... 

***

O'na, daha o öğlen ilan-ı hoşlanma etmişim, derecesinden emin değilim ama bir şeyler var, orası kesin. O da bana karşı boş değilmiş ya da benim ona olan ilgim dolayısıyla meyillendi belki. Güzel bir gün; ağaç altları, çimler, sohbet, sonraki saatlerde aramıza katılan diğer arkadaşlar... Aynı gece o başka arkadaşlarıyla fasıla mı gidecekti ne; akşamında bende kalıp kalamayacağını sordu; tabii ki "gel" dedim. Gecenin bir köründe geldi, bayağı sarhoş. Zar zor getirdim, yatağa yatırdım; ben de yanına kıvrılıverdim. Çok geçmeden yakınlaşmalar, dokunmalar, öpüşmeler vuku buldu ve belli ki buradan yürüyecektik ama ben durdum ve durdurdum. Karşımdakinin bu deneyime, açık bir zihinle karar vermesini istedim çünkü. Uyuduk, uyandık; baktım ayılmış ve hâlâ birbirimize çekiliyoruz. Bu sefer durmadım, durdurmadım...

O durumdayken büyük bir başarıydı valla. Konuya dair dev gurur duyduğum bir hikâyedir.

***

Başka birkaç deneyimden daha bahsetmiştim ama yazıya pek bir şey katmadıkları için sildim. Zira bu deneyimleri aşağıda paylaştığım noktalara bağlarken kopukluk oldu. Kalanların ikisini, iletişimin ve yürümeyen bir durum varsa bile helâlleşmenin önemini vurguladıkları, diğerini ise gururumu paylaşmak için kaldırmadım (gülücük). Biraz da hikâye anlatmanın dayanılmaz cazibesi var tabii... Velhasıl yukarıdaki deneyimler ile aşağıdaki paylaşımları birbirinden bağımsız düşünerek okuyabilirsiniz.

Bu arada kısa süreli (hatta ilk ikisi tek seferlik) deneyimlerden paylaşımları tutarken, aşağıdaki sonuçlara ulaşmama en az bunlar kadar hizmet etmiş daha derin deneyimleri silmiş olmam ilginç oldu ama dediğim gibi, bağlayamadığım için...

***

Yolun epey başında olmakla birlikte yavaş yavaş bu işi öğrenmeye başladığımı düşünüyorum. Sadece sevişmeyi öğrenmekten bahsetmiyorum; sevişmenin doğasını, ne olduğunu, bunu deneyimlemenin ve bazen de deneyimle(ye)memenin bendeki etkilerini, onun ilişkideki yerini, ilişkiye olan etkilerini, katkılarını, ortaya döktüğü riskli durumları... Ulaştığım birtakım sonuçlar var, merak ettiğim şeyler var; mutlaka -bildiğim ve deneyimlediğimin bin misli,- hakkında herhangi bir fikir sahibi olmadığım tarafları var(dır)...

Peki ben ne biliyorum, ne anladım, ne öğrendim: Sevişmenin olağanüstü bir şey olduğunu ama duruma, zamana ve bunu paylaşan kişilere göre değişebildiğini biliyorum mesela. Aynı kişilerin iki sevişmesi bile birbirini tutmuyor, farklı kişilerle yaşanan deneyimler elbette ki bambaşka. Arada nasıl bir çekim var, duygular işin içinde mi yoksa sadece cinsel arzu mu var veyahut skor yapmaya çalışılıyor olabilir mi; o gün kişilerin cinsel enerjileri ne âlemde; kişiler bunu o an, o kişiyle yaşamak istediğine emin mi; ten uyumu ne âlemde; ay hangi burçta; hava aşırı sıcak ya da soğuk mu yoksa yapış yapış olmadan veya donarak yorganın altına saklanmadan icra edilebiliyor mu; zihinler dolu mu, o sırada taraflar an'da kalıp tüm varlıklarını ve enerjilerini sevişmeye aktarabiliyor mu; zaman kısıtı var mı, kişilerden birinin yetişmesi gereken bir yer var mı; gebelikten veya hastalıklardan korunmaya dair korkular, şüpheler, kararsızlıklar var mı; işin içinde kadın(lar) varsa, yumurtlamanın hangi aşamasındalar; kişiler sevişme öncesi, sırası ve sonrasında buna dair konuşabiliyor mu... Tüm diğer konularda ve yaşantılarda olduğu gibi, seksi de etkileyen milyon tane değişken var netekim, bunlar sadece aklıma bir anda gelenler.

Bu değişkenlerin ışığında ve ötesinde, şu an'a kadar anladığım kadarıyla, seks bazen basit bir cinsel aktivite ve enerjiyi dışa vurma yolu olarak sadece seks iken bazen bundan çok daha fazlası... Ne zaman nasıl olduğuna dair katî şeyler söylemekte zorlanıyorum. İçimde, tek seferlik veya ilk zamanlarını yaşayan bir ilişkinin çok derin ve özel olamayacağını, birbirini gerçekten seven ve ilişkide derinleşmiş kişilerin yaşayacakları deneyimin çok daha özel, derin ve keyifli olabileceğini söyleyen -biraz ezberci- bir ses var mesela ama bu da bazen doğru bazen değil. Arada kuvvetli bir cinsel çekim varsa mesela, ilişkinin en başlarında bile ortaya inanılmaz bir heyecan ve coşku çıkabiliyor, hatta tam da bu nedenle ilişkinin derinleşmesi kolaylaşabiliyorken, ilişkinin evrildiği ve aslında derinleştiği dönemlerde bu enerjinin esamesi okunmayabiliyor. En azından benim deneyimim bu yönde fakat bu, benim (ve bizim) ilişkiyi beslemeyi bilememiş olmamızdan kaynaklanmış olabilir*; genelleme yapmam mümkün değil. Ama henüz derinleşmemiş bir ilişkiyse ve aradaki çekim de pek fazla değilse mesela, buradan harika bir sevişme çıkması pek mümkün değil gibi geliyor bana. Yazarken yazarken şöyle bir noktaya geliyorum: en basit haliyle, seks'in nasıl olacağını belirleyen -aslında birbirinden o kadar da ayrı şeyler olduğuna emin olmadığım- iki ana şey var sanki; bir tanesi aradaki cinsel çekim, bir diğeri ise duygusal derinlik. İyi bir sevişme yaşamak için bu ikisinden en az birinin var olması gerekli sanki ve eğer ikisi de varsa, bulutların üstüne çıkmak mümkün olabiliyor galiba. Fakat deneyimim, bu ikisinin genellikle aynı an'da çok yukarıda olmadıkları yönünde. Galiba şöyle: Cinsel çekimin yüksek olduğu sevişmeler çok güzel oluyor, bu çekim, yerini zamanla -kısmen- duygusal derinliğe bırakıyor (yani duygusal derinlik derecesi artarken cinsel çekimin derecesi yavaşça düşüyor sanki; hani ikisi için toplam bir kota varmış gibi) ve sevişme hâlâ çok güzel oluyor; fakat sanki bir nokta var ki cinsel çekim bunun da altına düştüğü takdirde duygusal derinlik yerin yedi kat altına ulaşmış olsa ve en derinlere kök salmış bile, coşkulu ve doyurucu bir sevişme vuku bulamıyor. Dolayısıyla uzun süreli ilişkilerde cinsel çekimi beslemek (mümkünse toplam kotayı artırarak) şart galiba ama yukarıda da belirttiğim gibi bu konuya girmeye hem niyetim hem de buna dair kesecek fazla ahkâmım yok.

* Bu apayrı ve bence çok kıymetli bir konu; ilişkilerin birçoğunda, bir süre sonra kardeş/dost hâline geçiliyor ve buna dair yapılacak şeyler var muhtemelen; bu yazıda buna girmeyeceğim

***

Tüm bunları neden anlatıyorum? İçimdeki ilgi çekmeyi seven ve isteyen, doyumsuz çocuğu beslemek için olmadığına inanıyor ve öyle umuyorum; bunu daha önceki yazılardan birinde daha sorgulamıştım. Tabusal konularla (para, cinsellik) uğraşmayı, onları didiklemeyi seviyorum. Medeniyetin yarattığı sıkıntılı dünyanın başlıca müsebbiblerinden birinin, bu konuları (mesela ölüm de dahil buna) görmezden gelmemiz, kapalı kapılar arkasında kilitli sandıkların içinde tutmamız ve dolayısıyla olağandışılaştırmamız ve bunun sonucunda şifalandıramamamız olduğunu sanıyorum. Bence artık bu konularda ciddi adımlar atmaya ve soyunup dökülmeye hazırız. Kendi tecrübeme göre, konuşmak, sırları ortadan kaldırmak, şeffaflaşmak, bu konularda ve dolayısıyla tüm hayatta beni her geçen gün daha da rahatlatıyor, hafifletiyor.

Bu arada yazdıkça açıldım ve tahminimden çok daha fazlası çıktı. Daha da fazlası geliyor zihnime ama bunları yazıya eklemlemekte zorlandığım için artık duruyorum. Bir ihtimal, devamı gelebilir ama şimdilik bu kadar.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

13 Haziran 2017 Salı

İç eleştirmen

Dünkü yazımda bahsetmiş olduğum, taşınma sürecinde yaşadığım birtakım iç sıkışıklıkları anlatmak istiyorum biraz. Birkaç gün içimi kavuran bu durum, ne köyden ne evden ayrılmaya dairdi ne de "eyvah ben şimdi ne yapıcam"vari bir düşüncenin, korkunun ürünüydü. Bu durumu yaratan, üveybeüvey iç kritiğim, diğer bir deyişle iç eleştirmenim, ya da psikolojideki ismiyle süperegom idi.

Begüm, Nihat ve Funda ile birlikte eşyaları toparlama sürecindeydik ve kendimi inanılmaz işe yaramaz, bir bok beceremez hissettim birkaç gün. Ne yapacağımı bilemediğim, neyin ucundan tutacağımı şaşırdığım, sadece ve sadece kaçmak istediğim günler. 35 yaşında bir koca çocuk olarak uzaklaşma isteği içimi kavuruyordu. Begüm bir şekilde bu durumumu fark etseydi ve deseydi ki "Yaa Emrecim sen çok yıpranıyorsun, boşver, biz hallederiz" gibi bir şeyler, büyük bir şükranla giderdim. Çünkü beceremiyor, işe yaramıyordum (daha doğrusu öyle sanıyordum) ve dolayısıyla hiçbir şey yapmak istemiyordum.

Sanmayın ki bunun tembellikle bir ilişkisi var. Gerçi tembelliğe saygı duyan bir insanım ama buradaki durum o değil. Öyle olsa, son bir-iki gün toparlanıp daha fazla iş yapabiliyor olmazdım, hele ki eşyaları taşıdığımız, yani hamallık yaptığımız gün bu kadar şevkle ve hiç şikayet etmeden çalışmazdım. Tüm sorun kendi üzerime uzun yıllar önce yapıştırdığım beceriksizlik damgası idi ve bunu defalarca def etmeme rağmen yine geldi, buldu beni. O kadar sinsi ki kendisi,  nasıl def edeceğimi aslında bilsem de (aşağıda anlatacağım) iki-üç günlüğüne ağına düşmekten kaçınamadım işte. Neyseki yanımda Funda vardı da biraz ona ağlanabildim hiç değilse. Gerçi ağlanırken bile tam olarak bu durumdan bahsedemedim. İç eleştirmen çok da iyi hedef saptırıyor zira.


***

"Emre yapamaz!", "Emre beceremez!", "Emre'nin eli ermez!", "Emre çok yeteneksizdir!"... İşte bu cümleleri uzun yıllar duya duya öylesine içselleştirmişim ki hâlâ uğraşıyorum. Babamın,-bazen- anneannemin ve kendimin bu tip cümleleri kulağımda yankılanıyor (annemden duyduğumu hatırlamıyorum ama belki ondan da...). Hiçbir kötü niyetleri yoktu, bu durumdan rahatsız falan da değillerdi, hatta ailede bir çeşit espri konusuydu bu, yani elimin teknik işlere pek ermemesi. Beni çok seviyorlardı, buna hiç şüphem yok ama şakayla ve sevgiyle karşılık kurulduğu düşünülen bu cümleler, içe sıkıca yerleştiği takdirde yıllar sonra bile orayı fena hâlde kemirebiliyor işte.

Üstelik özellikle son beş yıldaki süreçte artık elimden az-çok iş de geliyor. Evet, doğuştan gelen teknik becerilerim çok fazla yok; evet bazen hâlâ zor anlayabiliyor ve uygulayabiliyorum o tip işleri ama epey yol da kat ettim. Kaldı ki kat etmesem ne olur! Ne kimseye ne de kendime herhangi bir şey ispatlamaya ihtiyacım var. Olduğum halimle güzelim. Herkes öyle. Ve herkes yapabildiğini yapıyor işte. Hiçbir şey olmak, hiçbir şey yapmak, hiçbir şey başarmak zorunda değilim; değiliz. 


"Yapamam", "Değersizim", "Mükemmel olmalıyım", "Hata yapmamalıyım", "Yeterince iyi değilim", "Kimse beni sevmiyor". İşte şahane iç eleştirmen cümle örnekleri.
Grafik kaynak: Web

İç eleştirmen nedir?

İç eleştirmen, hemen her insanın içine yerleşmiş olan ufacık ancak çok etkili bir parazittir. Kişinin içinden, özünden değil, ona ait olmayan ama içselleştirdiği korkulardan, uymak zorunda hissettiği toplumsal normlardan, yine içselleştirdiği çevresel birtakım seslerden beslenir.

Kişiyi yerden yere vurmaya, onu sabote etmeye bayılır. Eh, tam da bunun için vardır. Zayıf yanlarımızı çok iyi bilir ve her an ortaya çıkmak içi fırsat kollar. Karanlıktır, kapkaranlık! Şerefsizin önde gidenidir! 

Onla ciddi bir mücadele şarttır ama pazarlık etmeye, uzlaşmaya çalışmaya gelmez. O kadar sinsidir ve bir yandan o kadar ikna edicidir ki söylediklerinin doğru olduğundan; işe yaramazın teki olduğumuzdan, başarısızlığımızdan, beceriksizliğimizden, kötülüğümüzden, sevgisizliğimizden (veya sizde hangileri ses buluyorsa) eminizdir onu dinlerken. Bizleri çok hızlı bir şekilde dibe çeker bu arkadaşımız (!). Ve orada tutmak için elinden geleni ardına koymaz, çoğu zaman da başarılı olur; ta ki biz bunun farkına varıncaya kadar.

Peki iç eleştirmenle nasıl başa çıkarız?

- Öncelikle yapmış olduğu saldırıyı idrak etmemiz, duyduklarımızın gerçekleri ifade etmediğinin farkına varmamız gerekli. Yani karanlığa ışık tutmamız.

- Farkına vardıktan sonraki adımımız, onu geldiği yere göndermekten başka bir şey değil. Düşünün ki elinizde bir tenis raketi veya beysbol sopası var ve top üstünüze geliyor, ne yaparsınız? Durup düşünür müsünüz? Topu yollayandan, biraz daha yavaş veya daha kolay bir yere atmasını mı istersiniz? Hayır, top yaklaşır, yaklaşır; ve bam; allah ne verdiyse var gücünüzle ve en uzak köşeye gönderirsiniz onu. Pazarlık yapmazsınız, yapamazsınız; buna ne vakit ne de gerek var. Yapmanız gereken tek şey onu göndermektir.

- Farkına vardınız ama gönderemiyor musunuz; sizin ne kadar güzel olduğunuzu bilen bir arkadaşınızı arayın ve yardım isteyin: "Şu anda yoğun bir saldırı altındayım ve desteğine ihtiyacım var." Durumu anlatın, iç eleştirmeninizin dediklerini onla paylaşın ve arkadaşınıza kulak verin. Arkadaşınız, duyduklarınızın doğru olmadığını hatırlatacaktır. Hatırlayın ve bir dahaki sefere aklınızda tutmaya çalışın. Unuttuysanız arkadaşınız destek vermek üzere yine sizi bekliyor olacak; merak etmeyin!

- Bir kez daha altını çiziyorum, iç eleştirmen son derece sinsi ve zeki bir mekanizmadır. Sizi ikna etmek için elinden geleni yapacaktır. Söylediklerini kabul edemez, onla pazarlık yapamazsınız. Uzlaşmak falan yok, sadece gönderin gitsin.

Ama gerçeği söylüyor gibi geliyor, gerçekten de başarısızım, salağım, yapamıyorum, edemiyorum vs. O sesin hakikati söyleyip söylemediğini nasıl anlayacağım?

İçinizde duyduğunuz o seste gerçeklik payı olabilir. Burada benim yapmaya çalıştığım, duyduklarımda sevgi var mı, konuşan sevgi mi diye kontrol etmek oluyor. İçimde, beni yerden yere vuran ve sadece acıtan bir ses varsa bu, gerçeği dillendiriyor olamaz; sevgi yıkıcı olmaz. Kendi örneğime dönersem, bu ses bana "beceriksizsin, yapamıyorsun" vs. dediği takdirde bunun iç eleştirmen olduğu çok açık. Fakat mesela, "Evet abi bu işleri çok hızlı kavrayamayabiliyorsun; o yüzden daha dikkatli dinlemeli, gözlemlemeli; anlamadığında defalarca sormaktan çekinmemelisin. Fakat bunu yapabilirsin, korkacak bir şey yok." minvalinde bir şeyler dolanıyorsa içimde, bu iç eleştirmen değil, kendinin farkında olan bir insanın temiz iç sesidir (Umarım bu da iç eleştirmenin sinsi bir oyunu, benle yaptığı pazarlık değildir bu arada!)



Velhasıl fark edin, gönderin ve rahatlayın.


*** İç eleştirmenle tanışmamı sağlayan ve onla mücadele etmenin yollarını öğreten başta Shilpa Jain olmak üzere tüm Anadolu Jam ekibine, ayrıca Türkiye'de Öncünün Yolculuğu adı altında gerçekleştirdiğimiz VLJ (Visionary Leader's Journey) etkinliğinin yaratıcısı ve kolaylaştırıcısı Andrew Davies'e çok büyük şükran ve sevgilerimi gönderiyorum. Yukarıda yazdıklarım büyük oranda, onlarla yapmış olduğum çalışmalardan aklımda kalan şeylerden ve kendi deneyimlerimden ibaret. 


Babama not: Babacum, buna dair en ufak bir kızgınlığım yok sana, bilesin. Kendini kötü hissetme; muhtemelen tetikte bekleyen iç kritiğine mahâl verme.
Genel not: Tavsiyeler kısmı nedeniyle, biraz fazla kişisel gelişim yazısı gibi oldu ama idare edin.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

12 Haziran 2017 Pazartesi

Yeniden Göçebe-1

Üç yıllık aradan sonra yeniden evsiz, göçebeyim. (Üç yıl önce sonlanan iki yıllık göçebelik hikâyem burada ve kitapta) Umarım ve sanırım ki bu durum çok uzun sürmeyecek. Sürdükçe ise hayatın karşıma ne(ler) çıkaracağını merakla ve güvenle bekliyorum.

26 Mart'ta ev sahibinden gelen mesaj sonrası başlayan taşınma süreci (hemen ertesi gün, nasıl hissettiğimi şu yazıda paylaşmıştım.) birkaç gün önce son buldu. Haziran'ın ilk günleri eşyaları toparlayarak, 5'i eşyaları köydeki başka bir arkadaşımızın tuttuğu eve taşıyarak, 6'sı ise son rötuşları halledip köye veda ederek geçti. Bu süreçte bir yandan da köyde veda turlarına çıktım; komşular, sevdiğim/sevildiğim amcalar/teyzeler, arkadaşlar... Ayrıca hem taşınma, toplanma işlerimize destek olmak amacıyla hem de Çandır günlerini bir çeşit kutlamayla sonlandırmak istediğimiz için yanımızda olan dostlarımız da vardı.

Az önce bağlantısını paylaşmış olduğum yazıdaki ruh hâlim bu iki ay boyunca hemen hiç değişmedi; birkaç istisnai gün haricinde hafif ve huzurlu kalmaya devam ettim. İstisnai günlerde de yataklara düşüp ağlamadım ama içimin sızladığı zamanlar oldu; zaten bu kadarı da olmasa insan olduğumdan iyice şüphe edecektim, ki yine de ediyorum bazen.

***

Sürece dair öylesine dev bir rahatlığım ve güvenim var ki... Şu iki küsur aydır konuştuğum birçok kişi benim için iyi dileklerini sunarken ne zaman "karşına güzel yollar çıksın", "huzurlu hâllerin devam etsin" minvalinde cümleler kursa, her seferinde içimden öyle hayata güven dolu cevaplar çıktı ve başka türlü olmayacağından o kadar eminim ki... Bu cümleleri duyduğumda hep "e herhalde", "ya ne olacaktı" gibi şeyler söyleyesim geldi, geliyor. Dışarıdan ukalaca, kibirli falan duyuluyor mudur bilmiyorum ama başka türlüsünü yaşamak o kadar geçmişte kalmış ki artık üst düzeyde olan güvenim ve ben, son derece huzurlu bir şekilde hayatın önüme çıkaracaklarını bekliyoruz.

Başka türlüsünü neden yaşamıyorum peki? Çok mu şanslıyım? Tuzum mu kuru? Karmam mı temiz? Allahın sevdiği kulu muyum? Cevap belki hepsinden, belki hiçbirinden ibaret ama galiba durumu en güzel anlatan, hafiflik yazısında da geçen, Funda'nın bana kurduğu cümle oldu: ""E sen hep hayatın yönlendirdiği şekilde yaşamışsın, hiç zorlamamışsın; bu durumda niye acı çekesin ki?" Gerçekten de niye çekeyim? Karar bile almayan, hemen her zaman kararın kendisini almasını bekleyen ve olan'ı kucaklayan bir insanı ne sarsabilir? Bu durumda ne ters gidebilir? Gitse ne yazar...

***

Velhasıl hafifliğim ve ben yine düştük yollara. Zihinsel ve duygusal yolculuk hâlim zaten hiçbir zaman yerinde saymıyor da fiziksel olarak da hareketlenmiş durumdayım: 6 Haziran sabahı Çandır'dan ayrılıp Dalyan'da yapmış olduğumuz kahvaltı sonrası Funda, Çağım, Ezgi ve ben, Funda'nın bir süreliğine kaldığı ve göz-kulak olduğu Göcek-Gökçeovacık'taki eve gittik. Oradaki günler müthiş bir rahatlama ve sakinleme idi ben için. İyice yavaşladığım(ız), köyde yürüyüşler yaptığımız, dut yemekten birkaç kere şeker komasının eşiğinden döndüğümüz, bolca sohbet ettiğimiz, 9 Haziran'da dolunay orucu tuttuğumuz, meditasyon ve biraz yoga yaptığımız, yakın çevredeki birkaç köyü ziyaret ettiğimiz, bir-iki film, birkaç bölüm Seinfeld* izlediğimiz, biraz da müzik yaptığımız günler... Çağım ve Ezgi cumartesi günü, bense pazar günü (dün) ayrıldık oradan ve Alanya'nın yolunu tuttum ve annemlerin yanına geldim. Bir hafta burada kaldıktan sonra -sevgili Ayşe ve Selahattin'in Kemer-Beycik'teki güzel yaşam alanları olan- Flora'ya geçeceğim ve Çağım ve diğer birkaç arkadaşla burada basit bir çardak inşa edeceğiz. Sonrasında ne yapacağım ise belirsiz olmakla birlikte önümde, keyifli ve içimi coşturan o kadar çok seçenek var ki heyecanım çok yüksek. Bu ihtimalleri ve seçenekleri şimdi paylaşmaktansa yaşadıkça yazmak daha iyi bir fikir sanırım.

* 90'ların efsane dizisi Seinfeld'e yıllar sonra dönüş yapmak harika. İzlemeyenlere -ve aslında izleyenlere de yeniden- göz atmalarını heyecanla öneririm. Özellikle bazı bölümlerde gülmekten karnımıza ağrılar girdi. Konuların ve esprilerin güncelliklerinden hiçbir şey kaybetmemiş olması ayrıca takdire şayan!

"Yine düştük yollara" demişken şu muhteşem kaydı şuracığa bırakıp devam ediyorum.

Duygusal yolculuğum epey hafif devam ediyor. Taşınma sürecinde birtakım iç sıkışıklıklar yaşadığım için (köyden ve evden ayrılmaktan bağımsız sıkışıklıklardan bahsediyorum, belki başka bir yazıda anlatırım) birkaç sancılı gün geçirdim ama bunun dışında heyecan ve coşkulu hâlim her zamankinden de yüksek gibi. Üç yıldır yaşadığım, sayısız anı, tecrübe ve güzellik biriktirdiğim evden ve köyden ayrılmaya dair duygularım ise son derece nötr idi; duyarsız desem yanlış bir ifade olmaz. Yazının başında, insan olduğumdan şüphe ediyorum demem tam da bunla ilgili zaten. Ayrılık sürecine dair içleniyor olmamam ilginç geliyor. Üstelik bu kadar çok sevdiğim bir köy olmasına ve gayet güzel akan düzenimin bozulacak olmasına rağmen... Duygulanmadım, gözlerim dolmadı, içim sızlamadı... Naaparsın işte, ben de böyle bir insanım!

Çandır'da sıkça oluşan sürprizli gökyüzü hâllerinden biri

Zihinsel yolculuğum
 ise yine heyecan ve coşkudan ibaret. Dün yolculuk esnasında defterime birtakım notlar aldım ve bir de baktım ki şu anda yazmaya başlayabileceğim ve buna dair istek duyduğum dört tane kitap, bir tane kitapçık beni bekliyor (Bunların hepsini mi yazarım, birini-ikisini mi, yoksa hiçbirini mi, bilmem). Ve hatta yolda bir anda, bu dördü arasında muhtemelen en sonda yer aldığını sandığım kitabın ilk cümleleri iniverdi zihnime ve hemen kâğıda döktüm. Kim bilir, belki bugün ya da yarın önümdeki bilgisayara yeni bir yazı dosyası açıp yazmaya başlayabilirim. Çok heyecanlı yahu!

Zihinsel yolculukta başka şeyler de var: Yeni yeni çemberli etkinlikler, ihtiyacı olan can'lara farklı destek mekanizmaları sağlamalar, post-göçebelik sürecinin nereye/neye bağlanacağı (bunun için de birbirinden keyifli ihtimaller var, akış hazretleri benim adıma karar vereceği için fazla düşünmüyorum) ve fazlası... Bu yazıda bu kelimeyi eskittim resmen ama hayatımda, içinde heyecan olmayan hiçbir şey yok. Çok ama çok şükür!

Yeniden Göçebelik Günleri'nin başlarında olan-bitenler ve hislerim işte böyle. Sanırım devamı gelecek.

son günlerde bakla tohumu toplarken karşımıza çıkan bukalemun
sevgili Raziye! şimdi ne yapıyordur acaba...

bu da bukalemunun videosu (sonradan fark ettim ki bende açılmıyor, ya sizde?)

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com