Sayfalar

27 Mart 2014 Perşembe

küçülsek, sadeleşsek, öze dönsek...

"Bütün bu olan biten bana o kadar saçma geliyor ki gerçekten de tek çıkış yolunun küçülmek olduğu konusunda hiç olmadığım kadar eminim. Tüm bu sistem, devlet, büyük şirketler ve diğer kurumlar beni ben olmaktan çıkarıyorlar. Seçimler, komşularla ilişkiler, ekonomi dünyası, şu-bu... Hayatıma doğrudan dokunmayan bir sürü şeyin tüm hayatımı bunca etkilemesi ne abuk bir şey."

Dünkü yazıyı yazarken arada bu cümleler döküldü ama bağlamı bozacağı için kopi peyst yaptım buraya ve oradan devam ediyorum. Yani aslında dönüp dolaşıp benzer şeyleri yazıyorum, söylüyorum ama bunda bir sakınca olduğunu da düşünmüyorum. Herkesin yaptığı bu değil mi zaten? Belli bir durduğumuz yer var bu hayatta (ki bu yerin sürekli sorgulanması ve ihtiyaç halinde değişiyor olmasını çok sağlıklı buluyorum; hatta durduğum ana yer, tam da bu değişkenlik ve sürekli yeni gözlüklerle bakma hali belki de) ve bu yere göre konuşuyoruz, okuyoruz, yazıyoruz vs.

Neyse devam ediyorum... Bir an için günümüzü ne ile geçirdiğimize bakalım istiyorum. Sabah kalktıktan gece yatağa yatana kadar, hatta uykuya dalmadan önceki düşüncelerimizi ve rüyalarımızı da hesaba katmalı belki, neler oluyor? Ne yapıyoruz? Ne düşünüyoruz? Ne yiyor, içiyoruz? Ne okuyoruz? Sosyal medyadan neleri takip ediyoruz?

Peki bütün bunlar gerçeğimizle ne kadar bağlantılı? Çalıştığımız yer neye hizmet ediyor? Yaptığımız iş ne? Yediğimiz-içtiğimiz nereden geliyor? Peki o havalı spor ayakkabılarını kimler, ne koşullarda üretiyor? Okuduğumuz haberler, desteklediğimiz ya da karşısında durduğumuz politikacılar nelerden bahsediyorlar? Zihnimiz neyle meşgul? Peki ya kalbimiz?

Bütün bu sorulara genellemeler yaparak cevaplar verebilirim ve çoğumuzun ne kadar anlamsız hayatlar sürdüğünden dem vurabilirim ama yapmayacağım. Daha önce sıkça yaptım ve şu anda tekrar o sulara giresim yok. Ama sorgulamak/hatırlamak isteyen olur belki diye attım yine de soruları ortaya...

Ben kendimce çözümden bahsetmek istiyorum, o da ilk paragrafta yazmış olduğum küçülmeden ve sadeleşmeden geçiyor bana göre, başka bir yerden değil. Bu kadar dikey kurumun olduğu bir dünyada, sistemde, hayalini kurduğumuz o güzel dünyaya ulaşabileceğimize zinhar inanmıyorum. Olsa olsa durumu biraz olsun katlanılır hale getirebilir, çöküşü yavaşlatabiliriz vs. Ancak çözüm gerçekten de küçülmekte, kendine yeten topluluklar olma yolunda ilerlemekte. Ve bunları, böyle olması gerektiğine ideolojik olarak inandığım için iddia etmiyorum, gerçekten de hayatın tadının o şekilde çıktığını deneyimlediğim için yazıyorum ve söylüyorum bunları. Kendimizle, doğanın gerçeği ile bütünleşmeden yaşadığımız hayatların sığ ve anlamsız olduğunu düşünüyorum çünkü. Çözümün bizi kurtaracak "onlar"dan değil tam da kendimizden geçtiğini düşünüyorum çünkü. Bu yüzden de haykırasım geliyor ve zaman zaman haykırıyorum da: "Bi' durun, bi' nefes alın, bi' mola alın şu hayattan ve bakın" falan diyesim geliyor. Benim dememle olmayacağını bilsem de...

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

26 Mart 2014 Çarşamba

Topluluk oluştururken - 2

Doğal bir ortamda, topluluk halinde yaşama konusunda yazmaya başlamıştım Kasım ayında ve devamını da getirecektim güya. Anca sıra geldi...

"Yola çıkış" konusundan gidesim var. Aslında henüz bu anlamda yola çıkmış sayılmayacağıma göre yazacağım her şey, atıp tutmaktan ibaret olacak ama neyse ki bu konuda pek deneyimliyim. Evet evet, nasıl yola çıkmalı, nereden başlamalı ile ilgili düşüncelerimi derleyip toplamak her şeyden önce bana iyi gelebilir. Zira yavaştan bu konuyla ilgili yol alma ihtiyacına giriyorum.

- Öncelikle bütün adımların ortak kümesi iyi iletişim olmalı. Bu da lafın gelişi bir şey değil elbette, birlikte yaşamaktan bahsediyoruz sonuçta. Topluluk üyelerinin halet-i ruhiyelerini, her türlü istek ve ihtiyacını, korkularını, onları mutlu eden veya üzen her türlü gelişmeyi mütemadiyen paylaştıkları çember ortamının sağlanması, benim için olmazsa olmaz bir şey. Böylece hiçbir şeyin içe atılmadığı; kızgınlıkların, kırgınlıkların, gıcık olmaların; olumlu-olumsuz her şeyin konuşulduğu çemberler yapmak, sağlıklı bir topluluk yaşantısı için olmazsa olmaz diye düşünüyorum.

- İlk adım yola kimlerle çıkacağına karar vermek olmalı, değil mi? Birbirini seven, birlikte yaşayabileceğine inanan birkaç insan birlikte yola çıkmaya karar verirler ve olaylar gelişir. Topluluk olarak yaşama konusu, yüzyıllardır pek deneyimlemediğimiz bir şey olduğu için doğru kişilerle yola çıkmak, işin en hassas kısmı sanki. Kendi adıma, ilk aşamada herkesle yola çıkabileceğimi düşünmüyorum mesela. Ve burada en önemli konunun da sevgi olduğunu düşünüyorum; zira gerçekten sevdiğim kişilerin yaptığı-ettiği, yediği-içtiği, çalıştığı-kaytardığı vs.si bana batmaz. Bununla birlikte, birlikte bir hayata adım atacak olan kimselerin farklı ilgi ve bilgi alanlarının olması da topluluğu güçlendirecek, işlerin daha kolay ilerlemesini sağlayacaktır.

Bu arada ileride büyük bir toplulukta yaşamayı hayal ediyorum ama başlangıç için 4-8 kişi iyi gibi geliyor bana. En az dört olmalı sanki, böylece topluluktan bir veya birkaç kişi yola çıkmak istediğinde bağı-bahçeyi, hayvanları kime emanet edeceğim sorusu, topluluğu sıkıntıya sokmamış olur. Bununla birlikte ilk aşamada yedi-sekiz kişiden fazlası (belki bu rakamlar bile çok) ile bir şeyleri kotarmak, karar almak vs. kolay olmayabilir. Hemen hepimizin geldiği dünya öyle bir dünya ki boğazımıza kadar bireysellikle doluyuz çünkü. Apartman dairelerinde tek veya iki başımıza yaşamaya ve sadece kendimizin veya bir kişinin daha istek ve ihtiyaçlarının farkında olduğumuz bir hayat yaşadık birçoğumuz. Bir yerlerde çalışıp veya kendi işimizi yapıp (veya herhangi bir şekilde) para ediniyor ve sonra bu para ile, ihtiyacımız olan mal ve hizmetleri satın alıyoruz. Böyle bir hayata alışkın olan bizler doğada kendi ihtiyaçlarımızı karşılamaya başlarken bir yandan birlikte yaşadığımız diğer insanların ve diğer canlıların da istek ve ihtiyaçlarını fark edeceğiz, bir yandan çeşitli konularda karar almamız gerekecek, diğer yandan zaman zaman kaçınılmaz olarak gerginlikler vs. vuku bulacak, falan da filan. Yani nerde çokluk, orda bokluk durumunun oluşmaması, en azından başlangıç için önemli bir nokta. Bundan kelli; birbirine sıkıca kenetlenecek, birbirini çok seven ve birbirini kabul edebilecek birkaç kişinin bir hayat kurmaya başlaması, eğer istiyorlarsa ve şartlar da öyle gelişirse belki bir ya da birkaç yıl sonra bu topluluğa yeni kişilerin eklemlenmesi daha sağlıklı olurmuş gibime geliyor.

- Bir sonraki adım hazırlık süresi olabilir. Birlikte yola çıkmaya karar vermiş olan kişilerin, daha derinlemesine ne yapmak istediklerini, istek ve ihtiyaçlarını, beklentilerini paylaştıkları ve ne ölçüde uyuşabileceklerini anlayacakları bir süreç. Ne kadar süreceği ile ilgili tahmin yürütmek çok zor. Grubun iç uyumuna ve ne sıklıkla toplanıp bu konuyu derinlemesine konuşabildiklerine göre, birkaç ay ya da birkaç yıl sürebilir belki. Bu süreçte bence asgari müşterekler ortaya çıkmalı ve detaylarda kaybolmamalı. Yani çok da aşina olmadığımız bir hayata atılırken önceden çok fazla planlı bir şekilde hareket etmek gerçekçi gelmiyor bana ama temel konularda bir yaklaşım birliği olması da gerekiyor sanki. Aklıma hemen gelen birkaç konu başlığı:

* Nasıl bir topluluk yaşamı hayal ediyoruz? Nereye kadar "toplu"yuz, nereye kadar "bireysel alan"ımızı koruyoruz?
* Nasıl bir alanda yaşayacağız? Halihazırda topluluktan biri(leri)nin böyle bir alanı/arsası var mı? Yeni bir yer mi satın alacağız? İşgal mi edeceğiz? Devletten arsa mı kiralayacağız?
* Üretim süreçleri nasıl olacak? İş bölümü mü olacak, herkes her işi mi yapacak ya da dönüşümlü mü olacak? Yoksa bunların arasında bir yerde durmak mı en sağlıklısı?
* -Geleceği büyük oranda geleceğe ve akışa bırakmanın sağlıklı olacağını düşünmekle birlikte-, gelecek vizyonumuzun ne kadar uyuştuğuna, büyük farklılıklar olup olmadığına bakmak iyi olabilir.
* Karar alma süreçleri nasıl olmalı? Oy birliği, oy çokluğu, uzlaşma, diğer...
* Para ile ilişkimiz nasıl olacak? Topluluk, ihtiyacı olan parayı ne şekilde kazanacak? Kazanacak mı? Bir çeşit ortak kasa uygulaması mı olsun, başka bir şey mi?
* Olmazsa olmazlarımız neler? Siyasette kırmızı çizgi dedikleri şeyin bireyseldeki yansıması ne mesela? Yani esneyemeyeceğimiz, "ya böyle olsun ya da hiç olmasın daha iyi" dediğimiz şeyler neler?

Bu ve benzeri konularda asgari uyumu sağlamak çok önemli gibime geliyor. Yola çıkacağım kişilerle temel konularda uzlaşı halinde olmalıyım. Özellikle de olmazsa olmazlar çok önemli sanki...

Temel konularda uzlaştıktan ve birlikte yola çıkmaya hazır hissettikten sonra harekete geçmeye bakıyor iş. Sanırım bu yazıların devamı gelecek...

Topluluk Oluştururken - 3
-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

14 Mart 2014 Cuma

egomu fark ediyorum, gözlerim kapalı

Geçenlerde mini bir konuda aydınlanma yaşadım. Durup dururken "Dost kara günde belli olur." cümlesi dolandı içimde ve akabinde ciddi bir itiraz yükseldi -yine içimden-. Bence dost, en az kara günde olduğu kadar ak günde de belli olur. Kara günde ortaya çıkan dost, biraz da kendi egosunu tatmin ediyor olmasın?

Hayır, kendimden biliyorum da böyle bir cümle kuruyorum. Önceden de biraz öyleydi ama özellikle son bir yıldır falan dertli insan arıyorum resmen, onu fark ediyorum. Kimin sorunu olduğunu görsem, duysam, fark etsem yardıma koşmaya çalışıyorum. Arıyorum, yazıyorum, alan açıyorum on(lar)a; burada olduğumu söylüyorum, ne zaman isterse beni dürtebileceğinin altını çiziyorum defalarca... O bitiyor, bir diğerini buluyorum bir şekilde...

Bu elbette güzel bir şey de... Yavaştan fark etmeye başladığım üzere, bu güzel şeyi yaparken egomun da okşanmasını sağlıyorum galiba yahu. Bana ihtiyaç duyulduğunu görmek iyi geliyor. Sevilmek, önemsenmek iyi geliyor. Ve ben de daldan dala atlayarak birilerine destek olmaya çalışıyorum, belki de bunları hissedebilmek için. Ve ne kadar çok dala konarsam konayım, bir şeyler eksik kalıyor sanki.

Ve bu kara gün dostluğu sürerken; arkadaşlarımın, eşin-dostun "ak günler"inde o kadar da yanlarında olmadığımı fark ediyorum bazen. Eğer içinde yoksam, yapılan güzel şeylere o kadar da sevinmediğimi, güzel hissiyatları pek de paylaşmadığımı...

Gezi sürecinde bile böyleydi bu! Orada herhangi biriyken, oranın coşkusunu bile nispeten daha az yaşıyordum; lakin bir vesileyle daha etkin rol aldığımda, "bir şeyler" yaptığımda daha iyi -ve galiba önemli- hissediyordum. Hele ilk 2-3 gününde uzakta, Antalya'dayken içim içimi yiyordu orada değilim, bunun bir parçası değilim diye; sonra atladım gittim zaten...

Kendime, derinime indikçe ilginç şeylerle karşılaşıyorum. Bir şeyleri fark edince de hemen değişim başlıyor...

Ha bitirmeden, çuvaldızı da başkalarına batırmak gerekirse... Yine "ego" nedenli mi bilmiyorum ama başkalarında da büyük oranda benzer yaklaşımları görüyorum. Yaptığımız çemberlerde de durum çoğunlukla aynı. Birinin canı sıkkınsa, derdi varsa dinliyoruz onu, destek oluyoruz, sırtını pıtpıtlıyoruz; fakat mutlu olan, coşkulu olan, hayata dair heyecanını paylaşanları ise çoğunlukla atlayıp geçiyoruz. Acıları paylaşıp azaltıyoruz da mutluluğu paylaşıp çoğaltamıyoruz sanki. Bana öyle geliyor en azından.

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

13 Mart 2014 Perşembe

bir hayalim var!

Mesela yarın 3 polis, 5 doktor, 2 tapu memuru, 1 kadastrocu, 4 öğretmen, 2 akademisyen, 1 yargıç, 3 savcı, 2 mühendis, 1 müsteşar, 2 bankacı istifa etse (bireysel grev de iş görür gerçi, mesela 1 hafta iş bırakma);

2 bakkal, 1 kırtasiye, 3 kasap, 1 manav, 1 telefoncu, 2 lokanta, 2 aktar, 3 bar, 2 cafe bir haftalığına kepenk kapatsa;

15 üniversite öğrencisi bir haftalığına okula gitmese, hocalarından da destek alsa...

Bütün bunlar olurken, 10 kişi iki hafta boyunca hiçbir banka işlemi yapmayacağını açıklasa;

Başka (veya aynı da olur) bir 10 kişi de bankalardaki tüm parasını çekse, kredi kartlarını kapasa...

...

Bu 78 kişi bütün bunları eşgüdümlü olarak yapsa. Ortak bir açıklama yapsalar, "yeter" deseler, "artık bu oyunun içinde yokuz"...

Ertesi gün buna en az 300 kişi katılmaz mı sizce?

Ve bir sonraki gün de 2 bini bulmaz mı?..

Ve bir sonraki gün de katlanarak...

...

"Ay resmen devrim!" demekten işte bu kadar uzağız...

Sadece biraz risk alacağız ama zaten kaybedecek neyimiz kaldı ki?..


Not: Bu yazıdaki sayılar elbette ki kıçtan uydurmadır ama sürecin böyle ilerleyebileceğine ve dahası, başka bir şekilde hiçbir gerçek değişimi gerçekleştiremeyeceğimize olan güvenim tamdır.

Bir buçuk saat sonra ekleme: Şimdi bir daha okuyunca havada kalmış gibi göründü bu yazım. Ama bundan önceki iki yazının devamı gibi aslında. Yani çok bir şey ifade etmediyse onlara da göz atabilirsiniz...

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

kokuşmuş sistem ve sorular...

Ülke gündemi yine çok hızlı, benim kişisel "küçük" gündemim de öyle. Ülkede acayip işler olup bitiyor, bende de öyle. Bense an itibariyle sıkışmış ve yoğunlaşmış gündem durumuna mı kafa yormalıyım, yoksa kendime mi yoğunlaşmalıyım; onu düşünüyorum.

Bürge ile sıkça tartıştığımız bir konu başlığı var: "bireysel" - "toplumsal" hususu. Şu an için bir şey ifade etmemiş olabilir ama açıklayayım hemen. Soru basit aslında: Enerjimizi nereye akıtmalıyız? Kendimizle uğraşıp kendimizi bulmaya mı çalışmalıyız, yoksa toplumsal konularla, siyasetle ilgilenip makro çözümlerin peşinde mi koşmalıyız?..

Ben bir süredir ağırlığı büyük oranda "bireysel" yönüne koydum ve oradan ilerliyorum. Ağırlığı koydum dedim ama aslında bu kendiliğinden böyle oldu. Alınmış bir karar değildi yani. Bunu -diğer her şeyi olduğu gibi-, bir yandan tekrar tekrar sorguluyorum ama iyice kök salmış hissediyorum şimdiki felsefeme. Yani sorgulamalarım, durduğum yeri sarsmak bir yana, güçlendiriyor aslında.

Öncelikle gidecek çok yolum olduğunu görüyorum ve bundan dolayı işe kendimden başlamak gerektiğini düşünüyorum. Kaçımız kendimizi bulmuşuz ki başkalarının hayatlarını güzelleştirmeye çalışıyoruz? Kaçımız gerçekten mutlu ki başkalarına mutluluk ihraç etmeye kalkıyoruz? Kaçımız bu dünyaya niye geldiğinin farkında ki başkalarına yol göstermeye cür'et ediyoruz?

Ayrıca dünyanın ve ülkenin geldiği durumun farkında mısınız? Olay, hükümet olayı değil, sorunun birkaç zalim adam sorunu olmadığı gibi. Sorun, koskoca bir sistem sorunu. Her şey o kadar tuhaf kurgulanmış ki tutulacak hiçbir yanı kalmamış. Beton yığınlarının içinde yaşıyorken; günün büyük kısmı işte, daha küçük kısmı yolda, kalanı ise bunların stresini atarak geçiyorken; plastiklik ve kokuşmuşluk her yanımızı sarmışken neyi düzeltebileceğimizi sanıyoruz? Hayal ettiğimiz "düzelmiş" dünya nasıl bir yer acaba? Sahi hala özgürce hayal kurabiliyor muyuz? Doğamızdan tamamen uzaklaştığımız, mış gibi yaşamlar sürdürdüğümüzün farkında mıyız?

Niye hala harekete geçmiyoruz? Neyi bekliyoruz? Niye o "radikal" adımları atamıyoruz? Niye protesto ile yetiniyoruz? (Gerçi bunu bile yapmıyorduk, şimdi neyse ki ayağa kalkıveriyoruz en azından.)

Ama neden hala, hiçbir şey olmamış gibi dünyanın dönmesini sağlıyoruz? Neden şu üretim-tüketim çarkından, borç-kredi sarmalından çekip almıyoruz kendimizi? Gerçekten niye hala işe gidiyoruz? Niye şalterleri indirmiyoruz?

Niye sadece kafa sallıyoruz? Niye "beğen"ip sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz?

Bu kadar mı korkuyoruz? Veya hala kurtarıcı mı bekliyoruz?

Çok şey var yazacak ama neresinden tutacağımı bilmiyorum. İki de alıntı yapayım. Zira aynı zamanlarda yazılmış benzer şeyleri okumak bana daha çok cesaret verdi, güçlü hissettirdi, belki bunu okuyanlara da ışık olur.

Birincisi Durukan'ın Yeşil Gazete'de başlamış olduğu "Kırsala Dönüş" yazı dizisinin ilk yazısından:
"Bu yazıyı yazdım, yayınlamadan az önce Berkin Elvan’ın ölüm haberi geldi. Berkin, öldü. Biz hayattayız. Onun için yapılacak şey, ölümünü geride kalanlar için az da olsa anlamlı kılacak bir iç-devrimi hemen yaşamak, “AMA”ları hayatımızdan silmek, korkularımızın esaretinden sırıtarak kurtulmaktır. Bu yazı dizisi de, o ulvi ve kitlesel farkındalık ve ayma anının ateşleyicilerine, Gezi’de öldürülenlere adanmıştır. Ya da şöyle soralım, ana fikri de şimdiden ifşa ederek: “Berkin öldü, peki biz gerçekten yaşıyor muyuz?"

İkincisi ise Tamer Kardeş'in yapmış olduğu paylaşım:
MAKİNA BİR CANIMIZI DAHA ALDI...
söyleyecek söz kalmadı artık...
çünkü o insan kanıyla besleniyor, tabiatın canıyla besleniyor...ona hak, hukuk, laf, söz anlatamazsınız... yürüyüşler, protestolar elbette yapalım ama daha önemlisi makinayı sonsuza kadar tarihe gömecek işler yapalım...makinadan kopalım,kendi hayatımızı kuralım...

MAKİNAYA HİZMET ETME....ona çalışma, dostlarınla birlikte yaşam birliktelikleri kur...makineden kop...kendi barınmanı, enerjini, beslenmeni, sağlığını, güvenliğini kendin organize et...buna gücün var...
MAKİNANIN SİYASETİNE ALET OLMA... makinanın hangi dişlisine oy verirsen ver makina güçlenir, bunu unutma...onun sandığına uğrama bile...iktidarını ya da muhalefetini destekleme... bu onun oyunu,iradeni devretme, kendini devretme...sen kendi oyununu kur...
MAKİNAYA KANMA... eğitimine, medyasına, akademisyenlerine inanma... hepsi de makinaya rıza göstermen için maaş alıyorlar...makinanın meşru, doğru ve yenilmez olduğuna seni ikna etmeye çalışıyorlar...
MAKİNANIN İNSANI PARÇALAMASINA İZİN VERME... makina insanı tamımlamaya cüret eder... türk, kürt, alevi, sünni, kadın, erkek, doğulu, batılı, çocuk, yaşlı vs vs... hayır insan birdir... o bir'in içinde hepsi vardır...makinının seni bölmesine izin verme...sahte düşmanlara değil sahici düşman makinaya gözünü dik...
Ekleme: Yazıyı paylaştıktan yarım saat sonra karşılaşmış olduğum blog! Henüz sadece 5-6 yazı var ama her yazı ver her cümle ilham verici, ayağa kaldırıcı. Bi' tıklayın abilerim - ablalarım...  http://kecilerveisgaller.blogspot.com.tr/2014/03/sev-ya-da-terk-et.html?m=1

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

10 Mart 2014 Pazartesi

dicitürk şöminesi

Her şeyin içi acayip boşalmış, buna daha ne kadar katlanmayı düşünüyoruz?

İzlediğimiz dizileri, programları söylemiyorum bile (bi'şey izlemediğim için artık bilemiyorum da zaten pek) de Digiturk'te radyo kanallarını açınca şömine yanmaya (!) başlıyor ya, pes demiştim birkaç yıl önce gördüğümde. Ama gittikçe daha çok batıyor... Yine uzun zamandır var mı, yeni icat mı bilmem ama şimdi de "şömine keyfi" diye bir kanal var radyo kanallarının arasında. Ekranda yanan şömine(!)yi seyrederken aynı zamanda yanan odunların (!) çıtırtılarını da dinleme fırsatı sunuyorlar sağ olsunlar. O görüntüyü izleyip biraz olsun şömine keyfi alan var mı gerçekten?

Seçim çalışmaları sırasında oluşan ses ve görüntü kirliliğine, her seçimde birbirinin aynı söylemlere, şunlara-bunlara katlanmaya devam mı edeceğiz? Adı Umut ... olan bir adayın "Narlıdere'ye bir Umut", soyadı Çiçek olan bir adayın "Çankaya'yı Çiçek bahçesi yapacağız." gibi sloganlarla karşımıza çıkmaları içinizi sıkıştırmıyor mu?

Düne kadar Suriye için yapılan yorumların bugün evrilip çevrilip, diğer perspektif ve "ulusal çıkarlar"la Ukrayna ile ilgili söylenmesi; dün Suriye ile yatıp kalkarken bugün Ukrayna'da olan biteni soluksuz takip etmemiz; daha öncelerde de diğer savaşlar, şunlar-bunlar... Ama hep aynı söylemler, aynı cümleler... Bıkmadık mı?

İktidarın faşizme dönüşen uygulamaları, çalıp çırpmalarını söylemeye herhalde gerek bile yok ama muhalefetin söylemlerini dinlerken sıkıntıdan esnemiyor musunuz? O kravatlı-ceketli-ciddi "adamlar"dan gerçekten de çözüm bekleyenimiz var mı?

Peki iş hayatlarımız... Her gün içimiz sıkılarak oraya gitmeye daha ne kadar katlanacağız? Hayallerimizin peşinde koşmadan, kendimizi bulmaya çalışmadan, "hayatın gerçekleri"nin peşinde kaç tur daha atacağız? Her gün o maskeleri takarak daha ne kadar yaşayabileceğiz? "Hanım"lı "bey"li "saygılarımla"lı cümleleri kaç defa daha kuracağız?

O kırmızı, tatsız şeyleri kışın yemeye devam edecek miyiz gerçekten? Domates değil onlar, başka bir şey. Domates olsalar domates tadı olurdu. Neden ve nasıl doğadan bu kadar kopmuşuz, hiç bilmiyorum. Neden her şeye her zaman erişmeye çalışıyoruz? En plastiği, en tatsızı da olsa... (Yaz domatesleri çok mu güzel, ayrı mesele...)

Daldan dala atlıyorum çünkü neye baksam, neyin ucundan tutsam elimde kalıyor. Tam bir kokuşmuşluk hüküm sürmüyor mu sizce de? En önemli alanlar herhalde eğitim, adalet, sağlık alanlarıdır, değil mi? Hangi birinin biraz olsun tutulacak tarafı kalmış? Her şeyin piyasalaştığı, parası olanın düdüğü çaldığı (düdük çalanlar bile mutlu değil ama o da ayrı mesele şimdi) sistemin içinde, hiçbir şeye güvenimin kalmadığı bir dünyada yaşıyorum ve bunu hak ettiğimizi düşünmüyorum.

Ne zaman tam olarak ayağa kalkacağız acaba... Ne zaman çürüdüğümüzü / çürüttüğümüzü göreceğiz...

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

4 Mart 2014 Salı

yalnızlığım ve kabulleniş

Daha ziyade son 1,5 yıldır anlamaya ve içselleştirmeye başladığım üzere hep iyi olacağım, hep mutlu olacağım diye bi'şey yok. Zaten her şey zıddıyla birlikte var. Kötülük olmasa iyiliği, çirkinlik olmasa güzelliği sıcak olmasa soğuğu bilemeyecektik. Bu gerçeği sürekli olarak hatırlatıyorum kendime de etrafımdakilere de. Beni rahatlatıyor da bu düşünce. Toplumsal ya da kişisel, olan-biten bir sürü kötü, abuk şeyi kabullenmemde yardımcı oluyor.

Mesela bir süredir epey yalnız hissediyorum kendimi. Kabuğuma çekildim biraz, kış uykusuna yattım falan... Bu süreçte kimsecikleri pek aramadım-sormadım ve bundan mıdır, başka neden(ler) var mıdır - bilmiyorum ama kimsecikler de beni pek dürtmedi bu süreçte... Dürtenlerle, görüşebildiklerimle olan sohbetlerde falan da çok şey paylaşamadığımı hissettim çoğunlukla. Bazen sıkıldım onlarla olmaktan, anda kalamadım, keyif alamadım vs.

Ama tüm bunlar yaşanırken tam bir kabul halindeyim, çoğunlukla. Ara sıra eski alışkanlıklar, düşünceler doldurabiliyor içimi, bu "yalnızlık" kötü bir şey gibi gelebiliyor ama büyük oranda bu hissiyat hakim değil içime. Her şeyi olduğu gibi kabullenme konusunda ilerlediğimi hissediyorum. "Bu da böyle bir süreç demek ki." diyebiliyorum ve bunun da tadını çıkarmaya çalışıyorum. Ve gerçekten de başka bir tadı da yok değil...

Gerçi mevsimsel geçişten midir bilmem, şu sıralar bu hissiyatım da azaldı, aradıklarım, henüz aramasam da aramak istediklerim ve arayan-soranım da biraz olsun çoğaldı. Yani yukarıdaki satırlarda bahsi geçen durum vuku bulmuyor tam olarak. Fakat diyorum ya, geliyorsa da hoş geliyor, sıkıntı yok (çoğunlukla yok)... Hem geçenlerde bi' arkadaşım aramama-aranmama durumundan bahsettiğimde "Sonuçta sen bir ayrık otusun, senin de diğerlerinin de zamana ihtiyacı vardır belki." demişti ve iyi gelmişti bana.

Her şeyin zıddıyla birlikte var olması demişken, dün kuzenle yazışırken halet-i ruhiyemin inişli çıkışlı olduğunu, bi ara hep çıkışlı olacağını sandığımı söyleyince "o zaman çok inersin, değil mi?" dedi ve haklıydı da. Son bir yıldır o kadar fazla şeyle ilgilendim, ürettim, o kadar fazla kişiyle tanıştım ve birçoğuyla o kadar dost oldum ki bunu aynı hızla sürdürmek mümkün olmadı ve yavaşlama, geri adım atma ihtiyacı duydum. Aşırı sosyal kişilik bozukluğundan asosyal kişilik bozukluğuna geçiş de bunun neticesinde gerçekleşti sanırım (gülücük).

Durumlar böyle. 2013 jam'e katılırken niyetlerimden biri içimdeki "kötü"yü, "olumsuz"u fark etmek, kabullenmek gibi bir şeydi ve bununla ilgili acayip fark edişlerim var. Becerebilirsem bununla ilgili bir şeyler daha yazıp çizmek istiyorum şu sıralar.

Ama bu kendini keşif süreci aşırı keyifli bi'şeymiş...

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

3 Mart 2014 Pazartesi

Rekabetin getirdiği

Bugünlerde yine çok dolup taştığımı hissediyorum ve ara ara olduğu gibi, yine ne hakkında yazacağımı bile bilmeden başlıyorum. Bugünlerde kısa kısa cümlecikler yazıp duruyorum not defterime, o konularda düşünmek, yazıp çizmek için. Hem oluşturduğumuz bu saçma sapan dünyaya, sisteme dair hem de kendime dair saptamalar, çıkarımlar, gözlemler...

Ama cidden, nereden başlamalı...

------

Defteri çıkardım şimdi, baktım en üstte şunu yazmışım: "Rekabet - üstte sınırlı yer olması! Mesela birine yardım ettin, üste çıktı; e şimdi de başka biri düştü!"

Mealen: Sistem rekabete dayandığı, birimizin çıkması için diğerinin düşmesi gerektiği sürece debelenip durmaya devam edeceğiz.

Yani diyorum ki...

Atıyorum, bir ülkede 1 milyon kişi için güzel iş fırsatı var olsun ve ancak bu 1 milyon kişi insani koşullarda yaşayabiliyor olsun. Ve diyelim ki bir grup insan bir grup çocuğun eğitimine katkıda bulunsun ve 100 çocuğun daha iyi bir eğitim* almasını sağlayarak ileride o "1 milyon"un içine girmesini sağlasınlar. N'oldu şimdi: Bu 100 çocuk artık o "1 milyon"un içine girdi ama bu da başka bir "100 çocuk"un oradan düşmelerine neden oldu. Sıfıra sıfır, elde var sıfır değil mi bu?

Belki şu söylenebilir: "İyi de biz onlar için de fırsat eşitliği şansı tanıdık en azından!" Eyvallah, yalan da değil, yanlış da... Ancak yine de "dip toplam"da "sıfıra sıfır"ın ötesine geçmiş oluyor muyuz? Maalesef kocaman bir "hayır"!

Bu örneği her yere uygulayabiliriz. Satış yapmak isteyen esnaf satış yapmak için uğraşırken mesela, öteki de uğraşıyor, beriki de... Birinin satış yapması diğerinin yapamamasına yol açıyor. Birinin kazanması, diğerinin kaybetmesi demek oluyor. Biri arabasını yenilerken diğeri dükkanını kapatıyor. O zaman ne anladım ki bu işten...

Veya iş başvurusu yapıyoruz ve o işe kabul edilmeyince üzülüyor, kabul edilince seviniyoruz ya. Aynı mantıkla baktığımızda, o işe kabul edilmek diğer işsizin hayatına bir katkı sağlamıyor, tam tersi de aynı şekilde.

"Kazanmak neye yarar ki kaybeden olduğunda?" demiş ya, bence pek güzel demiş.

Çok net bir gerçek (itirazı olan varsa ses etsin lütfen): Bir yerde rekabet varsa, "bir" olmak üzerinden değil de "ayrılık" üzerinden gidiyorsak, toplam mutluluğumuz, toplam refahımız artamaz. Ancak ve ancak mevcudu paylaşmak için sürekli bir yarış halinde oluruz. Sonra sahip olduklarımız yetmeyince "mevcut"u artırmaya çalışırız ve bu döngüde doğaya da inanılmaz zararlar veririz, kendimize de. Buralara girersek söylenecek çok fazla şey var. Ama ben, buralara girmeyince bile rekabet içeren sistemlerin bizi daha mutlu etmeyeceği fikrimi paylaşmak istedim sadece.

Bütün bunlar bilmediğiniz şeyler mi? Hiç sanmıyorum. Ama böyle formüle edince ve basit örnekler üzerinden gidince bi'şeyler kafalarda daha net oturuyor sanki. En azından benim koca kafamda öyle oluyor. O yüzden de paylaşıyorum işte...

* Tabii mesela Türkiye örneğine bakınca bu "daha iyi eğitim" daha iyi sınav sonucu demek oluyor maalesef. Ama devam... Konumuz eğitim sistemi değil.

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com

1 Mart 2014 Cumartesi

Destekçilere mektup vol.6

Şubat ayı bilançosu sıkıntılı ve -aylık harcamalarımın iyice düşmüş olmasına rağmen- ilk kez eksiye düştüm. Bilgi ve ilginize... ((:

İşte bugün yazmış olduğum mektup:

Herkese merhaba,

Her şey yolunda, keyifler yerindedir umarım? Benim hissiyatım şu sıralar çokça inişli çıkışlı. Ama şimdi buna girecek değilim, ay sonu paylaşımı zamanı ((:

Geçen ay sonunda artan 63,50 TL vardı ya. Üniversite mezunu olup da işportacılık yaparak hayatlarını kazanan iki arkadaşım var, bu aralar sıkışık da olduklarını bildiğimden bunu önce onlara önerdim. Fakat "kazanmadıkları" parayı kabul etmek istemediler (Bununla ilgili çok itirazım var aslında ama tabii ki anlıyorum da onları). Sonrasında da burnumun dibinde olan Burcu'yla paylaşmak istedim. İtiraz da etmedi, tam olarak kabul da etmedi ama biraz konuştuktan sonra aldı. ((:

Burcu'nun aynı zamanda bana destek olanlardan biri olması ve hatta iki ayda 65 TL vermesi (Şubat ayında para durumu biraz sıkıştığı için vermeyeceğini söylemişti), şimdi bunun 1,50 TL eksiğini benden geri alması da ilginç oldu. Ama tam da bu çok güzel işte. Parasal olarak neredeyse kafa kafaya gelen bir alışverişimiz oldu ama buradan bir hikaye çıktı. Argın'la da benzer bir şey olmuştu birkaç ay önce. O da beni destekleyenlerden iken, katılmak istediği bir atölye için de ben ona destek olmuştum. Güzel şeyler bence...

Gelelim Şubat ayına... Şubat ayında bir ilk gerçekleşti ve harcamalarım iyice düşmüş olmasına rağmen ayı ekside kapattım. Bu ay toplam 266 TL geldi, buna karşın 403,35 TL harcadım. Kalemler ise şu şekilde:

- Ev içi gıda + diğer ev masraflar             232,60 TL
- Dergi, kitap vs. -                                 3,75 TL
- Eczane -                                             16,85 TL (Yok yok, mühim bi'şey yok.)
- Şehir içi ulaşım -                                22 TL
- Ev dışı yeme içme + oyun -                45 TL
- Cep tel fatura -                                   27,40 TL
- !F İzmir film festivali biletleri (9 film için) - 57,75 TL

Bu arada geçen ay bahsettiğim "editörlük" işinin gidişatı şimdilik belirsiz. Ben ilk kitapla ilgili çalışmamı tamamlayıp yayınevine gönderdim ama henüz geri dönüş alamadım. Bundan mütevellit, bu "iş"ten para kazanabilecek miyim, ne kadar kazanabileceğim gibi soruların cevapları henüz bende yok. Dolayısıyla bu "şey" şimdilik devam etmekte, desteğinizi esirgemeyiniz. ((:

Herkese çokça sevgiler,
Çok keyifli bir ay olsun...

Sonradan ekleme: Oyy Şubat ayında dahil olan Mustafa Deniz'i paylaşmayı unutmuşum. Geç olsun, güç olmasın. ((:

-----------------------------------------
Eğer bu veya diğer bir yazım -veya eylemim- bir yerlerinize dokunduysa; sizi mutlu ettiyse, ilham verdiyse, düşündürdüyse, bir şeyler yapmak üzere harekete geçmek için teşvik ettiyse vs. ve buna karşılık olarak bana para veya başka bir armağan iletmek isterseniz bi' ses verin lütfen: emreertegun@gmail.com