Sayfalar

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Temiz su, ekolojik gıda...

Üstünde çalışmaya, mücadele etmeye değer pek çok konu var da özellikle temiz suya ve ekolojik gıdaya erişim konuları iyiden iyiye önem kazanmaya başladı kafamda.

'Neden ambalajlı su içmek zorunda kalıyoruz?', 'Neden ilaçlı, hormonlu gıdaları tüketmek zorunda kalıyoruz?' gibi sorular her zamankinden çok kafamı kurcalıyor.

Sahi ne zaman bu damacanalar hayatımızın ayrılmaz bir parçası oldular? Ben çocukken gayet de çeşmeden su içiyorduk, en azından Bursa'da. Tek tek şehirler nasıldı bilmesem de, 20 yıl önce hemen hiçbir şehirde damacana ile su satıldığını sanmıyorum.

Peki ya fütursuzca tükettiğimiz plastik şişelere ne demeli. Bu, ambalajlı su içme konusundan nispeten ayrı bir sorun. Yani şebeke suyunun temizliğine güvenemiyorsak ve hatta kirliliğinden eminsek ve ambalajlı su tüketmek zorundaysak, bu nispeten anlaşılabilir bir şey ama her susadığımızda bakkaldan plastik şişe su almamızın hiçbir anlaşılır tarafı yok bana göre. Çözüm basit: Bir tane matara ediniyorsunuz, evden çıkarken dolduruyorsunuz, oluyor bitiyor. Bi' arkadaşınıza mı uğradınız, hemen dolduruyorsunuz bir daha. Ohh, miss! Böylece hem boşu boşuna ve sürekli 50 krş (kimi zaman 75 krş ve hatta nadiren 1 tl) ödemekten kurtuluyorsunuz, hem de doğaya nur topu gibi yeni yeni plastik şişeler gelmesine neden olmuyorsunuz. Yani hangi açıdan düşünürsek düşünelim, olumlu sonuçlar... Bir tek pet şişe su satan şirketler açısından kötü oluyor belki ama herhalde onları düşünecek değiliz, di mi?..

Evet, pet şişe işini kolay çözdük de damacanalardan da kurtulmak biraz daha zor. Bu konuyu daha ayrıntılı araştıracak gibiyim ve ileride belki kampanyamtrak bi'şey bile yapabilirim ama bugünden söyleyebileceğim 2 şey var: Birincisi, yaşadığımız yerdeki içme suyunun gerçekten de içilemez olup olmadığını, boşuna mı damacana aldığımızı araştırabiliriz (nasıl'ını çok bilmiyorum ama araştırıcam; bununla birlikte belediyelerin web sitelerinden öğrenilebileceğini, öğrenilemese bile yine belediyeleri arayarak ve/ya dilekçe yazarak bu konuda bilgilenebileceğimiz kesin) ve eğer gerçekten içilmez bir su ise belediyenin temiz su sağlaması için çalışmalar yapabiliriz; ve hatta yapmalıyız, bu bizim en doğal hakkımız. Bununla birlikte, eğer bu tip şeylerle uğraşamıyorsak veya kısa vadede bu sorunun çözüleceğine inanmıyorsak da, evde musluğa takılan filtrelerle suyun temizlenmesi ve içme suyunun bu şekilde sağlanması makul bir yöntem gibime geliyor. Kaç ayda/yılda kendi parasını çıkarır bilmiyorum, araştırmak lazım ama belli bir süre sonra damacana almaktan daha ekonomik olduğu kesin. Başta biraz toplu bir para veriliyor ama sonrasında bir daha vermeye gerek kalmaması, bununla birlikte plastik damacanalarda bekletilmemiş çok daha sağlıklı suya ulaşılması gibi artıları var.

Evet evet, bu iş mühim, yazdıkça merakım da artıyor, en doğal hakkımıza ulaşamadığımız için sinirim de; sanırım bu konuyla ilgili daha çok şey öğrenmek istiyorum. Öğrendikçe paylaşırım...

Ekolojik beslenme konusu da öyle. Tükettiğimiz gıdaların sağlıksız, ilaçlı, hormonlu olmaları ne kadar da korkunç bir şey. Bu konuda son yıllarda bilinçlenmeye başladık, büyük şehirlerde ekolojik pazarlar kuruluyor mesela. Diğer pazarlara göre fiyat farkı olduğunu yadsımak mümkün değil ama güvenilir ve sağlıklı gıdalarla beslenmek için ve aradaki farkın bize sağlık sorunları olarak dönmemesi için, diğer baĞzı gereksiz masraflarımızdan kısıp buraya aktarmak hem bizim için, hem de binbir emekle ve riskle ekolojik üretim yapan çiftçilerin kalkınması için çok daha iyi olmaz mı? Bence cevap çok açık. Bu arada o yapay meyve ve sebzelerden 10 birim tüketeceğimize doğal olanlarından 5 birim tüketmek çok daha sağlıklı. Yani arada belki yarı yarıya fiyat farkı olacak ama daha az tüketerek, belki de aynı paraya veya daha ucuza daha besleyici bir şekilde beslenebileceğiz de aslında...

(Sonradan ekleme: Yerel üretip tüketildiğinde organik ürünlerin aslında pahalı olmayacağını gösteren mühim bir haber geldi Buğday'dan: http://www.bugday.org/portal/haber_detay.php?hid=6440)

Büyük şehirlerde durum bu şekilde çözülüyor belki yavaş yavaş, kırsalda yaşayanların da bir şekilde daha temiz gıdalara ulaşabildiğini umuyorum. Ara yerlerde bu iş daha zor belki. Mesela şimdi Alanya'dayım, annemlerin yanında. Burada bu gıdalara nasıl ulaşabileceğimi çok bilmiyorum. İnternetten tarama yaptım ama fazla bir şeye ulaşamadım. Ama bir adam varmış, Cuma pazarında tezgah açıyormuş falan. Bu hafta onu bulup temiz gıdanın izini süreceğim. Çok güzel olacak ((: Bununla ilgili fikirleri olan varsa yazarsa sevinirim, hem diğerlerine de ışık olur belki. Yani bu işe neresinden başlamak lazım, doğal gıdalara nasıl ulaşırız gibi sorulara cevap bulmalı.

Ben bi' çalışma da bu konuda yapsam ne güzel olur aslında. Haberdar ederim...

Büyük olan yanlıştır

İçimden bir şeyler tırmalamakta ama hangi birini yakalayacağımı bilemediğim zamanlardan birindeyim.

Şuradan alabilirim sanki. ‘Büyük olan yanlıştır.’ Tuhaf bir cümle oldu, farkındayım. Becerebilirsem açıklamaya çalışayım şimdi bu tuhaf cümleyi. Büyüyen her türlü kurumun, oluşumun, şunun-bunun bizi temsil etmekten -doğal olarak- uzaklaştığını, bizi biz olmaktan çıkardığını düşünüyorum. Evet karmaşıklaşıyor. Ama şu anda aklım da karışık. Deniyorum, az sabır…

Mesela ülkelerin varlığı yanlıştır. Ülke demek, çoğunlukla milyonlarca kişi demek; bunun sonucunda ortaya çıkan yönetim örgütlenmeleri demek, bunun da sonucunda ortaya çıkan temsiliyet sorunu demek. Ülke gerek yüzölçümü olarak, gerekse nüfus olarak büyüdükçe bu sorun daha da büyümektedir. Yönetim sistemleri çeşit çeşit ama en nihayetinde nüfusun çok ama çok az bir kesiminin nüfusun tamamı adına karar alması demek değil mi temsiliyet? Mesela Türkiye’den yola çıkarsak, 70 milyon kişiyi ilgilendiren yasama kararlarını 550 kişinin aldığı (hatta bizde 1 kişinin aldığını söylemiyorum bile, şeklen 550 en azından) bir sistem içinde yaşıyoruz; çok kanıksadığımız bu durum aslında çok tuhaf değil mi? Peki aynı 70 milyon kişinin yaşadığı ülkede 550 kişinin aldığı kararları uygulayan yürütmenin, yani bakanlar kurulunun da -zaman zaman değişmekle birlikte- 25-35 kişi tarafından götürülüyor olması da mı tuhaf değil? Bütün bunları Türkiye’den ve özellikle son dönemde ortaya çıkan gelişmelerden bağımsız söylüyorum.

İç ve dış savaşlar neden çıkıyor mesela? Yine bu ‘büyük’lükler ve sonuçları değil mi? Bir grubun veya ülkenin çıkarları, arzuları ve ihtiraslarının, bilemedin dünya görüşünün diğerlerininkilerle uyuşmaması değil mi? İnsanlar bunun için ölmüyor mu? Gerçekten gerek var mı bütün bunlara?

Kültüre de el atasım var. Bir süredir kültürün çoğu zaman o kadar da iyi bir şey olmayabileceği konusu kafamı kurcalıyor. Ama akademik okumalar yapıp o açıdan bakmaktansa, içime sormak beni daha doğal cevaplara götürüyor sanki (belki de kolayıma geliyordur, bir ara bunu da düşünmeli). Kültür, adetler, alışkanlıklar… Bütün bunlar bizi biz olmaktan çıkarıyor ve uymamız gereken toplu kurallarla çatışmadan yaşamak zorunda kaldığımız bir dünya meydana getiriyor olabilir mi acaba?

Üretim meselesi var mesela. Burada olan bitenin kocaman bir saçmalık olduğu konusunda şüphem bile yok. Daha fazla üretimin daha çok tüketimi kışkırtıp bizi gereksiz binlerce ürünle baş başa bıraktığından mı bahsedeyim, doğayı katletmesinden ve maliyetleri doğaya yıkmasından mı, neredeyse tüm sektörlerin üretim süreçlerinde kullanılan zehirli, kimyasal maddelerin hayatımızın her alanına sızmasından mı… Gıda üretimine gelince de durumun hiç iç açıcı olmadığını görüyoruz. Yine o korkunç kimyasallar başrolde ama bunlarla kalsa iyi; ne gibi sonuçlara yol açacağını tahmin bile edemediğimiz GDO’lar, mono kültür tarım yapılması sonucunda toprağın işlevsizleşmesi, tohumun geleceğinin birkaç şirketin eline geçmesine çok az kalması vs…

Daha çok şey var yazacak da, en azından bir de eğitim sistemine dokunmalı. Türkiye’deki eğitim sisteminin yetersizliği, zırt pırt değişmesi, sınav sistemleri ve diğer tüm şeyleri bir kenara bıraksak bile (ki bunu yapmak hiç kolay değil) koca bir toplumu aynı bilgilerin süzgecinden geçirmeye kalkmak da neyin nesi? Aynı şeyleri ezberletmek, sonra papağan gibi bunları tekrar etmelerini sağlamak falan…

Kanunlar var mesela. Suç var; mülkiyet denen baş belası var. Mülksüzler kitabının bir yerinde, kelimesi kelimesine olmasa da şöyle bir cümle vardı: Suç yaratmak istiyorsan kanun koy, hırsızlık yaratmak istiyorsan mülkiyet. Durum tam da bu değil mi? Kanun yapıyoruz da, neye göre… İlk başa dönüyoruz; 550 vekilin dünya görüşüne göre. Peki 550 vekilin dünya görüşü benim hayatımı nasıl etkileyebiliyor? Onların aldığı bir karara niye uymak zorundayım? Nasıl oluyor da birileri bir yerde nükleer santral yapmaya karar verebiliyor, ben de buna uymak zorunda kalıyorum. Yani evet, mücadele ediyoruz falan da hangi biriyle… Birini ikisini kazansak, yüzünü kaybediyoruz sanki. 5 tane HES’i durdursak, yüzlercesinin inşaatı devam ediyor mesela…

İyice karıştı di mi? Neyse ki ‘çok güzel’, ‘çok oturaklı’ veya ‘akademik’ bir yazı yazma gibi bir derdim yok. Yıllar önce bizim okula söyleşiye gelen Recep Yazıcıoğlu (Bilmeyenlere not: Efsane valilerimizdendir, ölümü azıcık şaibelidir.)'nun dediği gibi 'Kafa karışıklığı iyidir; bugün biraz olsun kafanızı karıştırdıysam ne mutlu bana.'

Peki ne yapmalı o zaman?

Becerebilirsem daha sonra buna azıcık el atmak istiyorum (gerçi daha önce kısmen el atıp durdum bu konulara); zor konular hem, derlemek toplamak pek zor ama bakalım...

5 Temmuz 2013 Cuma

Güzelleşen 'şehir'

Son zamanlarda şehirden bir 'dönüşüm hareketi' çıkmayacağına tam da iyice ikna olup Flora'ya -hem de belirsiz ve uzun süreli- gitmişken (bir nevi 'yerleşmişken') Gezi direnişinin başlaması ve bende çok ciddi bir umut dalgasına yol açması sonrasında İstanbul'a geldiğimi yazmıştım geçenlerde. ('Göçebe Günler'de yazmıştım; bu yazıya da orası için başladım ama 'İçimden Sohbetler'e daha uygun gelişti.)

Hatta yazdığım gün, müdahaleden hemen önceki günmüş; tabii o zaman haberim yoktu. Ertesi gün parktayken ciddi bir gaz bombardımanı altında parktan zar zor çıkacağımdan, bütün gece Harbiye ve Nişantaşı'nda sokaklarda olacağımdan (Nişantaşı'nda direnmek mi, Nişantaşı'nda barikat mı?) da haberim yoktu. Dahası muhteşem bir refleksle Abbasağa'da bir forum düzenlenmeye başlanacağından, hemen ertesi gün İstanbul'da -birine benim de katıldığım- birçok parka sıçrayacağından ve sonraki günlerde diğer illerde ve ilçelerde de bu halk forumlarının yayılacağını hayal bile edemezdim.

Peki ya sonra Cumartesi toplaşmalarında on binlerin Taksim'de toplanmaya devam etmesi (yine polisin müdahalelere de devam etmesi ama her müdahalede hareketin daha da güç kazanması), LGBTT yürüyüşünün inanılmaz coşkusu, bütün yürüyüş ve toplaşmalarda Lice'de olan bitene daha önce hiç olmadığı kadar sahip çıkılması, bununla kalmayıp zamanında -maalesef- yeterince ilgi çekmeyen Roboski'ye sahip çıkmalar, çok daha eskilerden Sivas olaylarının yıl dönümünde Kadıköy'de toplanan 15 bin kişi... Nasıl anlatsam, neresinden tutsam, hiç bilemiyorum.

Ama çok güzel şeyler oluyor. Burası kesin bilgi. Nereye gideceğini kestirmek çok güç ama gerek de yok. Her şey akışında ilerliyor ve olması gerekenler oluyor. Birkaç yıldır başladığına şahit olduğum ama çok yavaş ilerleyeceğini sandığım uyanışın hızlanması ve büyük kitlelere yayılması; birçoğumuzun doğaya gereken önemi vermeye başlaması; doğanın sahibi değil, parçası olduğumuzu görmeye, anlamaya başlamalarımız; herkesten projelerin, fikirlerin fışkırması ve hemen harekete geçiyor olmalar... Birlik beraberlik duygusu, paylaşımın inanılmaz artışı, parklarda sürekli takas şenlikleri, armağan çemberleri, diğer çalışma grupları, atölyeler...

Şehre bakışım değişti resmen; orta vadede muhtemelen yine doğa ile daha yakın temas kurabileceğim bir hayatı tercih edeceğim ama şu anda buralar da pek güzel oldu!

Çok acayip şeyler oluyor, farkında mısınız?

3 Temmuz 2013 Çarşamba

işsizliğimin birinci yılına içelim

Son 1 senedir her günüm, her anım ayrı bir hikaye sanki; çok değişiyor her şey...

1 sene önce bugün TEGV'deki işimden ayrıldım ve o günden bugüne -bilerek ve isteyerek- çalışmıyorum. Bu satırları okuyan bir avuç insan çoğunlukla biliyor ama yine de açıklama yapayım, çalışmamaktan kastım profesyonel olarak, maaş karşılığında bir yerde istihdam edilmeme durumu. Yoksa hiç şüphesiz hayatımın en üretken, en mutlu hissettiğim, en paylaşımlı günlerini, aylarını geçirdim, geçirmeye devam ediyorum.

Ara ara kendimi çok sıkkın ve boşlukta hissettiğim zamanlar olmuyor değil ama bunları çok yansıtmıyorum; ne bloglarda, ne de arkadaş sohbetlerinde falan. Azıcık bekliyorum ve geçiyor, en fazla 3-5 gün içinde. Dün Bürge ile de konuşuyorduk, sistem bizi öyle içine çekmiş ve zihnimize baĞzı şeyleri o kadar derine kazımış ki, tamamen kurtulmak çok kolay değil, ciddi bir çabayı da beraberinde getiriyor. Hayatımın en üretken ve verimli olduğunu çok iyi bildiğim şu bir yıl içinde, kendimi değersiz, işe yaramaz vs. hissetmelerim oldu ve oluyor, çok ilginç! Bir yerde çalışıyor olmamak, özellikle bir işin sorumlusu olmamak vs., ne kadar da boşta hissettiriyor beni bazen. Halbuki o kadar çok yere elim kolum uzanıyor ki bir süredir, buna rağmen böyle hissediyor olmak şaşırtıcı. Ama işte sistem böyle bir şey; 'ha' diyince tamamen kurtulamıyorsun. Tam da bu hisse kapıldığımda kendimi daha iyi hissetmek için neler yaptığımı, neler başardığımı, nelere öncülük ettiğimi falan yazacağım bir ara, hatta bu yazıdan sonra yazayım di mi... Yok, onu paylaşmam, gerek yok; kendim için. Ama yaptığım her şeyi yazıyorum zaten...

Gerçekten de hayatta yaşadığım neredeyse her şeyi yazdım son 1 yıldır. Ya bu blogda atıp tuttum genele dair fikirlerimi ya da 'Göçebe Günler'de daha kronolojik ve daha 'şunu yaptım, bunu yaptım'ları ve kendi hayatımı paylaştım doğrudan. Bütün bunları paylaşıyor olma nedenim de kendimi bir uyanışta görüyor olmam ve başkalarına da ilham kaynağı falan olabilmek. Benim de ilham kaynaklarım var neyse ki; başım sıkışınca ne de iyi geliyorlar bana... 'Neredeyse her şeyi yazdım'ın en büyük istisnası ilişkisel durumlar oldu ve galiba bu istisna olduğu yerde kalmaya devam edecek. O kadar özelimi paylaşmaya gerek görmüyorum çünkü... Hem bu durum(lar)ın kimseye ilham kaynağı olacağını sanmıyorum. ((: Aslında düşünüyorum da... Neyse... İşte bir de olumsuz hallerimi çok paylaşmıyorum; bu, özellikle paylaşmamaktan ziyade içimden gelmediği için paylaşmamak olarak düşünülebilir sanırım.

Ne diyorduk... Evet tam 1 yıl önce bugün yedinci profesyonel işimden ayrılarak -o aralar tam olarak farkında olmasam da- hayatımı bambaşka yerlere taşıyan adımları atmaya başladım. Aslında bu adımları daha da önce atmaya başlamışım da farkında değilmişim meğer. Şimdi dönüp bakınca görüyorum bazılarını...

İçim pek doluydu aslında ama buradan sonra akmadı yazı. Sonra başka bir yazıda mı devam etsem ki...
Evet evet; zorlamadan... Kesiyoruz...