Sayfalar

27 Aralık 2018 Perşembe

manifestomsu

"Düzenim bozulur, hayatım alt üst olur diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını." Şemş-i Tebrizi

Bundan 6 yıl 5 ay 5 gün önce ilk çemberime oturdum (Anadolu Jam 2012) ve o günden itibaren hayatımdaki her şeyin altı üstüne geldi; şükür ki!

O gün kendimle gerçek anlamda ilk kez bağ kurmaya, duygularıma temas etmeye başladım; sonraki yıllar içinde hayata bakışım, yaklaşımım büyük oranda değişti ve değişmeye devam ediyor. Artık çok daha kendim'im ve bunun sonucunda çok daha keyifli, coşkulu bir yaşam sürdürüyorum. Üstelik bunu yaparken kişilere, şeylere ve bütüne çok daha fazla faydam dokunuyor. Şükür, bir kez daha...

Bu 6 yıl 5 ay 5 günde bir sürü şey oldu, bir sürü şey değişti ama galiba hiç değişmeyen birkaç şey var: Hemen her zaman akışla hareket ettim; hemen hiç karar almadım, kararın kendini almasına alan açmayı öğrendim (ve halen öğreniyorum); kendimi tanımlara hapsetmemeye özen gösterdim. "Neler yapıyorsun?" dediklerinde "Nefes alıyorum"vari cevaplar verdim, bunun yetmeyeceği ya da anlamlı olmayacağı zamanlarda ve kişilere "Okuyup yazıyorum biraz, biraz da birtakım etkinlikler düzenliyorum işte." şeklinde kısaca açıkladım. Bunca yıldır sıkı bir şekilde yazıyor olmama ve bir de kitap çıkarmış olmama rağmen kendimi hiç "yazar" olarak tanımlamadım mesela, bunun bir meslek olarak üstüme yapışmasını falan hiç istemedim çünkü.

Hayatın diğer alanlarındaki gidişat da aşağı yukarı buna evrildi. Akışta, tanımsız, kendiliğinden... Kadınlarla olan yakın ilişkilerimi de tanımlamak, adını koyarak bunu bir yerlere hapsetmek istemedim mesela. Bir şeyin ismini kullandığım an'da bu şeyin bir sürü yükle ve ezberle geldiğini gördüm çünkü.

Etnik kimlik, dini kimlik gibi şeyleri zaten öncesinden bırakmıştım. Uzun zamandır kendimi ne Türk olarak tanımlıyorum ne Müslüman olarak... Hatta yıllar önce kafa kâğıdımdan din hanesindeki "İslam"ı çıkarttırmıştım. Müslüman hissetmemek bir yana, hissediyor olsaydım bile bunun o belgede ne işi olduğunu anlamadığım için.

Kısmen bilinçli olarak seçtiğim kısmen de kendiliğinden ortaya çıkan bu yaklaşım bugüne kadar bana epey hizmet etti. Bu süre boyunca kendimi, ilişkilerimi, ne olduğumu, kim olduğumu hemen hiç tanımlamadan mis gibi yaşayıp gittim. Kendimi tanımlara hapsetmeyince, an'dan an'a kendimi, kim olduğumu fark etmek aslî işim oldu ve bunu ne kadar becerebildiysem o kadar keyifle yaşadım, ortaya çıkan eylemlerim beni daha fazla yansıttı; bu şekilde bütüne de daha güzel bir şekilde hizmet edebildim.

Daha az fark ettiğim, kendimle bağlantım koptuğu ya da zayıfladığı zamanlarda ise zorlandım. Tam da bu durumlarda tanımlar ne kadar da yardımcı oluyor aslında. "Ben şuyum. Bunu bunu yapıyorum." deyip bunun üzerinden yaşamak ne kadar da konforlu. Fakat yine de sarılmadım tanımlara; kendimi bulamadığımda bu hâllerle durmayı öğrendim, hâlâ da öğreniyorum. Bu, bazen tutunacak dalım olmadığını hissetmeme yol açtı ama bunla durabildim; ki galiba iyi de ettim.


Öte yandan...

Burcu ile olan bir yazışmamızda, 5,5 yıl kadar önce olmalı, "İlişkiyi tanımlamaya çalışmamak iyi-güzel fakat tanımlamamaya çalışmak da doğru olmayabilir." mealinde bir cümle kullandı. Bu cümle, yakın ilişkilere dair o sıralar değişmeye başlayan yaklaşımımı epey aydınlattı ve şekillendirdi. Bu sözcükler önüme düşmemiş olsaydı, belki de bu konuda ciddi bir efor harcayacaktım ve ilişkilere isim vermemek, tanımlamamak için anlamsız bir çabaya girecektim. Oysaki bu cümle bana hatırlattı ki hiçbir şeyi oldurmaya gerek olmadığı gibi, olan bir şeyi yok saymanın da alemi yok. Bunun için efor harcamak da beyhude...

Ve evet, bir yerden sonra ilişkinin varlığı öylesine belirginleşir ki ister adını koy, ister koyma hiç fark etmez; o artık oradadır, kurulmuştur baş köşeye. Eh bu durumda, bunun adını koymamak için direnmek efordur ve gereksizdir. Ve artık kabul etmekte hayır vardır: "Bir ilişkim var, bir sevdiceğim var." Bunu kabul etmek, onla gelen ezberleri almamı gerektirmez; farkındalığım yettiğince, ezbersiz bir şekilde sevip sevilebilirim; kelimelerin üstüne yapışan yüklerden onu temizleyip tamamen bana ve bize ait bir sevgililik yaratabilirim(z).

O an'dan itibaren yaşadığım yakın ilişkilere böyle yaklaştım. Onun adını koymak, belirginleştirmek için bir çaba sarf etmedim lakin varlığı iyice ayyuka çıkınca yokmuş gibi de davranmadım. Ona tutunmadım ancak varlığını kabul ettim, onurlandırdım.


Ve bu yaklaşımı son zamanlarda tüm hayatıma yansıtma ihtiyacı duyduğumu fark ediyorum. Ben adını koysam da koymasam da oluş hâli, tavrı, yaptıkları artık epey oturmaya başlamış bir Emre var ve bu durumu onurlandırmanın vakti geldi gibi hissediyorum; en başta kendim için. Yazacağım manifestomsu bir metin, zaten var olan Emre'yi daha iyi görebilmeme ve onun içine yerleşmeme yardımcı olacak zannediyorum. Ve şimdi bunu bu alanda yapmayı deneyeceğim.

İşte başlıyoruz:

Görsel: Helin Serindağ
* Ben Emre. Ruhum, bedenim, zihnim ve kalbimle hizalı yaşamaya çalışan bir insanım. Bunu yapabildiğimde; yani, ruhumla bağlantı kurabildiğimde, bedenimin farkında olup ona iyi baktığımda, zihnime hakim olduğumda ve kalbimin attığı yönleri fark edip bütün bunlar doğrultusunda ol'abildiğimde merkezime yerleşiyor, kendimi gerçekleştirebiliyorum. Bu olduğunda da kendime, çevreme, bütüne hizmet edebiliyorum.

Kendi içimde derinleşmek ve mümkün olduğunca genişlemek pek kıymetli niyetlerim. Gerek kendimin gerekse her bir varlığın içinin dipsiz bir kuyu olduğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyorum ve başlıca görevim kendi içimde olabildiğince yol almak, gidebildiğim kadar gitmek. Bunu yaparken kendime yol arkadaşları bulmayı ve birlikte yol almayı, destekleşmeyi çok seviyorum.

Genişlemek ise madalyonun diğer yüzü gibi. Kendi içimde derinleştikçe, herkesin, her şeyin benim parçalarım olduğunu fark ettikçe her şeyi ve herkesi olduğu gibi kabul etme yetim de artıyor ve zamanla ötekileştirmemeye başlıyorum; her şey benden, her şey bir olan hâline geliyor; işte böyle genişliyorum.

Bu yolda tetiklenmelerime, yaralarıma daha dikkatli bakmak, buralardan alacağım armağanlardan kendimi mahrum etmemek, kolaya kaçarak görmezden gelmektense kendimle daha fazla çalışmak, derinleşmeme hizmet ediyor; her zaman çok eğlenceli olmasa da...


* Çemberler ve yazmak şu an itibariyle başlıca hizmet etme yollarım. Her türlü çemberin, kalpten paylaşımın çok iyi geldiğine en ufak bir şüphem olmamakla birlikte ben, the way of council yöntemini uygulamaya ve taşımaya devam ediyorum. Deneyimledikçe derinleşiyor, derinleştikçe daha da derine gitme heyecanım artıyor ve bu heyecanlı yolculukta kendime ve çevreme dokunuyor olmak ve birlikte genişlemek harika. Ve artık adını koyuyorum: Çember, hayatımın merkezinde. Gerek yakın ilişkilerimin gerekse gerçekleştirdiğim buluşmaların omurgasını o oluşturuyor ve bundan dolayı pek memnunum.

Yazdıklarım, çoğu zaman benim de bilmediğim bir yerden geliyor. Özellikle de blog yazıları... İçimde yanan bir şeyler oluyor, yazmaya başlıyorum ve gerisi kendiliğinden ortaya çıkıyor. Çoğu zaman, başlarken aklımın ucunda dahi olmayan yerlere gidiyorum yazarken; ve çoğu zaman benim ötemden bir yerden geliyor kelimeler. Yazarken ben şifalanıyorum, okurken diğer can'lar. Ve fakat kendimi yazar vs. olarak tanımlamayı hâlâ istemiyorum; yazan'ı tercih ediyorum. Kendime yazmaktan (günlük) da çok faydalanıyorum. Olan biteni ve halet-i ruhiyemi not düşmek hem hatırlamamı ve geçmiş hâllerimle daha kolay bağ kurmamı sağlıyor hem de içimdeki dağınık parçaları bir araya getirmemi, olan'ın daha net bir fotoğrafını çekmemi sağlıyor. Yazmaya devam, yazan olmaya devam...


* Her ne yaparsam yapayım; neşeyi, keyfi, coşkuyu takip ediyorum. Merkezimde olduğumda, kendim olduğumda, neşe-keyif-coşku kendiliğinden ortaya çıkıyor ve yönümü çiziyor zaten. Bunların içinde heyecan var. Heyecanımı, onu takip etmeyi çok seviyorum. Bunla birlikte bunun da tüm duygular gibi gelip geçici olduğunu içselleştirmeye başladım. Heyecan benim için harika bir pusula olmakla birlikte bir görünüp bir kaybolabiliyor. Fakat  sorun değil; tıpkı güneş gibi, belli saatlerde göründüğü takdirde onun oradaki varlığından ve bana gösterdiği yoldan emin olabilirim. Her saniye tepede kalmasına gerek yok, ara ara var olması, yönümü belirlemem için yeterli. Gece olduğunda da yönümü bulabilir, ya da gerekirse kamp kurup bekleyebilirim. Yine gelecektir.


* Bedenimle bir şeyler yapmak her zaman iyi geliyor. Doğa yürüyüşleri, koşmak, odun yarmak, yorulmak, nefes nefese kalmak... Yoga yapmak, dans etmek, mümkün olduğunca çok hareket etmek... Bazı dönemler yazma-okuma-bilgisayar işlerine fazla kaptırabiliyorum lakin hareket etmeyi hep hatırlamaya niyet ediyorum.


* Sürekli değiştiğimin farkındayım ve kendimle hizalı kalabilmek, kendimi takip edebilmek ve kim olduğumu anbean anlayabilmek için yavaşlamam gerekiyor. Yavaş yaşadığımda ve hislerimi, düşüncelerimi, deneyimlerimi sindirmeye alan açtığım takdirde çoğunlukla dengemi sağlayabiliyorum. Böyle devam etmeye niyetliyim; aceleye ne hacet...


* Attığım her adımın, her eylemimin sorumluluğunu alıyorum. Söylediğim bir sözün, hatta tonlamamın ya da ufacık bir mimiğimin etkisinin farkındayım ve sorumluluğunu alıyorum.

Kullandığım elektronik aletlerin, elektriğin, doğrudan ya da dolaylı olarak tükettiğim petrolün ve tüm tüketimimin bütün'den borç alındığının farkındayım ve en az aldığım kadarını, mümkünse çok daha fazlasını geri vermeye niyet ediyorum. Bu yolda diğerlerinin ne kadar yol aldığı onların seçimi, bunlar yüzünden karamsarlığa veya umutsuzluğa düşmeden yapabildiğimin en iyisini yapmaya, -bu şekilde dünyayı kurtaramayacağımı bilsem de- bir plastik şişe olsun az tüketmeye, bir yolculuğu daha mümkünse uçak kullanmadan gerçekleştirmeye, -en basitinden- kullanmadığım zamanlarda şarj aletimi prizden çekmeye devam edeceğim. Bunla birlikte bu konuları takıntı hâline getirmemeyi de hatırlıyorum; içine doğduğum dünyanın birtakım gerçekleri var ve bunları reddetmenin de pek anlamlı olmadığını görüyorum. Fakat bu, yapabildiğimin en iyisini yapmamın ve yapamadığımda da bunu telafi etmenin yollarını aramanın önünde engel değil.


* Başta kendim, herkesi oldukları gibi kabul etmeye niyet ediyorum. Kabul ettikçe sevgi kendiliğinden ortaya çıkıyor ve büyüyor. Sevgi büyüdükçe de kabul etme yeteneğim artıyor ve bunlar birbirini besliyor. Herkesin olabildiği kadar olduğunu, yapabildiği kadarını yaptığını ve bildiği kadar yaşadığını hep hatırımda tutmak istiyorum. Bunu unutmadığım sürece sevgi hep orada.


* Özgürce sevmeye niyet ediyorum. Kendimi, ailemi, dostları, kadınları, adamları... En çok da kadınlarla olan ilişkilerimi tamamen özgürleştirmek istiyorum. İçimdeki sahiplik kalıplarından, derinimdeki ataerkil düşünce kırıntılarından, üstüme yapışmış her türlü ilişki ezberinden silkinmek ve gerçek oluş'umla sevebilmek istiyorum. Sevmenin önündeki engelleri, korkuları, endişeleri birer birer ayıklamak, ayak altından çekmek ve o gepgeniş, sonsuz alanda at koşturmak istiyorum.


* Armağanda yaşamaya devam... Yapabildiklerimi, becerilerimi, yeteneklerimi hiçbir sınır ve koşul koymaksızın ve her geçen gün daha da özgürce ortak kullanıma açma niyetim baki.

Evrende her şeyden yeterince olduğunun farkındayım ve ihtiyaçlarımın beni bulacağına olan inancım her geçen gün kuvvetleniyor (çünkü hep buluyor!). Koşulsuzca alabilmeye, daha da çok almaya niyet ediyorum.


* Bütün bunları bir ideal belirlediğim için değil, bana iyi geldiği, bütüne iyi geldiği için gerçekleştirmeye niyet ediyorum. Mış gibi yapmadan, kendimi kandırmadan, olmadığım bir kişi olmaya ya da öyle görünmeye çalışmadan...

Ve hayatımdaki her şeyin, buraya yazdığım her satırın değişmesine açık kalmaya niyet ediyorum. Temel noktalar muhtemelen hep aynı kalacaktır ama tutunduğum için değil, gerçeğim oldukları için. Hiçbir an kendini tekrarlamıyor, hiç kimse bir an önce olduğu kişi değil, hiçbir şey bir an önce olduğu şey değil; sürekli bir devinim hâlindeyiz. Bu devinim içinde yaşarken değişimlerin, belirsizliklerin olmaması mümkün değil ve bundan korkmak bir yana, bunun tadını çıkarıyorum.

Bendeki en ufak bir değişimin bütün her şeyi, herhangi bir şeydeki bir farklılığın beni etkileyebildiğini hatırlamaya ve her daim elimden gelenin en iyisini yapmaya niyet ediyorum.

Hayrolsun...

***

Yazandan okuyana not:

Bu blogdaki paylaşımları ve emeği onurlandırmak ve yazana bir karşılık armağanı vermek (para ve diğer) ya da okuduklarına dair geri bildirimlerini, fikirlerini, kendi tecrübeni, olumlu ve olumsuz eleştirilerini paylaşmak istersen,

emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsin.


Maddi ve manevi her türlü bağa ve armağana açığım.

13 Ekim 2018 Cumartesi

dostlara mektup

Kendimden, hâlimden haber veresim var biraz. Aşırı derecede kişisel gündemimle ilgili yazacağım; beni tanımayanlar için anlamsız/sıkıcı falan bir yazı olabilir, baştan söylemesi...

Çemberlere genellikle check-in ile başlıyoruz. Tam olarak bir Türkçe karşılığı olmayan check-in'de o anki hâlimizi, içimizde nelerin canlı olduğunu ... paylaşıyoruz diğerleriyle. Buna Türkçe karşılık düşünürken yıllar önce his-bakış ve iç-bakışı bulmuştuk; son zamanlarda ise hâl-bakış güzel karşılıyor gibi geliyor. İşte bu mektupyazı benim hâl-bakışım olacak.

Bunu buradan yapmak isteme nedenim ise, en büyük zenginliğim olan çok sayıdaki insanlarımın, dostlarımın her biri ile birebir ilişki kurmaya enerjimin, zihnimin, zamanımın yetmemesi. Bir sürü can var merak ettiğim, nasıl acaba diye düşündüğüm, sesini duymak ve kendimi duyurmak istediğim ama her birine yetişmek elimden gelmiyor. En azından tek taraflı da olsa ben kendimi anlatırsam, bağlar biraz olsun sıkılaşır gibi geldi. Hem belki bundan yola çıkıp bana yazmak, kendi hâlini anlatmak isteyen birileri çıkar, kim bilir... (emreertegun@gmail.com)

balkon, sandalye, bilgisayar, güneş ve yeşil
fotoğraf: ben
Başlıyoruz. En güzeli şimdi ve burada ile giriş yapmak (Burcu'ya selam olsun): Yaşadığım evin balkonunda, yıllar önce Dalyan'dan almış olduğum ikinci el ofis sandalyemin üstünde oturmaktayım.
Buralara kış gelmedi henüz ama serinledi de epey. Şu an tişört ve şortla oturuyor olsam da üşümenin eşiğindeyim, belki bir şeyler alırım üstüme; zaman zaman serince esiyor zira. İki gündür keyfim epey yerine geldi, hafta içi vize başvurusu için gitmiş olduğum İzmir'de azıcık uyuzlaşmıştım. Perşembe gece yarısına doğru eve gelmemle birlikte ibre yukarı dönüverdi. Evde olmayı bu kadar sevip bir yandan da özellikle yaz başından beri -ama diğer zamanlarda da- bu kadar sık yolculuk yapmamı ilginç buluyorum. Yollar çekiveriyor, çağırıveriyor işte bir şekilde; ki seviyorum da elbet yoksa ne işim olacak. Ama neredeyse her seferinde yola çıkış öncesi zorlanıyorum mesela ve çoğu vakit geri döndüğümde derin bir oh çekiyorum. Neyse...

Dün harika bir gündü. Önceki gece geç saatte gelmiş olmama rağmen sabah koşarak (mecazen) yoga dersine gittim. Şubat'tan beri, buralarda olmak için önemli bir sebebim de yoga. Pek iyi bir hocamız (Seda) var ve seyahat plan-programı yaparken ders günlerini gözetecek kadar bağlandım derslere. Haftada beş ders var ve beşte beş yaptığım bile oluyor, düşünün (neyi düşüneceklerse).

Sonrasında eve dönüp güzel bir kahvaltı (ki evde kahvaltı yapmanın benim için ne demek olduğunu beni tanıyanlar iyi bilir), biraz internet minternet takıldıktan sonra pazara gittim... Ahh Fethiye'de kurulan cuma pazarı (üretici pazarı) bu yörede yaşamak için önemli bir sebep. Adı üstünde, sadece üreticilerin-köylülerin ürünlerini bulduğumuz bu pazarda dünya tatlısı teyze ve amcalardan alışveriş yapıyoruz. Dünya tatlısı olmaları, yetiştirdikleri ürünlerde hiç ilaç, fenni gübre vs. kullanmadıklarını kanıtlamıyor elbette ama özellikle alışverişin çoğunu gerçekleştirdiğimiz ve sadece atalık tohumlarla yetiştirdikleri ürünleri satan teyzeler neredeyse yemin ediyorlar kullanmadıklarına dair. Umarım doğrudur, güvenmek istiyorum(z).

Pazardan yaptığım alışverişin yanı sıra pazarcılarla yaptığım sohbetler de besliyor beni, iyi geliyor iletişim kurmak. Alışverişi kendi poşetlerimizi, bez çantalarımızı vs. götürerek çoğu zaman 0 (yazı ile sıfır) yeni poşetle tamamladığımız için hızlıca tanıdılar zaten bizi, sohbet-muhabbet de edince seviyorlar da... Her seferinde yüksek bir enerji ile tamamlıyorum pazar turunu. Bu yıl fiyatlar biraz yükseldi ama buna pek takılıyor değilim. Bu kadar yoğun emekle üretilen sebze-meyvenin 1-2 liralara satılmasını yadırgıyor(d)um asıl; o yüzden bir yandan işime gelmese de 5 liralara çıkan domatesleri, 6-7 liralara çıkan fasulyeleri çok da erinmeden alıyorum gidiyor. Her yıl değiştirilen telefonlara bilmemkaçbin liralar, uçak yolculuklarına bilmemkaçyüz liralar harcarken patlıcanı 4 değil de 3 liraya almak için gayret edenleri anlamakta zorluk çekiyorum mesela.

Pazar sonrasında eve döndüm ve akşam ziyarete gelecek olan Deniz'le yemek üzere güzel bir yemek yapıp rokaları sirkeli suya koydum ve yıllar sonra ilk kez koşmaya (gerçekten) çıktım. Kulağıma taktığım müzikle ve üstelik inişli çıkışlı ve sağlam yokuşlu mokuşlu mıcırlı asfalt yolda 3,5 git- 3,5 gel, 7 km koşmuşum. Maşallah! Nasıl iyi geldi, nasıl... Devamını da getiririm gibi... Dilek'e selam olsun, içime koşma ateşini yeniden düşüren  o oldu! Ahh biraz da Tijen aslında...

Döndüğümde Deniz yeni gelmişti ve balkonda oturuyordu, daha eve bile girmemiş. Duşa girecektim ama öyle bir yağmur, şimşekler, gök gürlemeleri başladı ki önce bir süre bunun tadını çıkardım(k). Sonbahar hoş gelmiş!

Bitmeyen gök gürültüsü yapmışlar
Video: Deniz Parlak


Hızlı bir duş sonrası salatayı da yaptım ve yemeğe oturuverdik. Elime -ve tüm üreticilerin emeklerine- sağlık, çok da güzel olmuşlar. Sonra da sohbet-muhabbet, biraz kitap okumaca ve yatmaca...

Bütün bir dünü bu kadar detaylı anlatmamı sağlayan şey neydi ki? Sanırım bir şekilde enerjimin çok yüksek olması ve bunu paylaşma isteği. Neyseki bugünümü veya geçtiğimiz haftayı da bu şekilde anlatacak değilim. Hadi iyisiniz! :p

***

Dedim ya yukarıda "fena hâlde yollardayım" diye. 10 gün önceye düşen çarşamba gününe evimde uyandıktan sonra motorla çıkmak istememekle birlikte bir şekilde yine motorla yola düştüm ve Antalya'ya, yakınlarda annesini kaybetmiş olan çok sevdiğim Handan'ın yanına vardım. İki gün birlikte geçirdikten sonra, oralara gitmişken Alanya'ya annemlerin yanına damladım ve geçtiğimiz pazar günü köye geri döndüm. Hem de o sıralar oralarda olan ve Kabak'a geçecek olan Burcu'yu da terkime atarak. Kask konusunu hızlıca çözüverdik: Alanya'da tanıdığım 3 dosta bir mesaj attım ve yarım saat içinde iki tane kask buluverdik (bkz. en büyük zenginliğim: insanlar, dostlar). Zehra, sağ olsun, kaskla yetinmeyip motor ceketini ve eldivenlerini de verdi ve böylece Burcu'yla yola düşüp geldik. Onu Fethiye'ye bırakıp eve geldim; o güne kadar bizde kalan Deniz'in ve Funda'nın güzel yemeklerini yiyip biraz Avatar (çizgi-dizi olan, hâlâ izlemeyen kaldı mı?!) falan izledikten sonra yattım kalktım ve -bu sefer motorsuz- İzmir yoluna düştüm.

İzmir sürecini de kısacık olsun anlatmak gerekirse, vize evrak hazırlıkları ve birkaç dostla görüşme, iki ayrı yerde kalma ile geçti. Önceki haftalarda, hatta aylarda benle olan yüksek enerjili, yaşama sevinçli hâllerim biraz sekteye uğradı. Buna şehirde olmak mı, vize evrakı hazırlama telaşesi mi yol açtı, yoksa başka bir şey mi emin değilim ama neyseki bu hâllere girdiğimde artık hiç panik olmuyor ve bunun da geçeceğini hemen hatırlayıveriyorum; her şeyin geçici olduğunu artık hep hatırımda tuttuğum gibi... Zira çarşamba akşamı bir tık toparlamış olan halet-i ruhiyem perşembe akşamı eve döndüğüm an'da epey yükseldi ve sonrasında yaşadığım şahane dün'ü yukarıda uzun uzun anlattım zaten. Şu anda da epey tatlış ve minnoş hissediyorum. Şükür!

***

Bahsetmek istediğim iki gündemim daha var, eğer henüz sıkılıp kapatmadıysanız... Birincisi Portekiz'e gitme hususu: Blogdaki şu yazıda (Emre'yi Portekiz'e gönderelim mi?) destek çağrımı, şu facebook sayfasında ise durum güncellemelerini görebileceğiniz üzere gayet güzel karşılıklar aldığım süreçte, eğer Avrupa'larda ihtiyacım olacak para hakkında fena hâlde yanılmıyorsam, Portekiz'deki harcamalarımı karşılayacak seviyeye geldik bile. Bazen hayatın beni çok fazla şımarttığını düşünüyor, sonra benim de az güzellik yapmadığımı hatırlıyorum. Öyle ya da böyle, an itibariyle 50'ye ulaşan kişinin desteği beni Portekiz'e gönderecek, iş ki vize çıksın. Seyahate esasen bir etkinlik için gidecek olmakla birlikte gitmişken birkaç topluluk ziyareti yapmayı istiyorum. Henüz bu konuda tam olarak kayda değer gelişme sağlayamadım ama daha vakit var.

İkincisi Dilek Bulutlar ile birlikte Bodrum'da gerçekleştirmeyi çok istediğimiz Esnemeye, Değişime Açık bir Buluşma etkinliği: Mevsimle ya da tarihle ilgili bir durum mu, başka bir şey mi bilmiyorum ancak şu an itibariyle yeterli başvuru almamış olan bu etkinliği, bugün-yarın bi' oynama olmadığı takdirde erteleme ihtimalimiz yüksek gibi görünüyor. Şimdiye kadar sadece, erkeklere açık bir Likya etkinliğini iptal etmek durumunda kalmıştım, bu da ikincisi olacak gibi... Buna biraz üzüldüm açıkçası, zira Dilek de ben de bu buluşmaya dair o kadar heyecanlı ve coşkuluyuz ki... Ve kendimi şu sıralar o kadar güçlü ve merkezimde hissediyorum ki bu dünya için yapabileceğim en iyi şey bu tip buluşmalarda alan tutmak ve insanların değişim-dönüşüm süreçlerine destek olmak gibi geliyor. Ama bazen ne kadar istesem de, ne kadar heyecanlansam da olmayabiliyor işte. (bkz. What can I say sometimes?!) Bu durumu da kabul ediyorum elbette, yukarıda üzülme'yi -di'li geçmiş zaman ile kullanmam bundan geliyor; şu an pek de üzüntü hissetmiyorum ve fakat şu birkaç günde bir sıçrama olsa, "belki"ler başvuruya dönse, etkinlik kendini yeniden yaratıverse çok da sevinirim. Ay hadi inşallah...

Lakin bu etkinlik olsa da olmasa da Portekiz dönüşü için beni çok heyecanlandıran birtakım çağrılar zihnimde fıldır fıldır dönüyor. Eylemlerim devam edecek gibi görünüyor netekim.


Bir de Funda ile olan ilginç hâllerimiz var aslında ama şu an buna dair bir şey yazmayacağım. Lakin yaşadıklarımızı uzun uzun yazasım, anlatasım var; bir gün belki...

İşte böyle sevgili can'lar; ilk -ve şimdilik tek- açık mektubumun sonuna geldik. Bakarsınız devamı gelir.

Emre

24 Eylül 2018 Pazartesi

hadi verelim!

Bu yazıyı Charles Eisenstein'a ithaf ediyorum. Onun fikirleri, söylemleri yaşamımın ve yazılarımın birçoğuna epey etki etmiş durumda zaten ama özellikle bu yazıyı neredeyse tamamen onun yazdıklarından, söylediklerinden esinlenerek yazdığımı söyleyebilirim.

**

"Bir milyon TeeLee'm olsa ne yaparım?" sorusu dönüyor bazen içimde. Bu para en güzel ne şekilde kullanılır? Hem bütüne hem bana nasıl katkı sağlar?

Kim milyoner olmak ister programının başvuru formunda benzer bir soruyla karşılaştım: "Hedeflediğiniz miktar nedir ve bunla ne yapmak istiyorsunuz?" Cevabım bir nevi adak idi: "Olur da büyük ödüle ulaşırsam bir milyon teelee'yi on kırsal inisiyatif arasında paylaştıracağım ve kendime bir şey almayacağım." (Şu an itibariyle iki yerden eminim.) Geçenlerde bunu paylaştım bir sohbette ve bari yüz binini de kendine al dediler ama cık, almıcam; hele bi' ulaşayım görürsünüz. :))

Yarışmaya katılıp büyük ödüle ulaşmak biraz fantezi elbette ve fakat bu veya başka bir şekilde elimde beliren büyük miktarda parayı en akıllıca kullanma yolu gerçekten de bu olabilir. Akıllıca diyorum zira elimdeki paranın bir kısmı muhteşem ekonomik gidişat sayesinde birkaç gün içinde buharlaşıp gidebilir (bkz. TL'nin birkaç ayda yerle bir olması); mesela büyükçe bir miktarını kırsalda içinde olmak istediğim topluluk için kullanabilirim ve burası bir gün bir anda yanıp kül olabilir; yatıracağım banka iflas edebilir ve paranın yalnızca bir kısmını geri alabilirim vs vs. Ve fakat 10 yere yapacağım bu destek, her koşulda kıçımı sağlama almamı sağlayabilir.

Hesap-kitap yaparak, karşılık alma beklentisi ile destek olmaktan bahsetmiyorum. Ancak zaten içinden geldiği için destek olduğun kişiler, ihtiyacın olduğunda sana gereken desteği sunacaklardır. Bir o kadar önemlisi, aklımın ermediği ama bir şekilde hissettiğim çembersel döngü: Sen birine yardım edersin, o başka birine, o başka birine, ... , ve döner dolaşır, tam da ihtiyacın olduğunda ihtiyacın olduğun şey önünde beliriverir. Bunu ispatlayamam ama buna benzer bir döngünün var olduğuna her geçen gün daha çok inanıyorum; zira bunu yaşayıp duruyorum.

Kendimi ve herkesi vermeye davet ediyorum; elde avuçta ne varsa vermeye... Paranız mı var, verin; araziniz var ve kullanmıyor musunuz, kullanıma açın, kesin etrafındaki dikenli telleri; boş duran evleriniz mi var, açın kapılarını, kırın kilitlerini; zamanınız mı var, vakfedin; beceriniz mi var, armağan edin...

Eğer ki sizde bir şey varsa, bu, almış olduğunuzu gösterir. Hiçbir şey yoktan var olmaz. Paranız varsa, belki aileden gelmiştir, belki piyangodan çıkmıştır. Çalışıp kazanmış da olabilirsiniz ama öyle olsa bile çalışacak gücü nereden edindiniz, iyi koşullardaki işleri nasıl buldunuz/kurdunuz? İyi bir üniversitede okuduysanız muhtemelen iyi okullara, dershanelere gittiniz; bu şansınız vardı. Ya da belki bir mucize oldu ve Türkiye birincisi olan bir çobansınız, yani her şeyi dişinizle tırnağınızla edindiniz belki. Ama hâlâ... Peki bu azim, bu zekâ, bu yetenek nereden geldi?

Bir noktada aldınız. Edindiğiniz bir şey varsa, bir yerde bir şeyler almış olmalısınız. İnsanlardan, doğadan, kültürel değerlerden, -belki- önceki hayatlarınızdan ve beslendiğimiz diğer her yerden...

Şu anda paraya her nasıl erişiyorsanız, bu, bir zamanlar armağan ilişkisi çerçevesinde karşıladığımız bir ihtiyaçtı. Psikologsanız, yaptığınız şeyi yakın zamana kadar büyük oranda arkadaşlar, daha önceleri ise belki kabilenin bilge yaşlıları yapıyordu; doktorsanız, yaptığınız şeyi şifacılar yapıyordu; kreş öğretmeniyseniz, daha 20 yıl öncesine kadar, herkes komşusunun çocuğuna bakıyordu; su gibi yaşamsal bir gerekliliği paraya çevirdiyseniz... kuzum lütfen bir an önce bırakın bu işi ...

Her ne yapıyorsanız sizi yargılamak için yazmıyorum, yanlış bir şey yaptığınızı da düşünmüyorum. Belki suyu metalaştıran hariç... :) Ben de bunun bir parçasıyım ve bir şekilde bir şeyleri paraya dönüştürerek geçimimi sağlıyorum; seçtiğim yol biraz daha farklı olsa da, armağan ekonomisi ruhu ile paraya eriş-tiğimi düşün-sem de özü yine de o kadar farklı değil belki.

Sadece diyorum ki hadi verelim artık! Almadığımız bir şeyi veremeyiz zaten. Aldıysak da vermemizin önünde bir engel yok demektir. Nefes gibi... Nefesi almayı ama vermemeyi düşünebilir miyiz? Dünyaya geldiğimiz gibi gideceğimizi göz ardı edebilir miyiz? O zaman hiç beklemesek ve hazır buradayken versek ve paylaşsak şahane olmaz mı?

Üstelik şöyle bir durum var ki, birkaç önceki yazıdan alıntıyla "Halihazırda o kadar fazla kaynağı üretime, metaya, paraya çevirdik ki yerküremiz nefes almakta zorlanıyor. Dünyaya pozitif değer katmayacak şeyleri, para kazanmak veya değerli hissetmek veya zaman öldürmek için üretmeyi durdursak çok daha hayırlı olur sanki." Evet, birçok şeyi durdursak ve bunun yerine sadece boş dursak kesinlikle daha hayırlı olacak. Günümüzde öyle bir servet birikimi, öyle bir para miktarı, öyle bir her türlü ürün fazlası var ki uzun yıllar -gıda hariç- hiçbir şey üretmesek ve mevcut birikimimizi yeni şekillerde kolektif olarak kullanmak için yollar yaratsak, şu an kullandığımız hiçbir şeyden mahrum kalmadan yaşamaya devam edebiliriz. Fakat sistem bunla yetinemiyor, daha fazla semirmeye devam etmek istiyor. Peki biz onu beslemeye devam edecek miyiz?

Ortada böylesine bir servet birikimi, mal-mülk-para varken, buna sahip olmayanların kendilerini paralayıp buna ulaşmak zorunda kalmalarını anlamakta zorlanıyorum. Bence bu hikâyeyi değiştirebiliriz, değiştirmeliyiz. Tekrar ediyorum ki paraya, mala-mülke sahip olanlara düşmanca bir yaklaşımla yazmıyorum hiç birini lakin bu kişiler/kurumlar bir şekilde ortak değerlerden bir şeyler kattılar kendilerine ve aldıklarını geri verebileceklerini, böylece hem kendilerine hem de bütüne şahane bir şekilde hizmet edebileceklerini düşünüyorum.

Bütün bunlar hayâl falan değil; sadece tek tek ve hep birlikte alacağımız kararlara ve eylemlerimize bakar. Güzele, iyiye yatırım yapabiliriz ve bunu yaptığımızda bütüne şahane bir destekte bulunduğumuz gibi kişisel olarak da kazanırız. Bu hırs girdabından çıkmak, özellikle varlıklı kimseler için, söz gelimi 15 milyar doları 20 milyar dolara çıkarma hevesinden vazgeçmek ve sakinlemek zaten ödüllerin en büyüğü olacak. Bunla birlikte artık uykular kaçmayacak ve hafifleyeceğiz. Bu da yetmezmiş gibi, aynı örnek üzerinden gidersek, 15 milyar dolarının tamamını ya da önemli bir kısmını hayırlı işlerde kullanan birinin sırtı nasıl yere gelebilir ki? Nasıl ben bir milyonumu paylaştığımda, amacım o olmasa bile aslında kendimi sigortalamış da oluyorum; bu kişiler bunca parayı güzel işlerle, kişilerle, projelerle paylaştıklarında kahraman olacaklar; isteseler de istemeseler de. Ve başlarına her ne gelirse gelsin, ne yaşarlarsa yaşasınlar, ellerinden tutup kaldıracak birçok can olacak etraflarında. Gerçekten kaybedeceğimiz tek şey hırsımız ve kaçan uykularımızken kazanacağımız şey o kadar büyük ki: Dostluklar, güven, sevgi, şefkat, minnet...

Almadığımız şeyi veremeyiz. Verdiğimiz takdirde ise aslında çok şey almaya gebe kalıyoruz, böyle bir gündemimiz olmasa bile. O zaman bizi paylaşmaktan, cömertlikten alıkoyan ne? Kaynaklarımızı daha güzel, daha adil, daha temiz bir dünyaya yöneltmemek için nasıl sebeplerimiz olabilir?


Görsel: Derya Albayrak

Alınanlar verilsin, paylaşılsın ki hem hayatlarımız hafiflesin, rahatlasın hem de yerküremizin tepetaklak gidişi yavaşlasın. Aksi takdirde tüm gezegeni epey zor günler bekliyor.

*** *** ***

Birinin bankasında milyarlarca dolar durup dururken bir başkasının çocuğuna ne yedireceğini düşündüğü; birileri topluluklar kurup barış içinde ve dünyaya zarar vermeden yaşamak için gereken parayı bulamazken başka birilerinin sadece kıyafet ve takılarına bir yılda harcadıkları paranın bundan fazla olduğu bir dünya yarattık el birliğiyle. İşin ilginç tarafı zengin olanların da mutsuz ve kaygılı olması... Zira bağlantıyı kaybetmişiz; birbirimizle, doğayla, bütünle...

Kolektif olarak böyle bir oyun oynadık uzun zamandır; şimdi ise bunu değiştirme gücümüz ve imkânımız var. Yukarıda yazdığım üzere, sadece ve sadece karar vermemize bakıyor. Senin, benim, bizim...


*** *** ***

Bu satırlar içinizde titreşiyor ve fakat nereye vereceğinizi bulamıyorsanız sadece yavaşlayın ve etrafınıza bakın. Vermek için çok fazla harika seçenek göreceksiniz. Olur ya bu seçenekleri göremiyorsanız bana yazın. :))

Titreşiyor ama vermekten korkuyorsanız yine yavaşlayın ve bu sefer içinize bakın. Sizi vermekten alıkoyan şeyin ne olduğunu görün; korkularınızla yüzleşin, doymayan arzularınızla yüzleşin. Yüzleşin ve gözünüzü kaçırmayın. Gördüğünüz şeyin ta merkezine bakın ve sadece içinden geçin. İçinden geçin ve hafifleyin; hafifleyin ve verin; verin ve güzelleşin.

Hep birlikte güzelleşelim...


emreertegun@gmail.com

22 Eylül 2018 Cumartesi

Emre'yi Portekiz'e gönderelim mi?

Öhömm, esas noktayı en başta söylemek istiyorum: Avrupa Council Ağı'nın (ECN) 31 Ekim - 5 Kasım arasında gerçekleşecek olan yıllık buluşması için Portekiz'e gitmek niyetindeyim ve bunun için maddi desteğinize ihtiyacım var. Detaylar (çok uzatmamaya özen gösterdim) aşağıda...


Way of Council, 2014 Ocak'tan beri hayatımda uyguladığım, deneyimlediğim, ayrıca içinde yer aldığım çeşitli etkinliklere taşıdığım, bana ve katılanlara epey destek olduğunu sürekli deneyimlediğim, basit ve bir o kadar etkili ve şahane bir çember iletişim yöntemi.

Amerikan yerlilerinin geleneklerinden damıtılmış ve bir miktar modernize edilmiş olan Way of Council, dünyanın birçok yerinde uzun yıllardır uygulanıyor. Ve her yıl, Avrupa'daki council uygulayıcılarının bir araya geldiği 5-6 günlük buluşmalar düzenleniyor.

İşte bu yıl ben de orada olmaya niyet ettim can'lar. Council'i hayatına ve insanlara taşıyan birçok insanla tanışmak, onlarla çemberlere oturmak, bir sürü tecrübeli council kolaylaştırıcısı ile bir arada olmak ve bu buluşmada yaşayacağımı düşündüğüm derinleşmeleri yine hayatıma, çevreme ve gerçekleştireceğim çalışmalara taşımak istiyorum.

***

Bunla kalmayıp, hazır oralara gitmişken doğada birlikte yaşam kurmuş olan bir ya da iki topluluğu ziyaret etmeye niyetim var. Bildiğiniz ya da bilmediğiniz üzere, uzun yıllardır topluluk olarak yaşama heyecanım ve bu konuda çeşitli deneyimlerim var; bunu daha ileri taşımak ve yurt dışında birçok örneği olan topluluklardan bir-ikisinde biraz vakit geçirmek ve bolca ilhamlanarak dönmek, yakın zamanda atmayı düşündüğüm(üz) güzel adımlara da katkı sağlayacak. (Ziyaret edeceğim topluluklara dair araştırmalarım sürüyor; bu konuda önerileriniz varsa çok sevinirim.)

***

TL'nin aşırı değer kaybı ile yükselen maliyetler nedeniyle geçtiğimiz birkaç haftada niyetimi gözden geçirdim ve hâlâ orada olmak istediğimi görüyor, bunun güzelliklere hizmet edeceğini hissediyorum. Bu nedenle geri adım atmak bir yana, niyetimi sağlamlaştırıyorum. Kurlardaki oynaklıkların sürmesi, buluşma organizasyonu yapacak ekipten istemiş olduğum yarı burs durumunun henüz belli olmaması, vize alana kadar geçecek olan sürede değişmesi muhtemel uçak bileti fiyatları vs nedeniyle nasıl bir bütçe sağlamam gerektiğine dair net bir şeyler söylemek çok zor ancak bugün (22 Eylül) itibariyle görebildiğim kadarıyla masraf kalemlerini şu şekilde paylaşabilirim:

Uçak bileti: 2.000 - 2.500 TL civarı
ECN buluşması (konaklama, yeme-içme ve katılım ücreti dahil): -Burs almadığım takdirde- 1.500 TL civarı
Vize masrafı: ?
Portekiz içi yol masrafı: ?
Topluluk ziyaretleri esnasında oradaki yaşamlara yapmam gerekebilecek katkılar: ?

Tahmini toplam: 7.000 TL civarı

Velhasıl epey bir bilinmezlik var şu an için ancak bu, destek çağrısı yapmama engel değil. İlk hedefim uçak bileti ve ECN katılım masraflarını toplamak olmakla birlikte diğer kalemleri de karşılayabilirsem çok da güzel olur yahu!

Eksik kalan kısım olduğu takdirde, aile ve/veya borç alma joker haklarına başvurmam gerekecek. :)

***

Bu tip kalabalık fonlama çağrılarında, insanları destek sunmaları için cesaretlendirmek için birtakım ödüller vaat ediliyor ve destek miktarı arttıkça karşılık olarak sunulan ödüller de artıyor. Bu harika bir yöntem olmakla birlikte, Portekiz'den her ne ile döneceksem, bütün bunları, katkı sunmuş olsun-olmasın dileyen herkesle paylaşmak istediğimden mütevellit böyle bir kademelendirme yapmayacağım. Bunla birlikte, -katkı yaptıkları miktar ne olursa olsun- sadece destekçilere sunmak üzere şöyle bir karşılık geliyor aklıma: Bir yazışma grubu kurmak ve Portekiz'de yaşadıklarımı onlarla günbegün yazılı ya da sesli mesaj yoluyla paylaşmak. Tatlı olabilir sanki, hımm? Bundan gayrı her türlü öneriye ve talebe de açığım elbette.

***

Eğer ki bu çağrı içinizde bir yerlere dokunuyorsa, az-çok demeden katkılarınızı bekliyorum. Ayrıca sürece dair her türlü soru, öneri ve yorumunuz için bana ulaşın lütfen: emreertegun@gmail.com

Emre Ertegün - Finansbank - TR 3100 1110 0000 0000 4357 1477
(Açıklama kısmına "Portekiz destek" gibi bir şey yazarsanız sevinirim.)

Önemli not: Bu güzel süreçte bankaları nemalandırmamayı tercih ediyorum. Eğer ki para aktarımı sırasında bankanıza masraf ödemeniz gerekiyorsa lütfen şu alternatif yöntemi kullanın: Herhangi bir Finansbank ATM'si bulun ve kartsız işlem seçeneğini kullanarak katkınızı hesabıma doğrudan ve masrafsız olarak yatırın. Bu durumda tüm IBAN değil, hesap no yeterli oluyor: 4357 1477

Bir not daha: Aksini belirtmedikleri sürece, katkı yapan dostların isimlerini etkinlik sayfasında ve icap ederse diğer alanlarda kullanmak ve desteklerini onurlandırmak istiyorum.

Buraya kadar okuyan, ilgilenen, maddi ya da fikirsel katkı yapacak herkese şimdiden kocaman teşekkürler. Ayrıca bunu, ilgilenebilecek dostlarınızla paylaşmanız halinde pek memnun olurum.

Emre


Not: Sürece dair güncellemeleri facebook etkinlik sayfası üzerinden yapacağım; takip etmek isterseniz buyrunuz; https://www.facebook.com/events/2099290740311529/

18 Eylül 2018 Salı

topluluk destekli hür aşk

Aşkı hür bırakabilsek...

Özgürce akabilsek birbirimize, herkese ve her şeye...

Topluluğumuzdan, dostlarımızdan, insanlarımızdan aldığımız destekle çağlasak gürül gürül...

***

Free love (özgür/serbest/hür aşk) terimini Tamera Eko Köyü'ndeki (Portekiz) paylaşımlar vasıtasıyla duymuştum ilk. Aşka dair, ilişkilere dair türlü tanımlama var ancak her biri aşkı bir yerlere sıkıştırıyor gibi geliyor ve hepsinin ötesine geçmenin tek yolu onun önünü açmaktan başka bir şey değil. Bunu açan terim ise hür aşktan başka bir şey değil bana kalırsa. Özgürce akmak isteyen suya benzetiyorlarmış aşkı, tam da bu işte!

Tamera'yı ziyaret eden dostlardan duyduklarım, oranın kurucularının yazdıkları ve diğer okumalarım, konuya dair izlediğim üç-beş videoya, paylaşıma ek olarak kendi düşünüp taşınmalarım ve deneyimlerim sonucunda bu konunun önemini her geçen gün daha da derinden idrak ediyorum.

Kadın-erkek ilişkisine barış gelmediği sürece dünyada barışın yaşanmasının mümkün olmadığını söylüyor Tamera canları (Kadın-erkek ilişkisine vurgu yapmaları LGBTQ bireyleri dışlıyor değil bu arada ancak genelde kullandıkları terminoloji bunun üzerinden kuruluyor.). Hak veriyorum.

***

Algılayabildiğim kadarıyla, yaşadığımız dünyada -istisnaya yer vermeyecek derecede- her şey çapraşık. Doğamızı yaşamıyoruz, hayata bize anlatılan veya uydurduğumuz bir takım hikâyeler üzerinden bakıyoruz ve bu bizi hakikatten uzak tutuyor. Her geçen gün kirlenen ve gitgide kartopu gibi büyüyen bir hikâyeler zinciri, insanı özünü yaşamaktan uzak tutuyor ve hemen her an'ını taktığı maskeler üzerinden yaşıyor; bilerek ya da bilmeyerek -mış gibi yapıyor, durmaksızın; ve dahi yalnızken bile...

Yaşadığımız kültür, kıtlık bilinci üzerine kurgulanmış durumda ve bu nedenle rekabet her yerde. Hiçbir şeyden yeterince olmadığı inancı, birbirimizin omuzlarına basarak o şeylere erişebilmek için mücadele etmeye çağırıyor bizi. Yeterince kaynak yok, yeterince gıda yok, yeterince para yok, yeterince huzur yok, yeterince neşe yok, ve tabii ki yeterince aşk-sevgi yok!

Yeterince olmayan her şey, öhömmm ben biraz iktisat okudum da, arz-talep dengeleri sonucunda yüksek fiyatlı olur. Az sayıda olan ve bedeli yüksek olan şeylere ise herkes erişemez, sadece seçkin bir azınlık... Ona erişen ise tutunmalıdır, zira kaptırdığı takdirde bir daha erişememe riski vardır.

Yeterince olmayan aşk ve sevgi için de piyasanın kuralları dibine kadar geçerlidir. Birini ya da bir şeyi severiz ve nasıl bir sevmekse bu, yanında hemen endişeler belirir. Sevginin tadını çıkarıp onu doyasıya yaşamaktansa onu elde tutmaktan ve biricik olmaktan başka bir şeyi düşünemez oluruz. Hangimiz ebeveynlerinin birbirine, kardeşlerimize veya diğer varlıklara olan sevgisini kıskanmadı; hangimizin içi, çok sevdiğimiz bir arkadaşımız sırlarını ya da neşesini bir başkasına akıttığında sıkışmadı; ve tabii ki hangimiz sevdiği kadının/adamın gitmesinden, bir başkasını -daha- sevmesinden, ve hatta bir başkasına beğeniyle bakmasından rahatsız olmadı?

İyi de çok zor ulaşılan ve Kaf Dağı'nın arkasında olduğunu düşündüğümüz aşkı bulduğumuz takdirde ona yapışmamak ne mümkün, değil mi? Kaybedersek o boşluğu kim/ne dolduracak? Buna izin veremeyiz ve böylece başlarız aşkımızın-sevgimizin önüne barajlar örmeye. Bu su akıp gitmemelidir, ondan doyasıya ve yalnızca biz içmeliyizdir. Akıp gitmeyen ve yenilenmeyen su ise bulanıklaşır ve zamanla pislik tutmaya başlar. Artık berrak olmayan su nedeniyle paniğe gireriz ve kaybetme korkusu barajın setini yükseltmemize ve onu kaybetmememizi garanti altına almaya çalışmamıza yol açar. Sonuç ise iyice durgunlaşan ve yaşam kaynağını kaybetmiş olan bir birikintiden ibarettir.

Suyun kaynağının çok daha yukarılarda olduğunu ve müdahale etmediğimiz sürece her daim akacağını unutmuşuzdur. Önünü kestiğimiz suyun yaşam enerjisini kaybettiğini ve bizi artık beslemediğini, dahası bundan beslenen diğer can'ları da engellediğimizi bir zaman belki fark ederiz, belki etmeyiz.

Aşklı meşkli ilişkilerde yaşanan da tam olarak bu gibi geliyor bana. Şu acımasız ve sınırlı dünyada tutunacak birtakım dallar ararız ve eğer şanslıysak bu dalların en sağlamlarından biri huyu huyuma suyu suyuma bir sevdiceğe kavuşmaktır. Kavuştuğum an'da ise önünü kapayıp barajı kuruvermek isterim. Benden gayrı hiçbir şeye, hiç kimseye akmasın isterim. Hep beni sevsin, sadece beni sevsin isterim. O da boş durmaz ve aynılarını yapar, hisseder. Böylece kapalı devre bir sevgi sistemi kurarız. Bok kurarız!!! Tam da yukarıda yazmış olduğum kokuşmuşluk hâli sevgiyi de öldürür, aşkı da, tutkuyu da; ya ayrılığa düşeriz ya da alışkanlıklar nedeniyle tutunduğumuz ve aslında artık olmayan bir aşka...

Çünkü korkarız; çok korkarız. Onu kaybetmekten, onun biriciği olmamaktan, onu paylaşmaktan, yalnız kalmaktan, başkalarıyla kıyaslanmaktan, zayıf görünmekten, incinmekten korkarız.

Çünkü bize bu öğretildi. Çünkü her şeyin az olduğu bilgisi (!) paylaşıldı bizle. Para ve yiyecek gibi sevgi de... Onu bul ve yapış dendi bize, hiçbir şekilde kaybetme dendi, çok nadir başına gelir dendi, öbür yarı'n dendi, ruh ikizin dendi. Aşk kısıtlı dendi, her şey gibi kısıtlı; aman haa dendi, dikkat et dendi.


Oysaki aşk her yerde! Biraz önce bir anda kopan rüzgarla bahçede deli gibi hışırdayan dut ağacının (ismi Fuşi Fuşi, isim babası Rob) yapraklarında; onun yanındaki ayva ağacının (ismi Mandinga, isim anası Hanna) etrafında şu an eşelenen tavuklarda, uzaklardaki bir başka horozla ötüşme rekabetindeki horozda ve onlar gibi ötmeye çalışıp onları kandıracağını zanneden Emre'nin şapşallığında; minicik bir tohumken içinde taşıdığı bilgiyle kocaman olup harika meyveler sunan türlü bitkide...

Aşk her yerde dostum... Anne babanın korumacılığında ve korkularında -bile-; pazar yerindeki teyzelerin güler yüzünde ve alın teri ile üretip sunduğu pekmezde; bir dostun hatır sormasında, "Eee nasıl oldun?" demesinde; hakikati arayan insanın bitmek bilmeyen çabasında, bazen düşüp sürünmesinde, bazen şahlanarak kanatlanmasında, her daim devinmesinde...

Ve aşk her yerde azizim... Sevgilinin bir bakışında, bazen bir sevişmede, bazen kavuşmada, bazen uzak düşüp ayrı kalmada ve sonra yeniden birleşmede; güzel hâlleri sürdürmeye gayret etmekte ancak onlara tutunmamakta, saplanıp kalmamakta; eğer ki gidiyorsa onu en güzel dileklerle ve sonsuz kabulle yolculamakta; durumlar sallantıdaysa paniğe girmeden sallantının geçmesini ve bunun hayra dönüşmesini sabırla ve sakince beklemekte...

Görsel: Göktuğ Taner

Ve belki de aşk O'nu tamamen özgür bırakabilmekte, kendini de öyle...

O'nun başka varlıklardan beslenmesine ket vurmak bir yana, bunun için teşvik edebilmekte...

Başka varlıklardan beslenebilmeye açık kalabilmekte...

Endişeleri aşka bulaştırmamakta aşk...

Biricik olmaya gerek olmadığını idrak edebilmekte...

Sınırsızlığı görmekte, onu deneyimlemeye cüret etmekte...

Kafamızı nereye çevirsek orada aşk olduğunu görebilmekte...


Ve aşk dayanışmada...
Binlerce yılın tortusu her yerimizi kaplamışken bunu bir ya da iki başımıza halledemeyeceğimizi bilmeliyiz... Hikâyeleri paylaşmaktan, başkalarının suretinde kendimizi görmekten çekinmemeli, birbirimizden beslenmeliyiz. Diğerlerinin desteğini almalı, farklı deneyimler duymalı, mahrem dediğimiz şeyleri herkesin yaşadığını hatırlamalıyız.

Dibine kadar toplumsal ve kültürel bir şey aşk, diğer her şey gibi. Üstümüze yapışmış ezberlerden azade bir şekilde bakmak hiç kolay değil; zorla giydirilmiş gömlekleri çıkarıp ateşe atmak ve çıplak kalabilmek de öyle. İşte bu nedenle aşkta da dayanıştığımız bir döneme geçme zamanımız çoktan geldi. Artık topluluk destekli hür aşk'ı yaşama zamanı... Artık yaşayageldiğimiz bu savaşlara son verme zamanı... Aşkı onararak ve hakikatini özgürce yaşayarak iç barışımızı hatırlamanın zamanı ve kim bilir, belki de çok uzun zaman sonra ilk kez dış barışı da yaşama zamanı.

Aşkın serbest yaşanması sadece ve illaki çok eşlilik demek değil. Bu gayet mümkün; tecrübe ve gözlemlerime göre çoğumuzun doğasına daha uygun fakat kilit nokta bu değil. Kilit nokta her ne yaşıyorsak bunu hür bir şekilde ve farkındalıklı olarak ve hissederek yaşamak. Aşkı her yerde, her an'da görebilmek... Hayatında biri varken bir başkasına -türlü şekillerde- akabilmenin yanı sıra hayatındaki o özel kişiye de özgürce akabilmek, onu da korkmadan sevebilmek hür aşk. "Ya şöyle olursa, ya böyle olursa"lara prim vermeden yaşamak... Yani tam anlamıyla an'ı yaşamak aslında hür aşk. An'ın gerektirdiğine boyun eğmek sadece. Tam bir farkındalıkla...

Aşk olsun...
Aşk, olsun...

*** ***

Okuyucuya not: 

Bu blogda okuduklarınız sizde bir yerlere dokunuyorsa, bu yazılardaki paylaşımları ve emeği onurlandırmak ve yazana bir karşılık armağanı vermek (para veya diğer) ya da okuduklarınıza dair geri bildirimlerinizi, fikirlerinizi, kendi tecrübenizi, olumlu ve olumsuz eleştirilerinizi paylaşmak isterseniz,

emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.


Maddi ve manevi her türlü bağa ve armağana açığım.

16 Ağustos 2018 Perşembe

"neden?"

"Neden?" sorusunu uzunca bir süredir mümkün mertebe, -en azından farkındalıklı kalabildiğim sürece- kullanmıyorum.* Bu sorunun arkasında gizli bir şiddet yatıyor gibi geliyor bana.

* Nesnel değil, öznel durumlardaki "neden" sorusundan bahsediyorum. Aşağıda daha açık bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

Zira bu soru, çoğunlukla, bir şeylerin yanlış olduğuna dair değerlendirmemizi ve ön yargımızı içeriyor ve pek sıkıntılı. Bu sorunun muhatapları, yani hepimiz, hemen her seferinde aniden savunmaya geçiyoruz. Zira daha ziyade doğru gitmeyen bir şeyler olduğu düşünüldüğünde sebep sorgulamaya, hatta bir nevi hesap sormaya meyilliyiz gibi geliyor bana. Bir şey "olması gerektiği gibi" akıyorken bu soruyu duyma olasılığımız pek düşük.

"Olması gerektiği gibi"yi tırnak içine almam boşuna değil. Geçmişte de buna dair bir şeyler karalamıştım ("olan" ve "olması gereken"); bir "olan" var, bir de "olması gereken", yani olması gerektiğini düşündüğümüz. "Olan" gayet açık ve nesnel bir gerçeklikken*, "olması gereken" sonuna kadar özneldir. İsterse belli bir insan grubunun %99'unun "olması gereken"i aynı olsun, bu, yine de bunun öznel olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunun farkındalığını çok önemli buluyorum.

* Dikkat! "Olan"ın nesnel bir gerçeklik olması, bizim onu bütünüyle ve nesnel bir şekilde kavrayabildiğimizi göstermez. Aynı "olan"ı herkes kendi nesnel bakışıyla anlamlandırmaya çalışır ve yorumlar; çoğu zaman bambaşka şekillerde...

Örneğin en zorlandığım "neden?" sorusu, yeni tanıştığım birinden veya eski bir dosttan, hiç fark etmez; köyde yaşıyor olmama rağmen neden tarım-toprak işleriyle pek ilgilenmediğimin sorgulanması şeklinde zuhur ediyor. Soran kişi bunu tüm masumiyetiyle ve üstüne düşünmeden soruyor ve kötü bir niyeti yok elbette; köyde yaşayan kişinin otomatik olarak toprakla ilgilenmesi gerektiğini (ya da ilgileneceğini) varsayıyor ve sadece soruveriyor. Sorunun muhatabı Emre ise, zaten çok zorlandığı bu konuya dair cevap verirken akla karayı seçiyor. Çünkü Emre, bu işleri yapmayı çok istese ve zaman zaman kısmen yapmış olsa da bir türlü yoğunlaşmayı ve istikrarlı bir şekilde ilgilenmeyi becerememiş ve bundan dolayı kendini zaten kötü hissedegeliyor. Konuya dair tecrübe ve bilgi eksikliğinin yanı sıra, arka planda Demokles'in kılıcı gibi sallanan öyle bir "ben yapamam, ben beceremem" kalıp-düşüncesi var ki hemen her türlü somut üretim isteğini fena halde baltalıyor. Diğeri tüm bunlardan habersiz, otomatik olarak gelen soruyu aktarıyor sadece ama karşı tarafta, pıfff neler neler olabiliyor... :))

Alternatif ne olabilir? Sadece bir örnek:

"Eee, bostan falan yapıyor musun bari?"
"Yok, ona pek vakit ayıramıyorum."
"Anlıyorum; nasıl geçiyor mesela bir günün, nelerle ilgileniyorsun?"
...

"Aaa neden?" diye sorulması yerine böyle bir akış durumu o kadar farklılaştırıyor ki... Konu gerçekten canlıysa ve karşı tarafta merak uyandırıyorsa da farklı bir şekilde sorulabilir en azından: "Hımmm; vaktin olsa yapmak ister miydin?" gibi bir soru sorulup olumlu yanıt geldiği takdirde "Peki bunun için neye ihtiyacın var?" gibi bir şeyle devam edilip o kişi desteklenebilir. "Aaa neden?"den çok farklı bir yere götürür bizleri.

Bu, benim yaşadığım ufak bir örnek olmakla birlikte "neden" sorusunun yarattığı -belki biraz abartılı bir ifade olabilir ama- terörü her yerde, herkeste, sıkça gözlemliyorum.

***

Bir de "iyi" ve "kötü" bulduklarımıza göre bu soruyu sorduğumuzu ya da sormadığımızı fark ediyorum. İyi bulduğumuz, sevindiğimiz şeyler için sormadığımız "Neden?" sorusu, olumsuz olduğunu düşündüğümüz durumlarda hemencecik ortaya çıkıveriyor. Örneğin şöyle bir gözlemim var: İnsanlar ne zaman bir boşanma haberi duysalar "neden?" diye soruyorlar, arkasında "ne olmuş ki?", "anlaşamamışlar mı?", "başka biri mi varmış?" gibi alt sorularla. Bu insanlar için bir arada kalmak iyi, güzel, hoş olan iken ayrılmak nahoş. Bense, mesela, birilerinin evlendiğini duyduğumda "neden?" diye soruyorum; arka planda "ne gerek varmış ki?", "takılsalarmış ya", "niye sistemin dayattığı birliktelik formuna boyun eğmişler ki?" vs diye düşünerek. Ve bu ikisinin birbirinden farkı yok. İkincisinde de benim birtakım doğrularım devreye giriyor ve buna uygun davranmayanları -çoğunlukla içimden- sorguluyorum; hepsi bu.

*** *** ***

Görsel: İlknur Urkun Kelso


Değinmek istediğim diğer bir konu, her şeyin birbirini etkilediği ve sebep sonuç ilişkilerinin çoğu zaman bize göründüğü kadar basit olmadığı. Yani öznel ya da nesnel bir konuda "neden" sorusunu sorup birtakım sonuçlara ulaşıyoruz belki fakat her şeye etkiyen o kadar fazla değişken var ki bir şeyin neden(ler)ini gerçekten bulmak o kadar da kolay değil aslında.

Mesela geçen kış arka bahçeye diktiğim pırasa fideleri neden büyümedi? Lahana ve karnabaharlarla karışık diktiğim için mi, az suladığım için mi, toprakta yeterince organik madde olmadığı için mi, bu kış kış gibi geçmediği için mi, yoksa bambaşka sebeplerden dolayı mı? Bu ve diğer etkenlerin yüzdesel etkileri nedir? Hangisi ne kadar etkiledi? Aklıma gelmeyen ve asla gelemeyecek olan başka sebepler de olabilir mi?

Veya Ayşe'yle Ahmet niye evleniyorlar? Sisteme boyun eğdikleri için mi, Ayşe işinden ayrılabilsin ve tazminat alabilsin diye mi, artık çok yaşlı olan Sevim teyzelerini memnun etmek için mi? Bilinç altlarında yer alan diğer sebepler, gelinlik giyme hevesi, pratik nedenler vs. Aynı şekilde bu sebeplerden hangileri gerçek ve ağırlığı ne, kim bilir ne gibi diğer sebepler olabilir...

Pırasaların büyümemesi gibi pratik konularda neden sorusu yine de faydalı elbette. Kesin bir cevap bulamayacak olmamız, bu soruyu sormamızın ve birtakım sonuçlara ulaşarak bir sonraki denemede daha iyi pırasa yetiştirme ihtimalimizin önünde durmasın. Fakat iş Ahmet'le Ayşe'nin evliliğine ya da boşanmasına gelince; işte bu ve benzeri durumlardaki "neden" sorularını yavaşça yere bırakıp sadece dinlemekte, anlamaya gayret etmekte ve yargılamamakta büyük fayda var.

*** *** ***

Zaten davranışlarımızın, seçimlerimizin arkasındaki sebepler sonsuz olmakla birlikte kişisel kararlarımı çok daha duygusal bir şekilde almaya ve sonra bunları gerekçelendirmeye meylettiğimi fark ediyorum (herkesin böyle olduğundan emin değilim ama bence öyle); ki bu da nedenleri sorgularken önemli olabilir. Yine ufak bir örnek, söylemek istediğimi daha anlaşılır kılacaktır: İki ay kadar önce kırsalda yaşayan ve çok sevdiğim dostları ziyaret ettiğimde içimde orada yaşama, oraya yerleşme heyecanı çok güçlü bir şekilde var etti kendini. Sonradan fark ettiğim üzere, o süreçte bu heyecanımı haklı kılacak türlü neden sıraladım ve bu ihtimali rasyonalize ettim sürekli.

Gel zaman git zaman bu heyecanımda azalma hissettim, dostları yine ziyaret ettim ve şu an için bu adımı atmaya hazır olmadığımı fark ettim. Bu sefer de oraya yerleşmemeye dair türlü sebepler sıralanmaya başladı zihnimde.

Hatta öyle ki orada olduğum günlerde konuya dair düşünürken ve doğru olan kararı görmeye, hissetmeye çalışırken, içim biraz olsun bu fikre akmaya başladığında, yine beni oraya çağıran sebeplere ağırlık verdiğimi; bir an sonra bu ihtimalden biraz uzak hissetmeye başladığımda ise bu sefer oraya gitmemeye dair sebeplerin zihnimde yoğunlaştığını fark ettim.

Yani almaya çalıştığım karar an'dan an'a değişip dururken, zihnim hızla duruma adapte olup o andaki kararı doğru kılacak milyon tane sebep buldu. Oysaki hadise, çoğunlukla, arkadaki sebeplerde değil, içteki heyecanda bana kalırsa.

Tüm duygular gibi, hatta belki hepsinden daha hızlı değişebilen heyecan duygusuyla karar almak ne kadar doğru, onu da ayrı bir tartışma konusu olarak şuracığa bırakmış olayım. Şimdilik bu kadar.

(((Bugünlerde fena takıldığım bir şarkı var, yazıdan bağımsız olarak iliştiriyorum: https://open.spotify.com/track/0pFu0rH9bPiPNm7dTZ9Wzv?si=fRjxV54KRqySaZSH4gM4Mw )))

*** ***

Okuyucuya not: 

Bu blogda okuduklarınız sizde bir yerlere dokunuyorsa, bu yazılardaki paylaşımları ve emeği onurlandırmak ve yazana bir karşılık armağanı vermek (para veya diğer) ya da okuduklarınıza dair geri bildirimlerinizi, fikirlerinizi, kendi tecrübenizi, olumlu ve olumsuz eleştirilerinizi paylaşmak isterseniz,

emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.


Maddi ve manevi her türlü bağa ve armağana aç ve açığım.

Bu yazıyı, önümüzdeki günlerde çıkacağım Çanakkale yolculuğunun ulaşım masraflarına adamak istiyorum. Bir kısmı ya da tamamı çıksa ne güzel olur. :))

15 Ağustos 2018 Çarşamba

bocalamalarım - 2

Geçtiğimiz hafta yazdıklarıma ekleyeceğim bir-iki şey daha var. Bütünlüğü sağlamak isterseniz -ve eğer ki okumadıysanız- önce o yazıya uğramakta fayda var: bocalamalarım

*** *** ***

Bocalamamın en bariz görünen nedeni; iç sesimi duyamamak, heyecanımın nereye aktığını fark edememek ve bunun sonucunda harekete geçmek isteyip de geçemediğim zamanlarda atıl hissetmek diyebilirim. Geçenlerde içimde doğan düşünce şu oldu: "Bu aralar dünyaya pek bir şey vermediğimi hissediyorum." Bu düşünceye biraz bakmak ve bunun getirdiği diğer düşünceleri ve hisleri paylaşmak istiyorum.

Dünyaya pek bir şey vermediğimi bana düşündüren şeyler ne? Bu doğru mu? Hem dünyaya çok şey versem ne oluyor? Sahi kendimi ne sanıyorum? :)

Dünyaya bir şey vermek diye darlandığım şey üretim yapmak galiba. Son zamanlarda daha az ürettiğimi düşündüğüm için huzursuzluk hissediyorum içimde. Peki nasıl bir üretimden bahsediyorum? Bu konuyu epey önemsiyorum, zira bütüne hizmet etmeyen bir şey üretmektense hiç üretmemenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Hizmet etmekten kastım, o şeyin illaki elle tutulur bir şey olması değil; örneğin sanat üretimini, fikir üretimini ya da neşe üretimini de patlıcan ya da sandalye üretimi kadar önemsiyor ve gerekli buluyorum. Bir üretimin işe yaraması, üretim sürecinde üreticinin, tüketim sürecinde ise tüketicinin faydalanması, keyif alması ve bu süreçte kaynakların hor kullanılmaması demek bence. Üreticinin keyif almadığı veya tüketicinin gerçek bir ihtiyacını karşılamayan veya kaynakları fazlaca sömüren üretimleri hep birlikte çöpe atmak ve hafiflemek çok iyi bir fikir gibi görünüyor bana.

Halihazırda o kadar fazla kaynağı üretime, metaya, paraya çevirdik ki yerküremiz nefes almakta zorlanıyor. Dünyaya pozitif değer katmayacak şeyleri, para kazanmak veya değerli hissetmek veya zaman öldürmek vs. için üretmeyi durdursak ve sadece dursak çok daha hayırlı olacak.

Bunları nutuk çekmek için değil, kendimle ilgili nasıl bir yerde olduğumu anlatabilmek için yazdım. Örneğin bir yazı yazarken veya etkinlik çağrısı yaparken, önce içimden gelmiş olmasını önemsiyorum; sonrasında yazdığım şeyi okuyanların ya da çağrıda bulunduğum etkinliğe gelenlerin vaktini almaya değer bir şey yaptığıma kani olmak istiyorum ve bu süreçte fazla kaynak israfı olmaması için elimden geleni yapıyorum. Bunlar bende biraz otomatik bir hâle geldi, madde madde düşünüyor ve hesap yapıyor değilim ama bir şekilde değerlendiriyorum koşulları ve karar ortaya çıkıyor.

Zaten madde madde değerlendirerek sonuca ulaşmak pek kolay bir şey değil. Elma ile armut olsa yine iyi, asla karşılaştırılamayacak şeyler üzerinden ilerliyor bu değerlendirmeler. Ufacık bir örnekle açıklamak gerekirse, uçak yolculuklarının ciddi ölçüde karbon salımına yol açtıkları malumumuz; yurt dışından gelen kimi dostların gerçekleştirdiği bazı etkinliklerin ortaya çıkardığı fayda da öyle. Şimdi ben kağıt-kalemle nasıl hesaplayayım Andrew'un* Türkiye'ye gelişinin maliyetini ve faydasını. Şu kadar kilo CO2 salımını 15 insanın hayatında önemli dönüşümlerle karşı karşıya getirip nesnel/rasyonel bir sonuca ulaşmak ne mümkün. İşte burada sağduyu giriyor bence devreye, hissetmek giriyor. CO2 salımının zararlarının da, Andrew'un insanlara yapmış olduğu katkıların da farkındayım; bakıyorum, bakıyorum ve evet, dip toplamda etkinin pozitif olduğunu düşünüyor, hissediyor, değerlendiriyorum ve böylece bu tip bir çalışmanın içinde yer alabiliyorum. Mantıksal bir değerlendirme süreci değil bu, bir nevi sezgisel değerlendirme.

* Andrew Davies ile birkaç yıldır Türkiye'de Visionary Leader's Journey (Öncünün Yolculuğu) adlı çalışmayı gerçekleştiriyoruz.

***
Görsel: Şeyma Sayımlar

Laf lafı açıyor ve bu yazının gerekliliğini ve okuyanlara katacağı şeyleri de sorgulamama ramak kaldı. :)) Konuyu tekrar kendime ve bocalamalarıma getirsem iyi olacak.

Son zamanlarda daha az üretim yapıyor olduğum düşüncesi beni boşluğa düşürüyor ve faydasız hissettiriyor sanki. Bütün bunlar elbette ki egomdan geliyor ve fakat egoyu tukakalamak için söylemiyorum bunu; sadece farkındalık olarak şeyediyorum. Kendimi daha faydalı hissetmek istiyorum ve öyle olmadığımı düşündüğümde içim sıkışıyor. Ve evet bu, yaptıklarımın bütüne hizmet etmesini istiyor olsam bile egosal bir durum. Fakat bunda kötü bir şey yok belki de. -Bir kez daha adını analım-, Andrew'un "pozitif ego" dediği tam da bu sanırım, bizleri hayırlı şeyler yapmaya iten benliğimiz...

Bu arada konu sadece üretim değil şu sıralar. Tüketimle ilgili de alışkın olmadığım bir dönemden geçiyorum. Son yıllarda tüketmeme konusu o kadar merkezime oturdu ve beni hareketsiz bıraktı ki zaman zaman bu konuda biraz aşırılığa kaçmış olabilirim. Parayı, karbonu ve diğer şeyleri tüketmemeye böylesine bağlanmak da, güzel bir temelden yükselse bile o kadar hayırlı olmayabilir gibi geliyor artık. Otostopla yol alırken yolunu 3-4 km. uzatarak beni daha pratik bir yere bırakmak isteyen şoförü engellemek o kadar da iyi fikir değil belki. Orada harcanacak fazladan karbon, bana o sıcakta yarım saat kazandıracaksa belki de iyi bir yere gidiyordur. Çağım'ın bir-iki yıl önce bir grup yazışmasında isabetle belirttiği üzere, anlık verimliliğin hiçbir anlamı yok ve önemli olan uzun vadede, büyük resimde verimli olanı seçmek galiba.

Bu şekilde düşünmeye başlamak ve tüketmeme konusunda bir miktar hafiflemek iyi geliyor. Son zamanlarda otostopta yol uzatmanın çok daha ötesine geçtim. Geçtiğimiz yıl bir anda elimde beliren para ile bir scooter aldım ve kısa-uzun hemen hemen tüm yolları onunla yapıyorum artık. İki yıl önce fazlaca bireysel tüketim (hem para olarak ama en çok da CO2 açısından) hissiyatına girerdim; şimdi girmiyorum, basıyorum gaza.

Son zamanlarda en şaşırarak yaptığım tüketim, Yanıklar'da arkadaşlarlayken ve akşamında yine o civarda başka bir yere gidecekken, 2,5 saat için eve gelmem ve sonrasında tekrar oraya dönmem oldu. İki yıl önceki Emre, bu 40 km.lik fazladan yolu katiyen yapmazdı, bugün ise yapıyor; karbonları da salıyor, yaklaşık 7-8 TL'lik masrafı da yapıyor.

Bu sadece ufak bir örnekti, bu tip başka ufak tefek yaramazlıklar da yapıyorum artık. Yalnız tüketim konusunda hafiflemekle birlikte "bozuldum mu ben?" sorusu da geliyor bazen zihnime (Gülmeyin!). Hani üniversitede solcu, devrimci olan kimileri birkaç yıl sonra sistemin tamamen içinde yer edinir, hatta zamanla doğayı ve diğer insanları sömürme yarışında ön sıralarda yer alır falan ya; bunun farklı bir versiyonunu yaşıyor olmaktan korkuyorum biraz. Zira belki tam da bu insanların geldiği noktaya yaklaşıyor olabilirim: "Ben mi kurtarıcam lan dünyayı?" Dünyayı kurtaramayacağımı kabullendim gerçi çoktan, dünyanın kurtarılmaya ihtiyacı olup olmadığı da ayrı bir olay zaten. Fakat dünyayı kesin olarak kurtaramayacağından eminken bile ilkeli davranmayı önemsiyorum. Fabrikalar ve diğer insanlar milyonlarca ton suyu sömürürken, ben bulaşık yıkarken biraz daha az su kullanmayı veya kullanmadığım zamanlarda bilgisayarımın fişini çekmeyi hâlâ kıymetli buluyorum. Hem kim bilir, belki de dünya, bu şekilde davranan bizlerin yüzü suyu hürmetine dönmeye devam ediyordur; aklım ermez.

Umuyorum ki tüketim konusunda bozulmamış da biraz dengeye gelmişimdir. Sarkaçın en uç noktasından biraz daha merkeze yaklaşmışımdır sadece.

Ama nihayetinde nispeten artan ve daha kolay akan tüketimimle azalan üretimim yan yana geldiklerinde bocalayabiliyorum işte. Kendimi zaman zaman miras yiyen bir umursamaz gibi hissedebiliyorum. İşe yaramayan, fayda sağlamayan vs...

*** *** ***

Bu satırları yazdığım an itibariyle bu düşünceler o kadar da yoğun değiller; bugünlerde daha dengede hissediyorum. Eskisinden daha fazla tükettiğim ve daha az ürettiğim düşüncesi gerçeği gösteriyor olabilir fakat bunu fark edip bundan huzursuz olmam, bir şeylerin muhtemelen değişeceğini (belki de değişmeye başladığını) gösteriyor. Lakin değiştirmek için yapmam gereken, yoğun bir çabaya girmek değil sanırım. Sakin olmakta ve bu duygu ve düşüncelerle kalmakta; onları gözlemlemekte ve nereden geldiklerini, köklerinin nerelerde olduğunu görmeye çalışmakta fayda var. Böylece, bana hizmet etmeyenler kendiliklerinden düşeceklerdir ve bu bocalamalardan alacağım güç beni bir yerlere taşıyacaktır. Diyeceğim odur ki, işte bunlar hep meditasyon!

8 Ağustos 2018 Çarşamba

bocalamalarım - 1

Geçtiğimiz Nisan ayında katıldığım bir çalışma öncesinde, kolaylaştırıcıların, gitmeden önce üzerinde çalışmamızı, kendimize sormamızı istedikleri birkaç soru vardı ve ana sorular "Who are you?" (Kimsin sen?) ve "Who are you becoming?" (Kime dönüşüyorsun, kim haline geliyorsun?) idi. Bu sorular beni fena salladı, zira kim olduğuma ve kime dönüştüğüme dair pek bir fikrimin olmadığını fark ettim. İçim sıkıştı da sıkıştı; iki gün sonra etkinliğe, açılış çemberinde hıçkıra hıçkıra ağlayarak giriş yaptım (çok da iyi geldi!), sonra yavaş yavaş açıldım.

Sonraki aylarda ise içim bir miktar ferahlamakla birlikte henüz dengeyi bulamadım. Dalgalanıyorum; iniş-çıkışlar sıklaştı. Gün içinde birkaç kez mod değiştirebiliyorum ve valla yoruldum. Bu durum, ilkbahardan beri epey yoğun ve içime bakmaktan, ne olup bittiğini anlamaya çalışmaktan helak oldum resmen.

Bir-iki saat önce, epeydir görüşmediğim bir arkadaşımla yazışırken kafamın, içimin bir karışıp bir durulduğunu yazdım ve "Sen hep karışmıyor musun? Seni sen yapan şeylerden biri değil mi karışıklık?" şeklinde cevap verdi.

Bu, önemli bir geri bildirimdi benim için; herkes zaman zaman karışır, peki ben gerçekten daha mı sık karışıyorum acaba? Belki... Özcan'a sorduğumda aldığım yanıt "Bence öyle." oldu. Gerçi son birkaç yıldaki yakın çevreme baktığımda, birçoklarımızın sıkça karıştığını gözlemliyorum. Daha birkaç gün önce başka bir arkadaşımla yazışırken onun da benzer hâllerde olduğunu duydum mesela. O da işi gücü bırakıp kendini yola atan ve "yol"unu bulmaya çalışan ruhlardan biri. Biraz kayıp olduğunu hissettim ve yolladığım ses kaydında, ona, bizlerin elimize tutuşturulan hazır haritaları yırtan (Gülengül'e selam olsun) ve kendi haritalarımızı çizme yolunda insanlar olduğumuzu; bu haritayı ezberlerle, öğrenilmişliklerle değil de içimizin sesini dinleyerek çizmeye çalıştığımızı; bazen bu ses sustuğunda ya da biz onu duymadığımızda ise ne yapacağımızı şaşırabildiğimizi söyledim. Ve hazır haritayı yırtıp atan herkes benzer süreçlerden geçiyor sanki. Yine de bilmiyorum, belki ben yine de benzerlerimden daha sık karışıyorumdur. ((:

Bunca aydır -ve bazı başka zamanlarda da- yaşadığım, yukarıda Deniz'e söylediklerimden başka bir şey değil galiba ve zaman zaman bocalıyorum işte. Kalbimin (ya da ruhumun) çağrısı/şarkısı ile bir şekilde bağlantı kuramadığım zamanlarda ne yapacağımı şaşırıyorum; olan bu sanırım.

Onun şarkısı o kadar güzel ve onu duyabildiğimde o kadar açık ve net yönlendirmeler alıyorum ki yönümü o tarafa doğru çevirmek hiç güç olmuyor ve her seferinde son derece tatmin olarak yaşıyorum o an'ları. 2012 sonrasında başlayan ikinci hayatımda, bu davetler arasında -yapma anlamında- en ete kemiğe büründürebildiklerim ağırlıklı olarak, yazmak ve birtakım çemberli etkinlikler düzenlemek olarak zuhur etti mesela ve bu süreçlerin neredeyse tamamında hiçbir şeyi oldurmak zorunda kalmadım; her şey kendiliğinden oluverdi; her şey akışa ve içimden yükselen çağrılara uygundu zira; yapmam gerekeni yapıverdim. Her şey çok kolaydı! Yazılar kendiliğinden çıkıverdi, etkinlikler adeta kendi kendine organize oluverdi... Zorlama enerjisi yoktu ya da çok azdı.

Son süreçte ise ses kesildi adeta. Tabii muhtemelen kesilmedi de ben duymuyorum ve ne yapacağımı şaşırıyorum. Ara ara yine birtakım yönlendirmeler geliyor gibi oluyor ama bu sefer tam olarak ayıramıyorum nedense; ne kadarının özümden geldiğini, ne kadarını zihnimle benim yarattığımı... Sonuç: bocalama!

Bocaladığımı, o sesi duymadığımı fark edip gözlemci bir konuma geçebildiğim anda rahatlıyor; bazense bunu yapamıyor ve panik oluyorum: "Şimdi ne olacak? Ne yapmalıyım? İçimden bir şey yapmak gelmiyor, bu devam ederse ne olacak? Yaptığım şeyleri sadece yapmış olmak, oyalanmak için yapmak istemiyorum. Sırf para kazanmak için de yapmak istemiyorum. İyi de paraya erişmek için bir şeyler üretmem lazım ve şu an üretmiyorum. Ne halt edicem ben?" türevi birtakım zihin akışları ile kendimi yoruyorum. ((:

Görsel: Seda Sezer

İşin ilginç tarafı, olmak ve yapmak konusunda epey bir düşünmüşlüğüm, bir şeyler yazmışlığım ve -bence- bu konuda bayağı yol kat etmişliğim var(dı). Hayatı ya da kendimi yapmak üzerinden tanımlıyor değil(d)im uzun zamandır. Ben yalnızca olmaya çalışıyor ve içimden bir çağrı geldiğinde, oluş'umun gereği olarak eyleme haline geçiyor(d)um ve mis gibi de yürüyor(du) hayat. Oysa şimdi, bir önceki paragrafa baktığımda en çok gördüğüm kelime yapmak! Sorun buradan başlıyor galiba.

Bu aralar yürümemesinin (ya da zor yürümesinin) nedeni, olmanın yetmemesi ya da olamamam belki. Olmak için içimden gelen sesleri daha iyi duyabilmem lazım, duymadığımda zorlanıyorum ve böyle olunca pek bir üretim de çıkmıyor içimden. Sakin olup yavaşlamak iyi gelecek; işte bunu bazen yapabiliyor bazen yapamıyorum.

İşin başka bir ilginç kısmı, birkaç yıl önce (hatta geçtiğimiz Nisan'da şu yazıda <kendime doğru> atıp tuttuklarıma bakarsak, birkaç ay önce) çok daha dengeli ve sakindim. Bir şeyler yapma telaşına pek girmiyordum; sakin sakin takılıyor, daha ziyade duruyordum. İçimde bir eylem ateşi duyduğumda (seyahat etmek, yazı yazmak, etkinlik düzenlemek vd.) eyliyor, onun dışında öylece geçiriyordum günleri. Birkaç yıl önceki kendime baktığımda daha dengeli, daha bilge bir adam görüyorum; şimdi ise biraz yolunu kaybetmiş ve ne tarafa doğru gideceği konusunda telaşa kapılan birini...

Bu da bana şunu hatırlatıyor ki, hayat yolculuğu düz bir çizgi hâlinde ilerlemiyor; şu aşamayı geride bıraktım ve hallettim, şimdi önümüzdeki aşamalara bakalım diyemiyorsun (diyemiyorum); desen (desem) de bir de bakıyorsun (bakıyorum) ki dere tepe düz gitmişim derken bir arpa boyu yol gitmişsin (gitmişim). Masallar boş konuşmuyor!

Düz bir çizgi üzerinde ilerlememek, yerinde saymak demek değil elbette. Spiral diye şahane bir şekil var dünyamızda, birçok doğal örüntünün de biçimi... İlk aklıma gelen salyangoz kabuğu mesela. Hayatta, galiba, spiral üzerinde gibi hareket ediyoruz. İçten başlayıp genişleyerek ve derinleşerek ilerliyoruz. Bu esnada çoğu zaman bir şeyleri arkamızda bırakıp onları tamamen aşamıyoruz ve zamanla tekrar ve tekrar ziyaret ediyoruz buraları belki ama onlara dair bilincimiz, algımız da kuvvetleniyor ve büyüyoruz bir yandan. Umarım...

Bütün bunlar geçiciliği ve geçişkenliği de hatırlatıyor bana. Hiçbir şey aynı kalmıyor, her şey değişiyor, dönüşüyor. Neşe yerini kedere, öfke yerini huzura, sevinç yerini hüzne bırakıyor; hastalık sağlığa, yaz kışa; yumurta larvaya, larva pupaya, pupa kelebeğe dönüşüyor; bir zaman sonra kelebek toprağa dönüşüyor ve döngü devam ediyor. Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmuyor; sürekli dönüşüyor sadece... Hepsi bu!

Şifa olsun.

24 Temmuz 2018 Salı

Ayşe Dirikman Kalıpçı ile röportaj: "Cesur adımların öncülerinden: Emre Ertegün"

Geçtiğimiz hafta sonu, Ayşecim ile bir yıl önce gerçekleştirdiğimiz röportaj gün yüzüne çıktı sonunda. Burada da paylaşmak istedim. Haberin orijinali için: https://hthayat.haberturk.com/yasam/roportajlar/haber/1063792-emre-ertegun-yeniye-dogru

***

"İlklerin insanı” diye kısaca anlattığım, cesur adımların öncülerinden Emre Ertegün ile geçen yıl yaptığım röportajın ilk kısmının deşifresi benden, ikinci kısmına sevgili Bahar Topçu’nun ve son okumaya da sevgili Funda Aydın’ın ellerli değdi, size de keyifli ve ufuk açıcı okumalar olsun.

Emre (E): Hadi bismillah!

Ayşe (A): Nerede tanıştık seninle, o sırada hayatının hangi noktasındaydın?
E: Eylül 2012’de Charles Eisenstein’ın “Armağan” atölyesinde ilk kez bir araya geldik, sonra Facebook üzerinden arkadaş olduk, sonra da Mart 2013’te Antalya’daki Armağan Ekonomisi – 101 atölyesi için Begüm’le size gelmiştik, ilk kez o zaman gerçekten tanıştık diyebiliriz.

Temmuz 2012’de işimden ayrılmıştım, evi de boşaltıp bir süre göçebe yaşamaya karar vermiştim, aslında Charles’ın atölyesi bu sürecin en başına denk geliyor. Kafamın karışık olduğu bir dönemdeydim o zamanlar, sistemle ve şehirle bağımın yavaş yavaş, hatta hızlı hızlı koptuğu, onun yerine ne koyacağımı bulmaya çalıştığım, topluluk olma bilincinin içimde yer ettiği, Kutsal Ekonomi kitabının hayatıma girdiği bir dönemdi. Çok yeniydi tabii benim için, yine de sohbetlerle, Armağan Ekonomisi atölyeleri ile yavaş yavaş yerine oturuyordu bu kavramlar. Yavaş yavaş da “Bu kırsal da güzel galiba, böyle bir yerlerde yaşamak nasıl olur ki?” demeye başladım bu süreç içinde. Hatta “Artık İstanbul’a kolay kolay dönemeyeceğim galiba” demeye başladığım zamanlar.

A: Şimdi biraz daha geriye dönelim, daha öncesinde neler yapıyordun?
E: Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde İktisat okudum. Sonra İstanbul’da çalışma hayatım oldu. 5-6 yıl içinde yedi ayrı işte çalıştım, özel sektörde satış, insan kaynakları gibi alanlarda çalıştım; bir sezon Alanya’da annemlerle turizm alanında biraz çalışmışlığım var. Sonra İstanbul’a geri döndüm, bu sefer sivil toplum çok ilgimi çekti. Hem biraz para kazanabileceğim hem de iyilik - güzellik yapabileceğim, insanlara faydalı olabileceğim bir şeyler arayışındaydım; çünkü tatmin etmiyordu beni “para kazan, harca” ya da “biriktir” döngüsü. İki farklı sivil toplum örgütünde çalıştıktan sonra orasının da beni çok fazla tatmin etmediğini görüp bir süreliğine kendimi yola atmıştım. Sonra da işte gel zaman git zaman, hayat değişti.

A: Şimdi yine ileriye gidelim, tanışmamızdan sonrasına. Tanıştığımız zaman sen zaten yazıyordun, “göçebe günler” ve “içimden sohbetler” isimli blogların ve belli bir kitlen vardı. Sonrasında birtakım deneyler yapmaya, birtakım cesur adımlar atmaya başladın. Benim hatırladığım çok belirgin ve temel adımlardı bunlar ve bu adımların devamı geldi, bir sürü ilke imza attın, o yüzden sana “ilklerin insanı” diyesim geliyor. Onları biraz anlatır mısın?
E: 2013’ün sonbaharında bir yılı aşkın süredir yollardaydım ve hayat çok keyifli geçiyordu ama birikmiş param bitmek üzereydi. Bir süreliğine işsizlik maaşım vardı, onun süresi de dolmuştu. Bu süreçte bloglarımda yazdığım için pek çok insan beni takip ediyordu ve hoşlarına gidiyordu böyle alternatif bir yola sapan  birisi, yaptıkları, yazdıkları, düşünceleri… “En iyisini sen yapıyorsun, ne kadar güzel, oh süper, bizim için de geziyorsun, düşünüyorsun, okuyorsun” diyen bir sürü tanıdığım ve tanımadığım dostum oluştu. Sonra para bitme sürecine girince de içimden bir destek çağrısı yükseldi, (benzer bir çağrıyı daha önce Filiz Telek arkadaşımız yapmıştı) bunun üzerine blogda bir yazı yazdım ve dedim ki; “Ben bu göçebe hayata, bu hayalleri kurmaya, bu şekilde yaşamaya devam etmek istiyorum. Zaten çok çok düşük masraflarım, az parayla yaşıyorum, aslında bir üretim var orada ama çok somut bir üretim olmadığı için, herhangi bir şeyler üretip satmadığım için, fikir üretmek, hayal kurmak, bunlar da piyasada normal şartlarda para etmediği için, desteğe ihtiyacım var.”

Blogda bu duyuruyu yaptıktan sonra çok hızlı bir şekilde insanlar bu sürecin ucundan tuttular. Bunu takip eden yaklaşık bir yıl boyunca çoğunu, en azından yarısını tanımadığım insanlardan destek aldım. Her ay beş lira yollayan, bir seferde yüz lira veren, yirmi yirmi yollayan, bir süre yollayan, sonra vazgeçen… Kimisi on iki ay boyunca, kimisi tek seferlik olmak üzere toplamda elli sekiz kişinin desteğiyle bir yılı o şekilde finanse ettim ve çok keyifliydi bu süreç. Bu süreçte gelen destekleri düzenli olarak paylaştım. Her ay sonunda destekçilerime mektupla o ay neler yaptığımı, nelere para harcadığımı yazdım. Bir yandan da o sıralar ne kadar az parayla yaşayabileceğimi merak ediyordum, bunun da etkisiyle kalem kalem hesap tuttum. Bu dönemde (2013 Ekim – 2014 Eylül) maksimum 500 lirayla bir ayımı -rahatça, kısmadan, seyahatler ve satın aldığım kitaplar da dahil olmak üzere- geçirdiğimi görüp bunları da naklen paylaştım. Çok güzel geçen bu sürecin, bir yıl sonra miadını doldurduğunu hissettim ve maddi ve manevi beni destekleyenlere teşekkür ederek süreci sonlandırdım.

A: Benim hatırladığım ilk cesur adımın, bir miktar paran vardı ve onu vermek istedin, bence onunla başladı hikayen.
E: Evet, o da çok keyifli bir süreçti. Charles’ın Türkiye’de gerçekleştirdiği atölyede Begüm Erenler ile tanıştım ve Facebook’ta arkadaş olduk. Bir gün Begüm, Facebook profilinde “Bir arkadaşımın taşınması gerekiyor, acil 2.000 liraya ihtiyacı var” şeklinde bir paylaşım yaptı. Günlerden çarşamba o gün ve haftaya salı ya da çarşamba geri vermek üzere, çok da kısa süreli bir şey. Begüm’ü hiç tanımıyorum, sadece bir şekilde kim olduğunu ve benzer kafalarda olduğumuzu biliyorum. O zaman da benim bankada 2.500 lira kadar bir param var, hiç tereddüt etmeden Begüm’e yazdım; “Bende para var, hemen yollayabilirim” ve yolladım da. Bu hikayedeki ilginç bir nokta da paraya ihtiyacı olan arkadaşın Taksim Tünel civarında apartmanları varmış meğer ve satılamamış ve o an paraya sıkışmışlar. Normal şartlarda benden bin kat daha fazla varlığı olan birine tanımadan, dolaylı olarak borç vermiş ve bu süreçte destek olmuş oldum. Gerçekten de söylendiği gibi 5-6 gün sonra para geri geldi ama o para bana batmaya başladı. 5-10 gün gibi bir zaman geçti ve bunu duyurmak istedim; blogda; “Bende şu an 2000 lira kadar bir para var, öylece dursun istemiyorum, belki birinin bir şeyler için ihtiyacı vardır, isteyin, çekinmeyin, borç vermek istiyorum” dedim. O şekilde iki ayrı kişiye 1.300 lira ve 700 lira verdim. 700 lira hemen geri döndü, onu başkasına verdim. 1.300 liranın bir kısmı döndü, bir kısmı hemen dönmedi. Dönen kısmı da altı-yedi kişinin elinden geçti herhalde. Hatta son parçasını almam epey uzadı, 1.5-2 yılı buldu neredeyse. Bunun gibi birtakım hayırlı işler için dolaşmış oldu para.

Hâlâ da öyle şeyler yapıyorum. Bazen nasıl olduğunu anlamadığım şekilde, -çalışmıyorum etmiyorum, para kazanmak için özel bir çaba sarf etmiyorum- bir bakıyorum elimde bir anda para birikiyor. O parayı yine hemen birilerine aktarıyorum. Eskisi gibi duyurmadan, çünkü o, o anın psikolojisi ve enerjisiyle, o zamanın ruhuyla yaptığım bir şeydi şimdi öyle bir şey yapasım gelmiyor ama arkadaşlarıma soruyorum veya halihazırda ihtiyaç duyanlara ben teklif ediyorum.

A: Bu deneyleri yaptın, sonraki süreçte topluluk olayları başladı sanırım…
E: Aslında işten ayrıldığım 2012 yazında Anadolu Jam’le birlikte hayatıma topluluk kavramı girdi. Anadolu Jam, 2011'den beri her yıl düzenlenen bir haftalık birbirini sevme, topluluk olma pratiği… Bir hafta boyunca bütün hayatımıza, içimize bakabildiğimiz, birbirimizi gördüğümüz, duyduğumuz harika bir etkinlik. Zaten benim “yeni” hikayem orada başladı, oradan sonra göçebelik, hayata güvenmek vs. kendi kendine, kendi ritminde gelişti. Kırla, köyle tanışmak, Flora’ya gelmek, gönüllü olarak diğer ekolojik çiftliklere gitmek gibi yeni yollara beni hazırladı. Göçebelik ise iki yıla yakın sürdü ve 2014’te Çandır’da yaşamaya başladık.

Fakat bundan da önce ilk kırsala yerleşme girişimim burada, Flora’da oldu. Kısa süreli gönüllü deneyimler yerine bir yere yerleşme fikri, ilk kez Flora’da içimde yeşerdi. 2013’te buraya birkaç kere geldikten sonra, bir sonraki gelişimde “Ben buraya bir süre kalmaya geleceğim” dedim ve sen de Selahattin de kollarınız açık bir şekilde buyur ettiniz beni. 2013 Mayıs’ta buraya geldim kalmaya ve o zaman Selahattin’in kurduğu şu cümleyi hatırlıyorum; “Bir beklenti veya baskı hissetme üstünde, istersen bir hafta kal, istersen 5 yıl kal, istersen sürekli kal, bizim öyle bir söz beklentimiz yok” demişti ve o beni çok rahatlatmıştı. Ben de en azından 5-6 ay kalmaya niyetliydim ki geldikten 3-4 hafta sonra Gezi direnişi başladı. Ben de çadırımı, tişörtlerimi, çantamı olduğu yerde bırakıp ufacık bir sırt çantasıyla çıkıp İstanbul’a gittim ve sonra da bir türlü geri gelemedim. İşte, hayat başka türlü esti o süreçte ve bunun üzerine yaklaşık bir yıl daha ben yine göçebe olarak yaşadım.

A: Yardımlara gittin insanların evine diye hatırlıyorum, insanların evlerinde kalıp bahçelerine ve hayvanlarına göz kulak oldun, evlerini yapmalarına yardım ettin, bir taş evde yaşadın bir süre…
E: Evet, ne kadar çok şey olmuş yahu. Bir süre de İzmir’de bir arkadaşımızın taş evinde Burcu (Ertunç) ile bir 4-5 ay geçirdik. O da ilginç bir süreçti, tam böyle ne yapsak bu kış derken önümüze çıktı, o süreçte her şey öyle oldu zaten, tam “Acaba şimdi ne olacak?” derken önüme bir kapı açıldı. Artık buna güvenmeye başlamıştım, ne zaman bir boşluk hâli olsa “dur şimdi bir şey olacak” diyordum ve oluyordu…

Kışı da öyle geçirdikten sonra, 2014 baharında göçebeliğin artık miadını doldurmuş onu fark ettim. Tam o zamanlarda Begüm, bir yıldır yaşadığı Çandır’da yaşamak üzere beni ve Burcu’yu davet etti. Bülent (İnci) de orada yaşıyordu o dönem ve Begüm “Gelin hep beraber topluluk olarak yaşayalım” dedi. O zamanlar topluluk hayalleri kuruyoruz, bunun üzerine sohbetler, yazışmalar, atölyeler, “Barış Köyü” toplantıları yapıyoruz. Ve 2014 Mayıs’ında Çandır’da 4 kişi yaşamaya, öyle bir ortak yaşam deneyimlemeye başladık.

Toplam üç yıl boyunca Çandır’da yaşadım, bir yıl sonra Bülent aramızdan ayrıldı; Burcu, Begüm ve ben kaldık. Sonra yan tarafta ufak bir ev daha vardı, oraya da bir başka arkadaşımız (Gülengül Anıl) taşındı. Yine dört kişi olduk, bu süreçte hayatı paylaştık, ev işlerini paylaştık, parayı ortaklaştırdık. Ortak kasemiz oldu para için, bir ara hesap-kitap tuttuk; ‘kim, ne kadar koyuyor’ diye, sonra onu da bıraktık. Artık isteyen istediğini koyuyordu, isteyen istediğini alıyordu, böyle bir üç yıl geçti.

A: STK’lardaki, iş hayatındaki Emre ile şimdiki Emre sohbet etseler birbirlerine neler anlatırlardı?
E: Bununla ilgili bir yazı da yazmıştım 2012 yılında, muhtemelen o zamanın Emre’si bu zamanın Emre’sine bir hayli şaşırırdı. Çok yargılardı, çok yadırgardı, “Ne işin var burada, manyak mısın!” derdi, “O kadar okudun, ettin, iş hayatın var, iyi-kötü bir kariyerin var, ona yazık olmayacak mı?” derdi. Sonra kurtarılacak bir dünya var şehirde; politika, aktivizm, sokaklar, meydanlar… O zamanlar çok aktif olmasam da sokağa çıkan, eylemlere giden bir insandım. O şekilde dünyayı kurtarma sürecine katkıda bulunduğumu düşünüyordum. O zamanın Emre’si şimdinin Emre’sini bu konuda da çok ciddi yadırgar ve “Ohooo sen tabii takılıyorsun, keyfine bakıyorsun, biz ne olacağız burada?” falan derdi muhtemelen. Tam bu cümlelerle olmasa da böyle düşünen çok fazla arkadaşım oldu.

Bugünün Emre’si ise o günün Emre’sinin yansımalarını başka arkadaşlarında görüyor zaten. Bugünün Emre’si çok keyifli, çok mutlu ve çok küçük bir hayatta çok mutlu olunabildiğini, herkese yer olduğunu gördüğü için onları bu taraflara çekme isteğiyle yanıp tutuşuyor. Gerçi bir ara daha da fazla yanıp tutuşuyordum, bu aralar duruldum. Bu konuda herkesin kendi zamanı olduğunu biliyorum artık, –ki bazısının zamanı hiç gelmeyebilir de. Ama gerçekten bu kadar keyifli yaşarken ve mutlu, küçük, çok fazla paraya ihtiyaç duymadan, huzurlu, koşturmadan, egzoza boğulmadan ve çok da zor olmayan bir şekilde yaşayabildiğimizi görürken, o çileleri çekenlere bazen haddim olmayarak üzülüyorum ve yaşamlarını değiştirmelerini diliyorum. Bu konuda kimseye baskı yapmıyorum ama destek isteyenlere de yardımcı oluyorum.

A: İlkler, ilkler! Bir de kitap süreci var.
E: Evet, ben bunları yaşarken ve yollardayken, sürekli yazıp çizdim. Bu yazıların içinde “şuraya gittim, bunu yaptım” da vardı, “farklı bir dünya mümkün”ün hayallerini kurduğum, belki kendimce formüle ettiğim fikirler de… “Nasıl daha iyi yaşarız?”, “Nasıl bir hayat kurmalıyız?”, “Nasıl bir topluluk oluşturabiliriz?” gibi sorular için fikirler üretiyor ve bloglarımda, sosyal medyada paylaşıyordum.

Sonra bu fikirleri, bu bilgileri, hem yolculuğun kendisini hem de o yolculukta çıkan ürünleri toparlamak istedim ve bunları bir kitaba dönüştürmeye karar verdim. Yazmaya yeltendim bir kere, bayağı bir emek verdim, sonra olmadı, kaldı. Sonra bir kez daha yeltendim, yine olmadı. Ancak üçüncü denememde bir sonuca varabildim. Uzun bir süre ismi yoktu kitabın. Sonra ismi de geldi; "Yeni"ye Doğru. Böylece kronolojik olarak 2012’de başlayıp 2014’ün Eylül’ünde sona eren bir kitap ortaya çıktı.

Kitabın baskı ve dağıtım süreci çok keyifliydi, bu da bildiğim kadarıyla bir ilkti. Başta kararsız olmama rağmen birkaç yayınevine gönderdim, kitabın sistemin içine girmesine, büyük kitapçılarda bu kitabın satılmasına içim tam elvermiyordu. Öte yandan daha fazla kişiye ulaşması için normal bir yayın evinden basılması da iyi bir fikirdi. 5-6 yayınevine yolladım, görüştüm, yorumlar aldım vs. ama o veya bu nedenle hiçbiri basmak istemedi ve çok da güzel oldu. Tam da o sırada içimin rahat etmeme kısmı rahatladı ve ben bu işi bir şekilde çevremle, eşle-dostla duyurarak yapabileceğimizi düşündüm ve bir duyuru yaptım yine blogdan; “Böyle bir kitap yazdım, bunu bastırmak istiyorum ve desteğe ihtiyacım var. Hem mali bir destek hem de dağıtım desteği lazım. Bu, kitabın dizgisi, kapak tasarımı gibi konuları da kapsıyor”. Çok şükür ki yine pek çok kişi işin ucundan tuttu, kimisi para yolladı, kimisi kapak tasarladı, öbürü dizgisini yaptı, diğeri dua etti, diğeri dağıtımına yardımcı oldu… Derken topluluk desteğiyle kitap 2016 Mart’ta basıldı.

Kitabın kapağında “Bu kitap topluluk desteğiyle hayata geçmiştir” diye yazıyor. Arka kapağında “Ederi yoktur, hediyesi çoktur”, üçüncü beşinci sayfasında “Bu kitabın hiçbir hakkı saklı değildir” yazan, normal kitaplarda ne yazıyorsa tam tersini ifade eden, farklı bir kitap ortaya çıktı.

Dağıtımını da yine tanıdık mekânlar aracılığıyla yaptık. Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e, Çanakkale’ye, Fethiye’ye kitaplar yollandı. Bunları genellikle arkadaşlar taşıdı, kimisi kendi gitti aldı kitapların durduğu yerden, ilgili yere götürdü. Mesela gönüllü olarak kitabın dizgisini de yapan İdil (Ateşli) kitapları dağıta dağıta İstanbul'dan İzmir’e geldi, beni oradan aldı köye götürdü, geri kalanını Antalya’ya getirdi, çok emeği geçti gerçekten. Sadece birkaç kere kargo kullandık, en çok “eş-dost kargo”yla, kim ne kadar yapabiliyorsa, onar-on beşer taşıdık. Gerçekten muhteşem ötesi bir süreç oldu. Kitap bin adet basılmıştı, neredeyse tükenmek üzere. Bandrolsüz basıldı bu arada tabii ve satılmıyor olması benim çok hoşuma gitti çünkü parayla olan ilişkimi armağan ekonomisi üzerinden kuruyorum.

Bu arada kitaba da tabii çok ciddi destek geldi, ondan da bahsetmeliyim. Sayı olarak tam aklımda değil ama en az 40 – 50 kişinin maddi desteği, en az 30-40 kişinin diğer alanlardaki destekleriyle hayat buldu bu kitap ve çok da ucuza mâl oldu. Bandrollü olmadığı için satılamıyordu, bu zaten benim hoşuma giden bir şey. Ben yıllardır herhangi bir şey için önceden ücret belirleyerek para edinmedim hiç. Kitap da bu sürece eşlik etmiş oldu. Dağıtım noktalarından, özellikle büyük şehirlerde, insanlar sadece gittiler ve “burada Emre’nin kitabı varmış” dediler, kitabı aldılar ve çıktılar ellerini kollarını sallayarak, herhangi bir şey vermelerine gerek kalmadan…

A: Burada nasıl bir deney yaptın armağan üzerinden?
E: Deney yapmak değildi oradaki derdim ama armağan ekonomisinin sevdiğim yanlarından biri, önceden belirlenmiş bir karşılığa dayanmayan alışveriş biçimlerine işaret ediyor. Eski zamanlarda para yokken, herkes yapabildiği kadarını yapıyordu ve ihtiyacı olanı alıyordu. Kabilelerde, topluluklarda kimisi ağaç işleriyle ilgileniyordu, kimisi ev yapıyordu, kimisi yemek yapıyordu, kimisi ot topluyordu, kimisi şifacıydı… Herkes armağanını sunuyor ve karşılığında ihtiyaçlarını görüyordu. O şekilde bir düzen ve sistem vardı. Sonra çok büyüdü tabii her şey ve para diye bir kavram devreye girdi.

Bugün binlerce yıl önceki bu armağan sistemin parayı da içerecek şekilde kullanılmasına dair fikirler var. Örneğin; parayı bir enerji olarak görebilir miyiz? Bu, parayı ‘kirli’ bir şey olarak algılamaktan vazgeçip onunla ilişkimizi şifalandıran bir şey aslında.

Bu sistemi basit bir şekilde şöyle anlatabilirim; mesela ben bir ekmek yaptım ve sana verdim, “Bu, 10 liradır” demek yerine, “Ayşeciğim bu, benim zaten severek yaptığım bir armağanım ve bunun karşılığında parasal ya da başka bir şekilde bana bir armağan verebilirsin” diyerek alışveriş yapmak. O an belki içinden para vermek ya da belki ihtiyacım olan, yetiştirdiğin bir ürün vermek gelecek. Armağan ekonomisi bu tip alışveriş ilişkilerini kapsıyor ve dediğim gibi, paranın da bu ilişkinin içerisinde girmesinde ben hiçbir sakınca görmüyorum. Günümüz dünyasında, parasız yaşamak bir tercih olabilir ama çok zorlayıcı olur bence ve buna gerek görmüyorum. Dolayısıyla parayı da şifalandırarak, o kötü etkilerinden arındırarak kullanabilir miyiz, hayatımıza katabilir miyiz diye düşündüğümüzde armağan ekonomisi uygulamalarından faydalanabiliriz.

Kitap da bu şekilde hayat buldu, insanlar kitaplarını sadece alıverdiler herhangi bir şey vermelerine gerek kalmadan. Okuduktan sonraki hissiyatlarına, içlerindeki şükran duygusuna ya da oluşan verme ihtiyacına göre kitaptaki iletişim bilgilerim üzerinden benimle iletişime geçtiler. Tabii herkes değil, kimisi iletişime hiç geçmedi, belki bazısının içinden gelmedi. Belki bazısı kitabı aldı ama henüz okumadı. Bazısı vermekten korktu, işte o verme korkusu -eksildim, azaldım korkuları- birçoğumuzda çok çok var.

Ama vermek isteyenler de bana yazdılar, bir şekilde iletişime geçtiler. Kimisi para yolladı, kimisi memleketinden gıda dolu koli yolladı, kimisi başka kitaplar yolladı. Bu insanların birçoğuyla yüz yüze tanıştık ve çok keyifli deneyimler yaşadım. O kitapevlerinin, dağıtım şirketlerinin olmaması, kitabı belki normalde ulaşabileceğinden daha az kişiye görünür kılmış olabilir ama ziyadesiyle içime sinen bir süreç oldu. Sürecin epey tadını çıkardım ve hâlâ da çıkarıyorum.



A: Benim de aklımda ve kalbimde kalan; senin kitabını okuyup sana destekte bulunan, minnet duygusuyla sana karşılık vermek isteyen insanlarla bağ kurman ve bunların neticesinde, bu armağanlaşma sonucunda oluşan ilişkiler ve hikayeler oldu…
E: Kesinlikle… Çok insanla tanıştım o süreçte. Buluştuk, yemekler yedik kahveler içtik. Bunun için özellikle kitapta veya blogda hesap numaramı da paylaşmıyorum ki bana yazmak zorunda kalsınlar. Ben sadece para gelsin istemiyorum, o zaman bir ilişki kurulmamış oluyor. Daha doğrusu tek taraflı kuruluyor, evet, ben bir şekilde onlara ulaşmış oluyorum ama onlardan da en azından bir ‘merhaba’yı duymak istiyorum herhangi bir karşılık almadan önce. O yüzden de herkese tek tek, üşenmeden, uzun uzun cevaplar yazıyorum. Çoğu zaman soruyorum, “Bu kitap/yazı sende neler canlandırdı?” diye. Bazısı uzun uzun yazıyor, “Kitabı okudum ve şunu hissettim” diye. Bazısı bazı yerlerine eleştirel yaklaşıyor, önerilerde bulunuyor. Böylelikle işte o ilişki kuruluyor, bağ kuruluyor, zaten hani en büyük hediye de bu oluyor başlı başına. Gelen o koliden, paradan başka, onların ötesinde böyle bir müthiş karşılık alıyorum.

Bu sisteme, armağan ekonomisi dedik, başka başta tabirler de zaman zaman kullandık, kullanıyoruz. Ben bir süredir gönül bedeli tabirini çok seviyorum. ‘Bir şey aldım ve karşılığında ne vermek istiyorum’ bakış açısına daha güzel işaret ediyor sanki. Genelde onu kullanıyorum.

Kimi zaman ufak tefek buluşmalar, atölyeler, yürüyüşler düzenliyorum. Bunları son derece amatör bir ruhla gerçekleştiriyorum ve hiçbirinin bir fiyatı olmuyor. Dolayısıyla gelen kişiler istediği karşılığı vermekte özgürler ve etkinliğin ya da buluşmanın sonunda kendileri karar veriyorlar. Paraya erişmekle olan ilişkim bu şekilde değişti, benden gidişiyle olan ilişkimin de bu şekilde olmasını istiyorum aslında. Ama bu benle biten bir şey değil, parayı vereceğim kişinin de bu şekilde uygulama yapıyor olması gerekiyor. Tam bir armağan ekonomisi sisteminde yaşamak için, biraz daha zaman gerekiyor galiba.

A: Bir de otostop maceraların var, onlardan bahset istersen, biraz anlatmak ister misin?
E: Son 7-8 aydır biraz daha az kullanıyorum ama yaklaşık 5 yıldır epey otostopla seyahat ettim. Çok keyifli deneyimlerim oldu. Güzel dostluklar oluştu. Örneğin; beni aracıyla Alanya’dan Antalya’ya kadar götüren Samet ile iyi bir dostluk kurduk. İki saatlik yolculukta müthiş bir sohbet ettik, ardından Facebook’tan arkadaş olduk ve yazıştık. Antalya’da da bir kez beni konuk etti. İki saat birlikte yolculuk yaptığımız bir adama ben güvendim, o da bana güvendi. Eşinin ve çocuğunun olduğu evine çağırdı. Hala arada bir yazışıyoruz, sık sık olmasa da.

Bunun haricinde komik anılarım da var, bu röportajda anlatmakta zorlanacağım anılarım… Enteresan ağabeylerimizle de karşılaşmışlığım, onları dinlemişliğim var.

A: Armağanlaşma hikayeleri de anlatıyordun otostopla ilgili…
E: Evet, galiba, 2013 yazıydı. Çanakkale tarafından yine Antalya-Alanya tarafına doğru gelecektim. Mehmet diye biri beni arabasına aldı. Çok kısa bir yolculuk yaptık onunla, herhalde 40 km’yi paylaştık. O biraz daha öteye, Burhaniye’ye kadar gidiyordu. Ama çok kısa, çok güzel bir sohbet ettik. Hayata bakışımız örtüşüyordu. Beğendi benim yaptıklarımı, düşündüklerimi. O da benden birkaç yaş büyük, genç bir adamdı yani aslında. Bu arada yol boyunca, “Otostopla zorlanma, uğraşma, ben sana biletini alayım, rahat rahat git otobüsle” dedi. Ben de “Bu, sadece parasal bir şey değil, bu yolculukların sohbetlerini seviyorum, bak senle tanıştık otostop sayesinde” dedim. Bir daha, bir daha sordu ısrarla… Ben gerçekten istemiyorum. “Zaten çok istesem, var o kadar param” dedim. “O zaman ben sana en azından kahve ısmarlayacağım” dedi. Sahilde bir yere yakın bir kahve içtik. Sonra tekrar beni ana yola bırakırken, bir kez daha ısrar etti. Ben istemediğimi söyleyince de “Tamam o zaman ben sana nakit çıkacağım!” dedi ve 100 lirayı elime tutuşturdu. Ben de o sıralarda almak konusunda çok rahat değilim ama yeni yeni rahatlıyorum. Aslında bir şey verildiğinde alınabilir yani para da olabilir bu, bir tane elma da olabilir. Ama ben o zamanlar biraz biraz zorlanıyordum ve dedim ki; “Ben bunu alırım almasına ama gerçekten ihtiyacım yok, bunu bil”. O da “Bende çok var zaten, almanı istiyorum” dedi. Sonuçta hem beni bir yerden bir yere götürmüş, hem kahve ısmarlamış üstüne de para vermiş odu. Pek çok otostop hikayesi vardır böyle zaten, bir sürü kişiye yemek ısmarlarlar…

A: Yol melekleri onlar.
E: Böyle bilet için ısrar etmesi filan çok tatlıydı. Bunun gibi başka hikayeler de var yani, başkalarının da teklif etmişliği var bilet almayı. Paylaşabileceğim bir başka hikaye de; bir kurabiye fabrikasının çok genç bir kurucusu ile yolda tanışmıştım. Benden daha gençti, o zaman 27 yaşındaydı. Onunla iki-üç saatlik bir yolu paylaştık ve yolda o bana soruyor, ben anlatıyorum, o bana soruyor ve ben anlatıyorum… Bir yandan da “Abi, Allah aşkına sus bak kapatacağım fabrikayı, bütün hayatımı değiştireceğim” deyip durmuştu. Sonra yine dayanamayıp sorular soruyordu. Çok keyifli ve çok güzel bir sohbetti…

A: Senin anlatmak istediğin şeyler var mı? Belki seni heyecanlandıran hayaller, yeni şeyler…
E: Çok var. Tam zamanlı bir işte çalışmayan ve büyük oranda istediği gibi yaşayan bir insan olarak söylüyorum bunu. Belki o yüzden söylüyorum bunu, ona rağmen değil, çünkü böyle olunca daha da fazlasını yapma potansiyeli ortaya çıkıyor. İçimde bir sürü hayal var… Bir tanesi yolda olmak istiyor, bir tanesi yürüyüşler yapsın, doğayı daha çok keşfetsin istiyor, bir tanesi evinde otursun kitap yazsın istiyor, öbürü tarımla uğraşmak istiyor falan. Yani işte bir sürü şey çok heyecanlandırıyor şu anda beni. Zaten işte en büyük derdim -en büyük derdim de bu olsun ama- seçim yapmak oluyor genelde. Hepsi çok güzel işin güzeli. Yapacak çok şey var hayatta.

Bazı arkadaşlarımdan eskiden, belki yakınlarda da olmuştur, sohbetlerimizde, “İş kötü-mötü de işte iş olmasa ne yapacağız? Nasıl zaman geçecek?” cümleleri duyardım. Ama o kadar çok yapacak şey, o kadar çok farkına varmadığımız armağanımız var ki ortaya çıkmayı bekleyen… Bunun için de biraz boşluk gerekiyor. Boşluk olduğunda ortaya çıkacak o armağanlar, öyle harıl harıl koştururken, haftada 6 gün çalışırken, yollarda kendini tüketirken çıkmıyor armağanlar ya da daha zor çıkıyor diyelim.

Sonuçta bugün bir sürü şey heyecanlandırıyor beni. Çok fazla şey yapmak istiyorum ve nihayetinde zamanı ne kadar iyi de kullansak, zamanı esnetsek de bir sınırı var nihayetinde, en azından algıladığımız kısmıyla bir sınırı var. O yüzden bazen hangisini seçeceğimi şaşırabiliyorum. Nereden yürüyeceğime, hangi yolu yürümenin benim ve dolayısıyla da bütün için en hayırlı olduğunu bulmakta zorlanabiliyorum.

Ama en makro hayallerin başında, topluluk olarak yaşama isteği var. Bu, yıllardır kurduğum bir hayal. Üç-dört kişilik mini bir topluluk deneyimimiz oldu ama daha da büyük bir grup olarak bunu deneyimlemek istiyorum. Bir arazide, doğada bir grup insanla birlikte minik bir köy oluşturmak ve orada üretmek… Beraber yemek, içmek; beraber oyun oynamak, dans etmek. Birlikte yaptığımız evlerimizde, kendi özel alanlarımızı yaratarak ama bir arada, birlikte yaşamı paylaşmak üzerine bir hayal. Diğer her şey bunun etrafında dönüyor aslında.

Mesela, doğa yürüyüşleri yapıyorum zaman zaman. Son günlerde azaldı biraz. En azından kendi keşiflerim azaldı. İnsanlarla birlikte yürüyüşler yine yapıyorum ama yeni yollar keşfetmek istiyorum. Yürümek istiyorum. Çantamı sırtıma alıp yine yollara düşmeyi arzuluyorum. Diğer yandan ritimle ilgili çalışmak istiyorum. Davul çalmak istiyorum. Ona hiç sıra gelemiyor, çok sevmeme ve istekli olmama rağmen. Yazmak istiyorum, kitap yazmak, daha fazla yazmak, kurgu bir şey yazmak. Birkaç fikir var aklımda, onlara eğilmek istiyorum.

Doğayla ilgili bir sürü şey, tarım – toprakla ilgilenmek, gıda ormanları kurabilmek… Hepsi ilgimi çekiyor, bunların hepsi beni çok heyecanlandırıyor. Bir yandan da armağan ekonomisi atölyeleri yapayım, gezeyim, fikirleri tekrar tekrar çekebiliyor beni bazen. İnsanların zaten içinde olan o armağan ruhunu ortaya çıkarmak, ona bir kıvılcım çakmak…

Öte yandan oyunlarla aram çok iyi, oyunlar oynuyorum, oynatıyorum. Daha fazla oyun oynatmak istiyorum. Yani bir sürü şey istiyorum. Hepsi çok keyifli, çok şahane. Ve hayattan keyif almak istiyorum. Zaten hiç azalmayan ve hiç değişmeyecek bir şey bu.

Seçim konusu bazen zor olabiliyor. Hangisi gerçekten benim yolum? Hepsi olabilir azar azar ama ana eksen hangisi olabilir diye bazen kestiremiyorum. Sonuçta istediklerimi yapmak istiyorum. Kültürün ya da sosyal normların yüklediği şeylerle pek ilgilenmiyorum. Tortuları mutlaka var üzerimde ama çok da kaile almıyorum bütün bunları. Dilediğimce yaşamak istiyorum ve bu benimle sınırlı kalmasın, başkalarına da sıçrasın istiyorum. Böyle yaşayan tek kişi ben değilim, neyse ki. Daha fazla kişi böyle yaşasın. Böylece de dünya kendi kendisini tedavi etsin, güzelleşsin. Kurtarmaya çalışmak değil; istediğimiz gibi yaşadığımızda, keyif aldığımızda, ürettiğimizde, güldüğümüzde, oynadığımızda zaten olacak bu. Ne zaman olacak, onu bilmiyoruz...

Röportaj - Düzenleme: Ayşe Dirikman Kalıpçı, Bahar Topçu, Funda Aydın

Mail: emreertegun@gmail.com 
Facebook: facebook.com/emrettin