Sayfalar

20 Haziran 2015 Cumartesi

Zihnimde yolculuk

Ukalalık gibi mi görünür bilmem ama dünkü yazımı çok beğendim. Hayatımda kullandığım en iyi metafordu bana göre. Gerçi bir sürü kişi, esas anlatmak istediğim konudan ziyade metaforlar üzerinden yorumlar yazdılar facebook'ta ama olsun. Umarım anlaşılmıştır ne anlattığım. (Sonuna sözlük koysam mı diye de düşünmüştüm aslında, rakı=hayat , meze= ... gibi... ama yapmadım.)

O değil de zihnin işleyişi ne garip. Aynı yazının ilk cümlesinde yazdığım üzere, bir hikaye kurgulamaya çalışıyordum tam, -hadi minik bir spoylır vereyim- vasatlık üzerine; sonra konu bambaşka bir yere kaydı ve empati yapMAma gibi bir yerlere savruldu; hikayenin içinden çıkamayıp, o an için kapatıp sadece iki cümleyle bu durumumu paylaşmak isterken kendiliğinden çıkan bir metafor ve kendi kendini yaratan bir yazı. Gerçekten çok şaşırıyorum.

İlk paragraftan sonra bir de aşağıdaki paragrafı yazmıştım ama konu başka bir yere sapınca o kısmını kes-yapıştır yaptım ve bu yazıya taşıdım. Şimdi de oradan devam edesim var ama an itibariyle nasıl devam edeceğimi de bilmiyorum aslında. (Bir yandan yazı yazarken diğer yandan yazma sürecini anlatmak da ayrı bir ilginçlik oldu! Bu da üçüncü unsur oldu şimdi, iyi mi? 1 - Yazının kendisi, 2 - Yazı yazma süreci, 3 - Bu iki sürece yukarıdan bakan ben ... ... Ve evet, şimdi de 4 - Yukarıdan bakan beni fark eden ben ... .... Ve evet, 5 - ... ... Haydaaa! Sonsuz ben var benden içeru!) Bu böyle gider de bir dakika önce bunları yazmak aklımdan bile geçmiyordu yahu!



Pufff, okuyanlar anlıyor mudur acaba ne dediğimi...

Onu diyordum, aşağıdaki paragrafla, yani dünkü yazıdan kes-yapıştır yaptığım paragrafla devam edeceğim (bakalım sonrasında ne çıkacak):

Bir de çok acele ediyorum. Bir saatte yazayım, paylaşayım istiyorum. Kolaycılık mı bu, tembellik mi, sadece yoğun ve acele paylaşma isteği mi, yoksa egosal bir durum mu? Hani, çok önemli şeyler yazıyorum (?), çok mühim tespitler yapıyorum (?), dünyayı kurtarıcam (!) falan ya...

Alıntı yaptığım paragrafın italik olması ancak sonlardaki parantez içi ünlemin düz yazı olmasının nedeni bu işareti şimdi eklemiş olmamdır. Bu kadar lüzumsuz detaylarla okuyucuyu bu kadar baymamın (acaba?) nedeni ise henüz bilinmemektedir.

... ...

Dünyayı kurtarma konusu önemli, hem de çok. Dünyayı kurtarmak kadar bu konuya bu kadar kafayı takan insanoğlunun varlığı da... Bir keresinde yine bir yazıda bundan dem vurmuştum da -bir arkadaşım yazımı paylaştığında- tanımadığım biri, o paylaşımın altına "Bakalım dünya kurtarılmak istiyor mu?" diye yorum yazmıştı. Haklıydı da... Kaldı ki ne hakla ve cür'etle dünyayı kurtarma işini üzerimize alıyoruz, bir; dünyanın kurtulma yolunun bizim düşüncelerimizden geçtiğini düşünüyoruz, bu da iki. Begüm, bunun egosal olduğunu söyler hep.

Şimdi buna komple itiraz edemiyorum ve hak da veriyorum aslında ve-fakat bu da yeni bir çeşit ezber olmasın? Eski ezberlerden uzaklaşmak iyi güzel de bizler* de kendi ezberlerimizi yaratıyor olabilir miyiz? (Bu fikri başıma musallat eden de -bir yıl kadar önce yaptığımız sohbette- Hira'dır, yetkililere duyurulur.) Gerçekten de her konuda iyinin ne olduğu göreceli midir? (Şu anda kafamdan geçen onlarca şeyin hangi birini, hangi sırayla yazmalı?) Ne bileyim, orada burada ölen, acı çeken yüzlerce, binlerce insan, doğa katliamları, yüzeysel hayatlar, şunlar-bunlar... Hani mesela bunların kötü olduğu çok bariz değil mi?

Gerçi şimdi de hemen kendime hatırlatıyorum ki ikiliklerin dünyası ya bu hani, zıtlıkların birlikte var olduğu... Hani dibe vurmadan yukarı çıkamıyorduk ya.. Hani karanlığı görmeden aydınlığın kıymetini bilemiyorduk ya... Savaş olmayınca barış için, başımıza bir diktatör gelmedikçe özgürlüklerimiz için ayağa kalkamıyorduk ya...

Bu da beni, sadece, olanı anlamaya çalışmaya, gözlemlemeye itiyor. İnandıklarım doğrultusunda yaşamaya, bu şekilde yaşarken kendimi görünür kılmaya ve ötesi için endişelenmemeye... Galiba gerçekten de iyi, kötü diye bir şey yok. Bu yaftaları yapıştıran bizleriz sanki...

... ...

Hayatın anlamı, ne için buradayım, ölüm gibi konular daha sık geliyor aklıma, son zamanlarda. Yine de çok uzun süre üstlerinde durmuyorum. Bir yandan çok merak ediyorum, diğer yandan ne kadar düşünsem, okusam, gerçek olana erişemeyecek olduğumu biliyorum. Öte yandan hissederek, yavaşlayarak ve hatta durarak bu bilgilere ulaşabilirim gibi geliyor bazen, bu da bir ezber değilse tabii...



Hımmfff, bilemiyorum ama tüm şu ruhani şeylerin uydurma şeyler olmamasını istiyorum. Dinlerde olduğu(na inandığım) gibi kendimiz uydurup kendimiz mi inanıyoruz birtakım ruhani şeylere, yoksa bunlar (en azından bir kısmı), gerçeğin ta kendisi mi? Öyleyse iyi, hoş, çok sevinirim. Tüm bu acılar, sevinçler, coşkular, kırıklıklar... Bütün bunları deneyimlemek için gelmeyi seçtiysek bu dünyaya, ne ala. O zaman "kötü" olarak atfettiğimiz tüm o şeyler de kötülüklerini yitiriyorlar zaten. Diğer seçenek korkutuyor biraz beni. Her şeyin sadece basit bir tesadüf olduğu, kötülüklerin gerçek olduğu, öldükten sonra yok olup gideceğimiz gibi fikirleri sevmiyorum. Valla öyle değildir umarım yaa!

Doğayla çok daha haşır neşir oldukça, bir şeylerin varlığını çok daha kuvvetli hisseder oldum gerçi. Toprağın oluşumunu anlamaya başladığımda, hayatın hiç bitmeyen bir dönüşüm süreci olduğunu gözlemlediğimde, meyvelerin, sebzelerin oluşum süreçlerini izlediğimde, bir süre herhangi bir insanın veya hayvanın gözünün içine baktığımda, orada bir şeyin var olduğunu hissediyorum. Ve galiba uydurma, "yeni ezber" falan değil bu.

... ...

Ne atladım ama daldan dala...

* "Bizler"i nasıl tanımlayacağımı bilmiyorum, homojen bir "biz" olduğumuzu da düşünmüyorum ama -kabaca- doğayla bir olduğunu fark eden ya da fark etmeye başlayan, ona dönen ya da dönüş yoluna veya niyetine giren, kalpten yaşamaya ve iletişmeye çalışan bir grup insanız işte.


-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

19 Haziran 2015 Cuma

levrek değil de yoğurtlu patlıcan...


Bir hikaye yazmaya çalışıyorum (son bir saattir) ama o kadar çok şey paylaşmak istiyorum ki çorbaya döndü, toparlamakta zorlanıyorum.

Bazı yazılarımda olduğu gibi... Ya da aslında tüm hayatım gibi...

Bir hayata her şeyi sığdırmak istiyorum. Heyecanlanıyorum, hevesleniyorum, coşkulanıyorum... Onu dene bunu dene yine dene yine dene (şarkıyı hatırlayan var mı?)... Heyecanım, hevesim, coşkum aynı seviyede kal(a)madığı için her şeyden azar azar koyuyorum tabağa; biraz ondan çöpleniyorum, biraz bundan. Balıkçıya gidip rakının yanına birkaç meze söyleyip onlarla doymak; ana yemeğe, yani balığa sıra gelmemesi gibi. Naapiyim, yoğurtlu patlıcan, deniz börülcesi, bir de güzel beyaz peynir rakının yanına daha çok yakışıyor ızgara levrekten. (Levrek de yakışıyor tabii sayın okuyucu ama işte "o mu bu mu?" deyince cevabım "bu" oluyor.)

Bir tane ana yemek yemektense, bir sürü meze yiyorum. Küçük kayık tabaklarda pek güzel görünüyor, hem de bir sürü çeşit... Balık yemek de iyi güzel lakin bir de beğenmezsen ya da yarısından sonra sıkılırsan... Çok pişmiş gelirse... Mevsiminde tutulmamışsa... Meze öyle değil, zaten ufak; beğenirsen bir tane daha söylersin, beğenmezsen barbunya pilakiye geçersin.

Bir de mezenin güzel yanı, hep ortaya söylenmesidir. Balık, yani ana yemek, çoğu zaman bireyseldir ama bir meze söylersin, masada beş kişi varsa beşi de tırtıklar.

Mezenin "soğuma" gibi dertleri de yoktur. Gerek balık, gerekse diğer ara sıcaklarda zamanlama çok önemlidir. Hep doğru zamanda doğru adımı atman gerekir. Soğuyunca pek bir şeye benzemezler. Ama gecenin başında söylediğin mezeden, üç saatin ve birkaç dublenin sonunda hala, çatalının ucuyla veya ekmeğin yumuşak tarafını kendisine bandırmak suretiyle gönderebilirsin mideye. Hatta ertesi güne kalan mezeler çoğunlukla daha bi' lezzetlenirler.

Meze iyidir yani, çok kasmaya gerek yoktur. Kim bilir, belki aslında hayatta da çok kasmaya gerek yoktur. Biraz ondan, biraz bundan, tırtıklaya tırtıklaya, dalga geçe geçe...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

18 Haziran 2015 Perşembe

Kabul

(...)

Her şeyi ve herkesi kabul etmek istiyorum. Herkesi affediyorum, hepsi yapabileceklerinin en iyisini yaptılar / yapıyorlar. Kendimi affediyorum, yapabildiğimin en iyisini yaptım / yapıyorum. Hatta affetmeye ne hacet! Ve hatta, "yapabileceğimin en iyisi" ne demek! Herkes yapabildiğini, o anda yaptığını yaptı işte, tıpkı diğer herkes gibi, tıpkı benim gibi...

Geçmişi tüm yönleriyle kabul ediyorum. Anın, şu anda getirdiği her şeyi kabul ediyorum. Geleceğin getireceği her şeyi kabul ediyorum. Kendimce güzel niyetlerim var, elimden geldiğince irili ufaklı tüm adımlarımı bu niyetler doğrultusunda atacağım. Mümkün mertebe bu adımları atarken beklentilerden uzak duracağım.

Ben armağanın kendisi olayım; tüm iyi niyetimle, doğru araçları kullanarak yaşamaya çalışmaya devam edeyim; bunun ötesi ancak "kabul". Zaten kabul etmeyince ne oluyor ki...

Defterimden...
11 Mayıs, İzmir


-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

17 Haziran 2015 Çarşamba

Sorunu ortadan kaldırmak

Sorunu ortadan kaldırmak mı, yoksa sorunu çözmek mi? Murray Bookchin, geçenlerde okuduğum Ekolojik bir Topluma Doğru adlı kitabında sorunu çözmenin statükoyu barındırdığını ve aslında sistemi sürdürülebilir kıldığını yazıyor. Bu tespite fazlasıyla katılıyorum! "Başka bir dünya mümkün" diyorsak eğer, bunu var olan paradigmalarımızı değiştirerek yapabileceğimizi düşünüyor, sorunu ortadan kaldırmak istiyorum.

Sorunun ne olduğuna gelince, sistemin bütünü gibi görünüyor bana. Böyle olunca da olan bitene sistemin gözlükleriyle bakıp buradan yola çıkmak, anlamlı değişimlere değil, olsa olsa günü kurtarmaya yol açıyor. Ha, hiç yoktan iyidir denebilir ve bu minvalde çalışmalara devam edilebilir. Bu yaklaşımı olduğu gibi çöpe atıyor değilim ama benim yolum farklı.

Sorunu, sistemin bütünü olarak tanımlayınca, niyetim kendiliğinden ortaya çıkıyor: Sistemi ters-yüz etmek, formatlamak ve başkalarının da bunu yapmasına destek olmaya çalışmak. Büyük büyük laflarla, toplum mühendisliğiyle bunun mümkün olmadığını çok gördük. Şimdi kendi devrimlerimizi yapma zamanı! Hızlı hızlı değil belki ama çabuk çabuk...

Bu devrimlerin ani bir kopuşla olmaları gerekmiyor. Bilakis tersi olması gerekiyor bence, ani kopuşla yapılan devrimler, alışmadık popoda durmayan dona benzeyecek ve yere düşecektir. Adımlarımızı hazır oldukça attığımız takdirde ise sindire sindire ilerleyeceğiz. Bu da beni şunu ummaya getiriyor: Bireysel evrim(ler) yoluyla bireysel devrim(ler)imizi gerçekleştirmek. Bireysel devrimini yapanların sayısının artmasıyla da bütünsel devrimin ortaya çıkması. 

Bütünsel devrim olur, olmaz, bilmiyorum. Ama zaten bu konuda özel bir çaba sarf edilecek bir durum yok gibi geliyor. Kendimize düşeni yapıp -ve yukarıda yazdığım gibi diğerlerini destekleyip- sonrasında umut etmekten başka...

Bireysel evrim süreçleri ise hayatımızın her alanında, verdiğimiz her kararda saklı. Dört yılda bir verilen oylar o kadar da önemli değil belki; her gün onlarca, yüzlerce oy veriyoruz, onlara bakmak daha iyi değil mi?

Hangi süreçlerin parçasıyız? Ne üretiyor, ne tüketiyor, bu süreçte neye hizmet ediyoruz? Her gün pet şişe satın alarak mı su içiyoruz, yoksa mataramıza mı koyuyoruz; çamaşır makinesini tam doldurarak ve kısa programda mı yıkama yapıyoruz, yoksa üç tişört beş donu iki buçuk saatte mi yıkıyoruz; peki tonlarca suyu kullanılmaz hale getiren fosfatlı deterjanları mı kullanıyoruz, daha temiz yöntemlerin mi peşinde koşuyoruz; -hâlâ kaldıysa- mahalle bakkalından mı alışveriş yapıyoruz, karfurdan mı; doğaya ve insana ciddi anlamda zarar veren bir firmadan mı alıyoruz maaşımızı, doğa dostu bir "iş" yapmaya en azından niyet ediyor muyuz...

Gündelik yaşamımızda nelere oy veriyoruz? Neyi yaşatıyor, neyi öldürüyoruz? Ne için çaba sarf ediyoruz? Neye hizmet ediyoruz?

Sorunu ortadan kaldırma, sorunu çözme ikiliğine bağlarsak... Olan biteni "verili", yani değişmez kabul ettiğimiz takdirde sorunu çözmeye çalışırız. Ancak mevcut durumu kabul etmek zorunda olmadığımızı fark edip başka -sonsuz sayıda- yolun da ihtimal dahilinde olduğunu gördüğümüzde bir şeyler gerçekten değişebilir.

Savaşları kaçınılmaz ve normal olarak görmeye devam ettiğimiz sürece savaşlar devam eder. Savaş makineleri üretilmeye, askerler ve siviller ölmeye devam eder. Askere gitmeyi reddetmediğimiz sürece birbirimizi düşman görmeye, öldürmeye devam ederiz. Biz ne yapıyoruz? Mesela savaşı "verili" kabul edip savaş hukuku diye bir şey geliştiriyor ve aslında savaşı meşru kılıyoruz. Savaş hukukuna bağlı kalındığı sürece, bunu normalleştiriyoruz. "Yeter artık!" demeden, silahları "ama"sız bir şekilde yerin yedi kat altına gömmeden biter mi savaşlar? Bitmez! Ama inanmıyoruz. Fena kanıksamışız...

Tonlarca çöp çıkarmayı normal olarak görmeye devam ettiğimiz sürece çözümümüz geri dönüşüm olur. Plastikler plastik kutusuna, metaller metale... Hiç yoktan iyi midir? Evet! Peki atık konusunu ortadan kaldırıyor mu? Hayır! Yapmamız gereken ne? Kısa vadede daha az çöp çıkardığımız, orta vadede, çok az çöp çıkardığımız, uzun vadede ise hiç çöp çıkarmadığımız yaşamları kurmak...

Ama evet, adım adım... Mümkünse çok da yavaş değil, zira ekolojik olarak geri dönülemez bir noktaya doğru gidiyoruz (hatta bazı bilim adamlarına göre gittik bile!) ama sindire sindire...

Özetle, kısaca şuna karar vermemiz gerekiyor aslında: Ehven-i şer çözümlerle kendimizi oyalayıp çöküşü yavaşlatmak mı istiyoruz, yoksa gerçekten daha güzel bir dünya yaratmak için sorunları yok etmek mi? Buna gerek bireysel gerekse kolektif olarak vereceğimiz yanıt, dünyamızın gittiği yeri şekillendirecek. Sorunların ortadan kalkmasını gerçekten istiyorsak, gözlüklerimizi değiştirmenin zamanı geldi de geçiyor. Bu gözlükleri taktığımızda bir derece miyoptuk, şimdi oldu sekiz derece! Ama çoğumuz hala aynı gözlüklerle yaklaşıyoruz hayata, doğaya, dünyaya... Olmuyor o yüzden. Olan: kısır döngüler...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

 Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

GSYİH'yi yükseltmek - bir kısa öykü

O gün öğrendi ki ülkelerin gelişmişliği GSYİH, yani gayri safi yurt içi hasıla ile ölçülüyormuş. Buna göre, bir ülkenin sınırları içinde para ile yapılan her türlü işlem GSYİH'yi artırırken, parasız yapılan işlemler -çok afedersin- bi' boka yaramıyormuş.

"O zaman..." diye düşündü kendi kendine, "benim bu ülkeye yapacağım en büyük hizmet, kendi çapımda H'yi artırmaktan başka bir şey değil!" Bunu neden daha önce düşünememişti! Yıllar önce televizyondaki "Alın-verin, ekonomiye can verin."leri şimdi anlamıştı, jeton maalesef biraz geç düşmüştü ama olsundu, düşmüştü ya...

Nerden başlamalıydı peki? "Hizmet"in büyüğü küçüğü olmazdı, aklına ilk gelen ve yapılması ona en kolay gelenlerden başladı. Günde en az bir otomobilin kasasını çizmeye başladı. Geceleri en tenha sokaklarda usulca süzülüyor, alarmı olmadığından emin olduğu arabaların kaportasını, bir önceki evlerinden elinde kalan kullanılmayan anahtarla bir güzel çiziyordu. "Hiç olmuyorsa 200 TL masrafı oluyordur bunun" diye düşünüp hesaplayıveriyordu "Vayy bee, ayda 6.000 TL'lik işlem hacmi yaratıyorum, ne mutlu!" Bu işlem hacmi gibi lafları da haber kanallarının gündüz seanslarından öğreniyor, gündelik hayatta kullanmayı çok seviyordu. Çok istediği iktisat bölümüne girdiğinde de daha ne laflar, ne tabirler öğrenecekti kim bilir...

"Daha daha ne yapabilirim" diye düşünürken suya takıldı aklı. Bunca hayati bir şeyin bu kadar ucuz, neredeyse bedava olması akıl alır gibi değildi. Hele o hayratlar (umumi çeşme) yok muydu, ahh ahh! Haftada birkaç hayratı bozmayı kendine hedef koydu ve bu hedefine de ulaştı. Meblağı tam olarak bilmesi mümkün olmasa da bozuk olan çeşmelerden su içemeyenlerin mecburen bakkaldan ("bakkal" lafın gelişi, artık sokak aralarında bile zincir marketlerin şubeleri vardı) su satın alacaklarını düşündükçe içi içine sığmıyordu. Ülke ekonomisine katkıları artarak sürüyordu.

Su konusunu sevdi. Şebeke suyu içilen küçük bir şehirde yaşamasına rağmen haftada birkaç hanenin içme su alışkanlığını, daha temiz olur, hem hijyenik gibi gerekçelerle çeşme suyundan damacana suyuna çevirmesini sağlayarak da 400-450 TL'lik işlem hacmini ülkenin cebine koymuştu.

Vay bee! Ülke ekonomisini düze çıkarmak ne de kolaydı aslında. Düşündü, her vatandaş biraz sorumluluk alıp işin ucundan tutsa, bir şekilde ekonomi yaratsa, ülkenin müreffeh ülkeler seviyesine gelivermesi işten bile değildi. Şu yaptıkları kabaca ayda 10.000, yılda 120.000 TL'lik işlem hacmi yaratmıştı. 1 milyon kişi kendince böyle katkılar sunsa ülkenin GSYİH'sinin iki katına çıkması işten bile değildi.

Evet evet, işlem hacmini artırmak önemliydi. Yoksa GSYİH yükselemezdi, Allah muhafaza!

Gün geçtikçe bu ve benzeri şeylerle bu konuda ülkesine katkı sunmaya devam ederken devlet büyükleri de bunun farklı versiyonlarını hayata geçiriyorlardı. İçi rahat olsundu. Otomobillerden, iletişimden, alkollü içeceklerden ve diğer birçok kalemden alınan vergiler sürekli yükseltiliyor; özellikle kırsalda bedava kullanılan dere sularının önü kesilerek, gerek HES'ler yoluyla enerji üretiliyor gerekse dolum tesisleri ile özgür sular zapt edilerek, yaşam kaynağı olan su cansız bir metaya dönüştürülüp mis gibi hijyenik pet şişelere doldurularak, yani ekonomiye kazandırılarak bir taşla sayısız kuş vuruluyordu (yaşam alanlarından olup ölen kuşlardan gayrı). Kendi kıyafetini az-çok kendisi dikebilen hanelerin sayısı hızla milyonlardan sıfıra yakınsarken kot pantolon satış eğrisi ise bir anda sıfırdan on milyonlara fırlamıştı!

Bunlar sadece birkaç örnek. Gerek bireylerin gerekse devletin asil çabalarıyla ülke ekonomisinin çarkları hızla dönüyor, her yana can gidiyordu.

Gerçi bu hesaplarda bir yanlışlık vardı ama neydi? Her yana can giderken nedense sadece birileri muratlarına eriyor, bizse kerevetine çıkamıyorduk bir türlü.

Zaten kerevete çıkmanın ne demek olduğunu bilemiyorduk, GSYİH'yi de yükseltmiyordu bunu bilmek. Amaaaan, o zaman gerek de yoktu.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

12 Haziran 2015 Cuma

Doğaçlama tiyatro atölyesi için destek çağrısı!!

Dikkat dikkat!

Bu bir destek çağrısıdır. ((:

Son üç yılda; sistemi değiştirme, topluluk olma, doğada yaşama, tarım-toprak vs. "işleri"yle yoğrulmuş olan benim ciddi bir hava değişimine, bir vakittir oluşan kabuğumu kırmaya ihtiyacım var. Yeni bir şey yapmaya, yeni bir ortamda, bilmediğim bir şeyle ilgilenmeye... Kendimi tamamen bırakmaya...


Tiyatro Medresesi'ndeki şu atölye imdadıma yetişti, başvurdum ve kabul edildim. Buna katılarak, hem yıllardır merak ettiğim ve kendimi sınamak istediğim tiyatroya biraz bulaşacak hem yepyeni bir şey deneyimlemiş, yeni ve farklı insanlarla tanışmış olacağım. Burada edineceğim deneyimler, umuyorum ve sanıyorum ki gündelik hayatıma, ilişkilerime, düzenlediğim(iz) atölyelere olumlu katkılarda bulunacak.

Üstüne, farkında olmadığım bir armağanımı keşfedeceğim belki de...

11 günlük bu atölye için 800 TL'ye ihtiyacım var. Destek olmak isteyenler bana ulaşabilir mi acep?

------------------------------------------------------------

19 Haziran itibariyle 800 TL ulaştı bana. Destek olan dostlara çok teşekkürler!!!

8 Haziran 2015 Pazartesi

2015 seçim sonuçları ve sonrasına dair

Seçim bitti, aklımdakileri ve kalbimdekileri paylaşmak istiyorum. Nereden başlayıp nerelere gider bu yazı, bilmem. Bu blogda gündelik ülke siyasetine yönelik şeyler yazmaya da pek alışkın değilim ama içimde bir sürü şey dönüyor. yazmazsam, paylaşmazsam eksik hissedeceğim.

- Öncelikle -kendimce- seçimlerin galipleri ve mağluplarını değerlendirmek istiyorum:

HDP: Herhalde söylemeye bile gerek yok, -beğenin ya da beğenmeyin- ortada çok büyük bir zafer var. 2011'de bağımsızlarla girdiği seçimde aldığı oyun tam iki katına ulaştı.

MHP: Oylarını 3 puandan fazla artırmayı başaran MHP'nin de -istatistiki olarak- başarılı olduğu bana göre çok net bir şekilde ortada. Milliyetçilik en haz etmediğim bir şeydir ama sezarın hakkını başkasına veremiyoruz.

CHP: Oyları da milletvekili sayısı da hemen hemen aynı kalan (aslında biraz düşen) CHP -istatistiki olarak- seçimi nötr kapadı. Bunla birlikte, bu karmaşada bile ve -görece- daha dişe dokunur vaatlerine ve daha güzel yaklaşımına rağmen yine %30'u zorlamayı başaramadı. Bir bakıma başarısız buluyorum ama bunu CHP'ye karşı genel önyargımla söylüyor olabilirim. Ya gerçekten de -olmaz ya!- bi' feshetse kendini, Türkiye'ye asla yapamadığı hayrı yapar gibi geliyor bana.

AKP: Seçimin tartışmasız kaybedeni. Devletin tüm imkanlarının yanı sıra "Uzun"un da tüm çabalarına rağmen oylarının %18'ini kaybetti, 13 yıl sonra nihayet tek başına iktidar olma şansını da... Şükür!

Büyük resme baktığımda, meclisin şu anki görüntüsü benim için gayet güzel. Türkiye'deki dört ana akım parti temsil ediliyor, ayrıca oyların %95'i mecliste yerini buluyor. Baraja rağmen (bu seçimde biraz da "barajın sayesinde" oldu gerçi) hiç de fena sayılmaz.

Ayrıca dünkü açıklamalarda duyduğum, muhtemel koalisyon seçeneklerinin hiçbirinin önü çok açık değil gibi görünüyor. Bahçeli, -her zamanki gibi- tam da anlaşılamayan konuşmasında MHP'nin içinde yer almadığı koalisyonları ve erken seçimi işaret etti. Yani AKP-MHP ve CHP-HDP-MHP koalisyonlarının önü kapalı gibi. Demirtaş, AKP ile hiçbir şekilde koalisyon yapmayacağını defalarca söyledikten sonra dün de tüm sözlerinin arkasında olduğunun altını çizdi. AKP-HDP'yi de çiziyoruz. CHP-AKP büyük koalisyonu olur mu diye bir soru dönüyor kafalarda ama zor be hocam. Bu kadar ayrı düşen, bu kadar kopuk iki partinin bir araya gelmesi çok abuk bir şey ortaya çıkarır, ayrıca iki tarafın da seçmenlerinde büyük bir memnuniyetsizlik yaratır. I ıhh, olmaz.

Tabii ki siyasettir, söylenen sözler bir anda yutulabilir, tükürülenler afiyetle yalanabilir, ayrı. Ama an itibariyle benim gözlemlerim bu şekilde.

Tam da bu durum beni çok sevindiriyor. Temsili demokrasinin ne kadar yalan bir şey olduğuna dair atıp tutuyorum uzun zamandır, bunları tekrarlamaya gerek duymuyorum. Dolayısıyla kurulamayan hükümet, yükselen dolar, gerileyen ekonomi, ülkenin sürüklenme ihtimali olan kaos hali vs. beni korkutmak şöyle dursun, çok ama çok sevindirir. Ben yazdıkça eminim ki çoğunuz "hayal bunlar" falan diyordur -ve belki gerçekten de öyle- ama istediğim, devletsiz bir dünya. Bundan azı beni kesmiyor. Buna giden her türlü hareket, seçim sonucu, ayaklanma vs. hoşuma gidiyor. Olası kaotik bir süreç ise buna giden yola bir taş daha döşeyecektir.

Günü kurtarmakla falan ilgilenmiyorum artık, mümkün olduğunu bildiğim başka bir dünyanın hayaliyle yanıyorum. O yüzden CHP'ymiş, bilmemneymiş, ehven-i şer oy kullanmalarmış, bunları düşünmek, hesap etmek bile istemiyorum.

Diyorum ama yine de HDP'nin meclise girmiş olmasına, hem de -31'i kadın- 80 milletvekiliyle bangır bangır girmiş olmasına sevinmekten kendimi alamıyorum. "Öteki"lerin sesinin duyulması, mecliste yer alması, -henüz meclis varken- çok değerli elbette. Ayrıca "yerinden yönetim" diyen, "her vilayetin kendini yönetmesi"nden bahseden bir parti, hayal ettiğim dünyaya görece yakın bir parti. Yani evet, sevinebilirim. Ki sevindim bile, çoktan...

100'e yakın kadın; ayrıca Ermeni, Hıristiyan, Roman, Ezidi ve Süryaniler, ekolojistler de mecliste! Ohh!

Yazıda kendimle çeliştiğim yerler olduğunu hissediyorum (hem anarşik takıl hem bu sonuçlara sevin, ohh!?) ama hiç sorun değil. Bu kadar şizofrenik bir dünyada yaşarken fikirlerin tam tutarlılığını yakalamak pek kolay bir şey değil. Ayrıca gerek de yok ki. Şeffaflık, kafa karışıklığımızı da paylaşabilme, kendimizle dalga geçebilme, kendimize itiraz edebilme, her an değişebilme, gelişebilme gibi değerler yükselse, başka bir şeye ihtiyacımız olmayacak aslında.

İki şey daha var(dı) aklımda (ki an itibariyle birini unuttum): Birincisi, tamam, HDP'ninki çok büyük bir zafer, AKP'ninki ciddi bir çöküşün başlangıcı ama... Yine de düşünüyorum da... AKP'den kopan Kürt oyları, F tipinin desteği, CHP'den ve normalde oy kullanmayanlardan gelen ödünç oylar ve inanılmaz medya desteği ile geldiği nokta ancak %13 olabildi HDP'nin. Diyorum ya, bunu küçümsemek mümkün değil, akıl almaz bir başarı da... Hani şimdi bir seçim daha olsa, hele ki bir şekilde baraj düşse falan... HDP bu rüzgarını devam ettirebilir mi, şüpheliyim. İşte şu günleri süper değerlendirir, tutarlı duruşlarını korur, Türkiye partisi olduklarını iyice hissettirirlerse bu mümkün belki ama kolay olmayabilir. Not düşmek istedim. Ayrıca AKP'nin de bunca yolsuzluğa, birikmiş ses kayıtlarına, dış politikadaki ve birçok alandaki başarısızlığa rağmen hala %40'ın üzerinde oy ile açık ara birinci parti olması ise, onu seçimin tartışmasız kaybedeni olmanın yanı sıra hala çok güçlü kılıyor. Ayrıca bu %40 epey kemikleşmiş gibi geliyor bana. Yani bu kişilerin AKP'ye oy vermemeleri için ne olması lazım, merak ediyorum. Yani AKP'yi iyice yerin dibine gömecek olan şey ne? Benim aklıma gelen en güçlü seçenek, parti içi çekişmeler, çatışmalar, çatırdamalar ve nihayet bölünme. Yoksa yine gücünü (yani %40 civarını) koruyacak gibi görünüyor.

(hah, ikinciyi hatırladım) Galiba son paylaşımım da "bizim tarafta"ki bitmek bilmeyen nefret söylemleri hakkında olacak. Tırnak içine alma nedenim birazdan bahsedeceğim bu kişileri tam da bu tip söylemlerinden dolayı, pek de bizim tarafta hissetmiyorum aslında. Lakin yine de yaşam tarzı, kültür vs. olarak birçok yönden benzeştiğimiz gerçeğine de gözümü kapayamıyorum. İşbu kişilerin AKP'ye oy verenleri hala aşağılıyor ve onlarla birlikte yaşamaktan nefret ediyor olmaları beni bozuyor hocam. Bu dostlarıma ne diyeceğimi şaşırıyorum ve gerçekten de hiçbir şey diyemiyorum. Ben de kızıyorum, üzülüyorum, ben de çok sıkıldım bu adamlardan falan ama kimseyi aşağılamamaya, kimseyi hor görmemeye özen gösteriyorum. Dün "balkon"da kurşun asker gibi dizilen eski bakanlara falan bakarken benim de içim sıkışmadı değil. Başbakanı dinlerken midem bulanmadı değil... Ama hep hatırlatıyorum kendime: Hepimiz biriz. Herkes yapabildiğini yapıyor işte. Sakin kal ve gözlemle sadece.

(ikinciye devam) "Bizim tarafın" daha kuvvetli nefret söylemi ise elbette ki Kürtlere yönelik. Bu nefreti de neresinden tutsam bilemiyorum aslında. Yani şöyle, anlıyorum bu insanları, öyle ezberlerle geldik ki bugünlere, gözünü açmak, gerçekleri görebilmek hiç kolay değil. Çok basit söylemlerle, papağan gibi tekrara düşüyorlar sürekli. Ülke bölünecekmiş, "bebek katili"ymiş, şuymuş, buymuş... Kürt hareketinin de elbette ki günahları var ama "İlk taşı günahsız olan atsın." diyecek olursak kimsenin öne çıkamayacağı çok net ortada. Daha öncesine hiç girmiyorum -ve zaten çok da bilmiyorum- ama yüz yıla yaklaşan cumhuriyet tarihinde, on yıl öncesine kadar yok sayılan, varlıkları kabul edilmeyen, dilleri unutturulmaya çalışılan, evlerinden, köylerinden edilen bir halka devletin uyguladığı terörizmi gerçekten görmüyorlar mı, yoksa -bir nedenle- işlerine mi gelmiyor? Diyarbakır hapishanesi deyince içlerinde herhangi bir şey uyanıyor mu acaba, mesela? Veya Roboski deyince "ama onlar da kaçakçıydıııı" diyenlerin içleri hiç sızlamıyor mu? Çok değil 20 yıl önce devlet her türlü pisliği uygulayarak binlerce Kürt'ü yok ederken, ortadan kaybederken "bizim taraftaki" bu arkadaşlar ne yapıyordu? Daha doğrusu şimdi ne yapıyorlar? Gerçekten hiç mi anlamıyorlar, yoksa hiç mi sallamıyorlar? Hepsi bir yana, Cumartesi Anneleri deyince de mi sızlamıyor içleri...

Çok uzattım ama bunları uzun uzun yazmadaki maksadım, bir yandan ciddi bir umut dalgası içimde dolanıyorken diğer yandan bu ayrışmışlıkla nasıl yol alabileceğimizin, barış dilinin hakim olmasını sağlamamızın, yani gerçek bir çözüme ulaşmamızın önünde hala uzun bir yol olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmak.

Ancak elbette ki her şey bir yana bugün kutlama zamanı! Yıllar sonra, -hatta hayatımda ilk kez- bir seçimden sonra mutluyum, bir miktar olsun umutluyum.

Şükür!

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

4 Haziran 2015 Perşembe

Temsili demokrasi "hikaye"si

Temsili demokrasi miadını dolduralı çok oldu. Bundandır, bu seçimde son bir kez oy verip bir daha oy kullanmama niyetim. Hayatın ne getireceği bilinmez tabii ama muhtemelen öyle yapacağım.

Temsili demokrasinin işe yarama şansı yok. Herkes iyi niyetli bile olsa yok. Bir anayasayla, bilmemkaçbin yasayla, bilmemkaçonbin tüzük ve yönetmelikle yönetilen bir ülkede yaşıyoruz mesela. Hangimiz neyi biliyoruz ki, tercihlerimiz sağlıklı olsun. Kaçımız anayasal haklarını gerçekten biliyor? Kaçımız yürürlükteki yasaları anlayabilecek, yorumlayabilecek kapasiteye sahip? Böyle bir büyüklüğün vatandaşlar tarafından anlaşılır olması mümkün olabilir mi?

Ayrıca düşünün ki bu yazıyı okuyan kişilerin büyük kısmı belli bir eğitim seviyesinin üstünde. Fakat bizlerin de birçok konuya dair hiçbir şey ya da çok az şey bildiklerini görüyorum. Kendim de bunun dışında değilim tabii. Birkaç yıl öncesinin, gündemi anbean takip eden Emre'si bile gerçekte olan biteni ne kadar anlıyordu acaba... Hele ki şimdi...

Etrafımdaki okumuş kişilerden öyle şeyler duyuyorum ki... Önyargılar, nefret söylemleri, seçim sistemine ve muhtemel sonuçlara dair en basit şeyleri bile bilmemeler / yanlış bilmeler... Önyargıları ve nefret söylemlerini hoş karşılamakta güçlük çekiyorum ama deniyorum. Bilmeyenleri, ilgilenmeyenleri ise eskiden yadırgar ve yargılardım ama şimdi çok normal karşılıyorum. Niye bilelim ki bu kadar çok şeyi? Niye bu kadar karmaşıklaştırmışız ki her şeyi -ve devam ediyoruz-?

Apolitik olmanın çok kötü olduğu öğretildi ya yıllardır, apolitikliğin ne olduğunu doğru bir şekilde tanımlamak iyi bir başlangıç olabilir. Politika deyince, siyaset deyince hem aklımıza büyük sorular, büyük sorunlar düşüyor ancak feminist düsturda çokça kullanıldığı üzere "kişisel olan politiktir" zaten. Yaşam alanımın korunması, beslenmem, ulaşımım, geçimim ve sosyal hayatımdır benim için politik olan. Bunları korumaya, geliştirmeye çalışırsam, kendime ve dünyaya olan görevimi yerine getirmiş olurum. Yoksa koca koca kravatlı, bıyıklı adamların söyledikleri, kararları beni niye bağlasın ki?

Biliyorum, bağlıyor. Naifsek o kadar da değiliz! Onların aldıkları kararlar doğrudan benim yaşamımı etkileyebiliyor, hayatımı karartabiliyor veya -nadiren de olsa- yardımı dokunabiliyor. Ama bunu normalleştirdiğim takdirde sistemin bir çarkı olmaktan öteye gidemeyeceğimi düşünüyorum. Ondandır ki bunu reddetmeye çalışıyorum, elimden geldiğince. Etrafta yeterince "gerçekçi" insan var nasıl olsa, öyle mutlularsa devam etsinler. Ama ben bu durumdan hoşnut değilim. Değiştirmeye çalışacağım, yapacak bir şey yok.

-Bir zamanlar yazdığım üzere- bu değişikliğe kendimden başlamanın en güzel yanı değişimi hemen yaşıyor olmak. Kocaman kocaman devrimler yapmaya gerek yok, kaldı ki ancak bireysel devrimlerle yol alabiliriz. Kocaman devrimleri yapmanın çok zor olması bir yana, yapılabildiğinde bile sönmeye mahkumlar. Bireysel devrim ateşini ise kimse söndüremez. Bookchin'in dün okuduğum makalesinde yazdığı şey beni çok sevindirdi (sanırım kendime yandaş bulmanın sevinci): Bir devrimcinin tek görevi diğerlerinin kişisel devrimlerini yapmalarına yardımcı olmaktır yazmış.

Ne diyordum... Bu sistemin içinde iyi niyetli kalmak zaten çok zor ama kalsak bile çok zor bu işler. Dün komşu teyze uğradı, seçime dair iki laklak ettik. "MeHaPe'ye oy vericem ben." dedi ve ekledi "Adam hiç gülmüyor. Ne güzel, mert bir adam gibi geliyor bana." MHP'ye oy verilmesini anlamakta her zaman güçlük çektim ama buradaki konu nasıl saiklerle oy verildiği MeHaPe'ye. Adam gülmüyor diye mert olduğu düşünülebiliyor, oy alabiliyor, düşünsenize. Yücelttiğimiz demokrasinin geldiği yer bu işte.


Bugünlerde Kevin Spacey'nin başrolünü oynadığı "House of Cards"ı izliyoruz. Dün izlediğimiz bölümün sonunda "Demokrasi biraz fazla abartılıyor. Bir kere bile seçime girmeyen ben başkan yardımcılığına kadar gelebildim." diyordu Frank. Bir de bu boyutu var işin. Hatta bu diziye girersek kötü niyetli ve bencil yaklaşımların da politikada ne kadar fazla yeri olduğunu tartışmaya başlarız ama bence gerek yok.

Diyorum ya, tamamen iyi niyetli olsak ne yazar!

İşlemez... İşlemeyecek...


-----------------------------------------


Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

3 Haziran 2015 Çarşamba

2019 seçimleri taslak programı

 2015 genel seçimlerine sayılı günün kaldığı şu anlarda ben gözümü 2019 seçimlerine diktim. Yok yok, daha önce de defalarca söylediğim üzere, temsili demokrasiye inanıyor değilim. Bu yönetim şekliyle insana yakışır bir hayat kurgulayabileceğimizi hiç sanmıyorum.

Yine de, aşağıya çalakalem yazacak olduklarıma benzer vaatlerde bulunan bir parti çıksa ortaya, ne olurdu merak ediyorum.

- Ekonomi: Büyüme hızı birkaç yıl içinde sıfıra (belki de negatife) indirilecek... Böylece daha fazla doğa ve insan talanına geçit verilmeyecek... Öncelikle doğaya ve/veya insanlara zararlı her türlü üretimin, fabrikanın önü hızla kesilecek...

- Faizler ve para: Çürüyen para uygulamasına, yani negatif faiz uygulamasına geçilecek... (Mesela düşünün ki her 1 TL'niz her ay 5 kuruş değer kaybedecek.) Böylece paranın saklama aracı olarak işlevi azalacak... Biriktirmek için biriktirmek ve sermaye birikimi zorlaşacak...

Çürüyen paralar tüm vatandaşlara eşit olarak maaş olarak (bkz. vatandaşlık geliri) dağıtılacak... Böylece herkesin asgari ihtiyaçlarını karşılaması mümkün olacak, "Yarın karnımı nasıl doyururum" korkusundan muaf olan kişilerin yaratıcılıkları üst seviyeye çıkacak, herkes armağanlarını özgürce paylaşabilecek...

- Vergiler: Kademeli vergi sistemi ile zenginden yüksek, fakirden düşük (mümkünse 0) vergi alınacak. Bu vergi, gelir ve harcamaların yanı sıra varlık üzerinden de hesaplanacak... Bir sürü malı mülkü olanın çok daha fazla vergi ödemesi sağlanacak...

Bu faiz ve vergi politikası ile toplumdaki eşitsizlikler hızla azalacak...

- Eğitim: Günümüzdeki anlamıyla eğitim sistemi tamamen çöpe atılacak... Kişilerin biricikliğinin ortaya çıkması için gereken her neyse (bu gereken, okulu tamamen dışlamak da olabilir) yapılacak...

Sağlık: Daha fazla hastane, doktor değil; daha az hastalığa, yani koruyucu sağlığa, ayrıca daha fazla alternatif tedavilere yatırım yapılacak...

- Beslenme: Doğal gıdalarla beslenme ve bunları üretmek özendirilecek...

- Tarım: Ekolojik tarım yolundaki çalışmalar artırılacak; bütüncül yönetim, permakültür, Fukuoka vs. üzerine yatırım ve uygulama desteği verilecek...

- Kentler: Ekolojik olarak katiyen sürdürülebilir olmayan kent ağırlıklı nüfus yerine kırsala geri göç özendirilecek, kolaylaştırılacak...

- Enerji: Enerji tüketimi, bugün olduğundan çok aza indirilecek... Belli bir miktara kadar kullananlara bedava ya da çok ucuz, sonra kademeli ve hızlı bir artış olacak...

Ayrıca enerjiyi yerinde üretmeye teşvik edilecek! Öncelik -doğaya zararlı olmayan- mini HES'ler, rüzgar, güneş vb. temiz kaynaklara...

- Konut: Kişilerin kendi konutlarını, ekolojik yöntemlerle üretmelerine teşvik edilecek... Buna yönelik eğitimler, seminerler, atölyeler...

- Askeriye: Ordu, birkaç yıl içinde tamamen tasfiye edilecek... Bu, çok büyük bir törenle dünya kamuoyuyla paylaşılacak... (Naif inancım şudur ki tehdit olmaktan çıkan kişi, kurum veya ülkelere kimse tehdit olmayacaktır)

- Engelliler: Her alanda önleri açılacak, toplumsal karar alma mekanizmalarının ve hayatın tamamına -istisnasız- katılabilmeleri sağlanacak...

- Kadınlar: Ben bilmem, kadınlar bilir ama her alanda erkeklerle denk olmaları sağlanacak...

- Tüm ezilmiş gruplar (etnik, dini veya diğer şekillerde): Her birinin mağduriyetinin giderilmesi sağlanacak... Kadınlar ve engelliler de dahil olmak üzere, ihtiyaç olan alanlarda pozitif ayrımcılık dahil olmak üzere ne gerekirse yapılacak...

- Yönetim şekli: Yerinden yönetimin en dibine kadar gidilecek... Aristo'nun tanımladığı gibi, maddi ihtiyaçlarını karşılayabilecek ve kendine yetebilecek kadar büyük, bir bakışta görülebilecek kadar küçük toplulukların (polislerin) kurulması sağlanacak... İşte bu topluluklar, doğrudan demokrasi ile kendilerini yönetecek...

Bu aşamaya gelince zaten devletlere "güle güle" diyeceğiz.

...
...
...
 
                      Gerçekten de birileri böyle şeyler vaat etse ne olurdu acaba...

---------------------------------------------------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?