Sayfalar

24 Temmuz 2018 Salı

Ayşe Dirikman Kalıpçı ile röportaj: "Cesur adımların öncülerinden: Emre Ertegün"

Geçtiğimiz hafta sonu, Ayşecim ile bir yıl önce gerçekleştirdiğimiz röportaj gün yüzüne çıktı sonunda. Burada da paylaşmak istedim. Haberin orijinali için: https://hthayat.haberturk.com/yasam/roportajlar/haber/1063792-emre-ertegun-yeniye-dogru

***

"İlklerin insanı” diye kısaca anlattığım, cesur adımların öncülerinden Emre Ertegün ile geçen yıl yaptığım röportajın ilk kısmının deşifresi benden, ikinci kısmına sevgili Bahar Topçu’nun ve son okumaya da sevgili Funda Aydın’ın ellerli değdi, size de keyifli ve ufuk açıcı okumalar olsun.

Emre (E): Hadi bismillah!

Ayşe (A): Nerede tanıştık seninle, o sırada hayatının hangi noktasındaydın?
E: Eylül 2012’de Charles Eisenstein’ın “Armağan” atölyesinde ilk kez bir araya geldik, sonra Facebook üzerinden arkadaş olduk, sonra da Mart 2013’te Antalya’daki Armağan Ekonomisi – 101 atölyesi için Begüm’le size gelmiştik, ilk kez o zaman gerçekten tanıştık diyebiliriz.

Temmuz 2012’de işimden ayrılmıştım, evi de boşaltıp bir süre göçebe yaşamaya karar vermiştim, aslında Charles’ın atölyesi bu sürecin en başına denk geliyor. Kafamın karışık olduğu bir dönemdeydim o zamanlar, sistemle ve şehirle bağımın yavaş yavaş, hatta hızlı hızlı koptuğu, onun yerine ne koyacağımı bulmaya çalıştığım, topluluk olma bilincinin içimde yer ettiği, Kutsal Ekonomi kitabının hayatıma girdiği bir dönemdi. Çok yeniydi tabii benim için, yine de sohbetlerle, Armağan Ekonomisi atölyeleri ile yavaş yavaş yerine oturuyordu bu kavramlar. Yavaş yavaş da “Bu kırsal da güzel galiba, böyle bir yerlerde yaşamak nasıl olur ki?” demeye başladım bu süreç içinde. Hatta “Artık İstanbul’a kolay kolay dönemeyeceğim galiba” demeye başladığım zamanlar.

A: Şimdi biraz daha geriye dönelim, daha öncesinde neler yapıyordun?
E: Ankara Hacettepe Üniversitesi’nde İktisat okudum. Sonra İstanbul’da çalışma hayatım oldu. 5-6 yıl içinde yedi ayrı işte çalıştım, özel sektörde satış, insan kaynakları gibi alanlarda çalıştım; bir sezon Alanya’da annemlerle turizm alanında biraz çalışmışlığım var. Sonra İstanbul’a geri döndüm, bu sefer sivil toplum çok ilgimi çekti. Hem biraz para kazanabileceğim hem de iyilik - güzellik yapabileceğim, insanlara faydalı olabileceğim bir şeyler arayışındaydım; çünkü tatmin etmiyordu beni “para kazan, harca” ya da “biriktir” döngüsü. İki farklı sivil toplum örgütünde çalıştıktan sonra orasının da beni çok fazla tatmin etmediğini görüp bir süreliğine kendimi yola atmıştım. Sonra da işte gel zaman git zaman, hayat değişti.

A: Şimdi yine ileriye gidelim, tanışmamızdan sonrasına. Tanıştığımız zaman sen zaten yazıyordun, “göçebe günler” ve “içimden sohbetler” isimli blogların ve belli bir kitlen vardı. Sonrasında birtakım deneyler yapmaya, birtakım cesur adımlar atmaya başladın. Benim hatırladığım çok belirgin ve temel adımlardı bunlar ve bu adımların devamı geldi, bir sürü ilke imza attın, o yüzden sana “ilklerin insanı” diyesim geliyor. Onları biraz anlatır mısın?
E: 2013’ün sonbaharında bir yılı aşkın süredir yollardaydım ve hayat çok keyifli geçiyordu ama birikmiş param bitmek üzereydi. Bir süreliğine işsizlik maaşım vardı, onun süresi de dolmuştu. Bu süreçte bloglarımda yazdığım için pek çok insan beni takip ediyordu ve hoşlarına gidiyordu böyle alternatif bir yola sapan  birisi, yaptıkları, yazdıkları, düşünceleri… “En iyisini sen yapıyorsun, ne kadar güzel, oh süper, bizim için de geziyorsun, düşünüyorsun, okuyorsun” diyen bir sürü tanıdığım ve tanımadığım dostum oluştu. Sonra para bitme sürecine girince de içimden bir destek çağrısı yükseldi, (benzer bir çağrıyı daha önce Filiz Telek arkadaşımız yapmıştı) bunun üzerine blogda bir yazı yazdım ve dedim ki; “Ben bu göçebe hayata, bu hayalleri kurmaya, bu şekilde yaşamaya devam etmek istiyorum. Zaten çok çok düşük masraflarım, az parayla yaşıyorum, aslında bir üretim var orada ama çok somut bir üretim olmadığı için, herhangi bir şeyler üretip satmadığım için, fikir üretmek, hayal kurmak, bunlar da piyasada normal şartlarda para etmediği için, desteğe ihtiyacım var.”

Blogda bu duyuruyu yaptıktan sonra çok hızlı bir şekilde insanlar bu sürecin ucundan tuttular. Bunu takip eden yaklaşık bir yıl boyunca çoğunu, en azından yarısını tanımadığım insanlardan destek aldım. Her ay beş lira yollayan, bir seferde yüz lira veren, yirmi yirmi yollayan, bir süre yollayan, sonra vazgeçen… Kimisi on iki ay boyunca, kimisi tek seferlik olmak üzere toplamda elli sekiz kişinin desteğiyle bir yılı o şekilde finanse ettim ve çok keyifliydi bu süreç. Bu süreçte gelen destekleri düzenli olarak paylaştım. Her ay sonunda destekçilerime mektupla o ay neler yaptığımı, nelere para harcadığımı yazdım. Bir yandan da o sıralar ne kadar az parayla yaşayabileceğimi merak ediyordum, bunun da etkisiyle kalem kalem hesap tuttum. Bu dönemde (2013 Ekim – 2014 Eylül) maksimum 500 lirayla bir ayımı -rahatça, kısmadan, seyahatler ve satın aldığım kitaplar da dahil olmak üzere- geçirdiğimi görüp bunları da naklen paylaştım. Çok güzel geçen bu sürecin, bir yıl sonra miadını doldurduğunu hissettim ve maddi ve manevi beni destekleyenlere teşekkür ederek süreci sonlandırdım.

A: Benim hatırladığım ilk cesur adımın, bir miktar paran vardı ve onu vermek istedin, bence onunla başladı hikayen.
E: Evet, o da çok keyifli bir süreçti. Charles’ın Türkiye’de gerçekleştirdiği atölyede Begüm Erenler ile tanıştım ve Facebook’ta arkadaş olduk. Bir gün Begüm, Facebook profilinde “Bir arkadaşımın taşınması gerekiyor, acil 2.000 liraya ihtiyacı var” şeklinde bir paylaşım yaptı. Günlerden çarşamba o gün ve haftaya salı ya da çarşamba geri vermek üzere, çok da kısa süreli bir şey. Begüm’ü hiç tanımıyorum, sadece bir şekilde kim olduğunu ve benzer kafalarda olduğumuzu biliyorum. O zaman da benim bankada 2.500 lira kadar bir param var, hiç tereddüt etmeden Begüm’e yazdım; “Bende para var, hemen yollayabilirim” ve yolladım da. Bu hikayedeki ilginç bir nokta da paraya ihtiyacı olan arkadaşın Taksim Tünel civarında apartmanları varmış meğer ve satılamamış ve o an paraya sıkışmışlar. Normal şartlarda benden bin kat daha fazla varlığı olan birine tanımadan, dolaylı olarak borç vermiş ve bu süreçte destek olmuş oldum. Gerçekten de söylendiği gibi 5-6 gün sonra para geri geldi ama o para bana batmaya başladı. 5-10 gün gibi bir zaman geçti ve bunu duyurmak istedim; blogda; “Bende şu an 2000 lira kadar bir para var, öylece dursun istemiyorum, belki birinin bir şeyler için ihtiyacı vardır, isteyin, çekinmeyin, borç vermek istiyorum” dedim. O şekilde iki ayrı kişiye 1.300 lira ve 700 lira verdim. 700 lira hemen geri döndü, onu başkasına verdim. 1.300 liranın bir kısmı döndü, bir kısmı hemen dönmedi. Dönen kısmı da altı-yedi kişinin elinden geçti herhalde. Hatta son parçasını almam epey uzadı, 1.5-2 yılı buldu neredeyse. Bunun gibi birtakım hayırlı işler için dolaşmış oldu para.

Hâlâ da öyle şeyler yapıyorum. Bazen nasıl olduğunu anlamadığım şekilde, -çalışmıyorum etmiyorum, para kazanmak için özel bir çaba sarf etmiyorum- bir bakıyorum elimde bir anda para birikiyor. O parayı yine hemen birilerine aktarıyorum. Eskisi gibi duyurmadan, çünkü o, o anın psikolojisi ve enerjisiyle, o zamanın ruhuyla yaptığım bir şeydi şimdi öyle bir şey yapasım gelmiyor ama arkadaşlarıma soruyorum veya halihazırda ihtiyaç duyanlara ben teklif ediyorum.

A: Bu deneyleri yaptın, sonraki süreçte topluluk olayları başladı sanırım…
E: Aslında işten ayrıldığım 2012 yazında Anadolu Jam’le birlikte hayatıma topluluk kavramı girdi. Anadolu Jam, 2011'den beri her yıl düzenlenen bir haftalık birbirini sevme, topluluk olma pratiği… Bir hafta boyunca bütün hayatımıza, içimize bakabildiğimiz, birbirimizi gördüğümüz, duyduğumuz harika bir etkinlik. Zaten benim “yeni” hikayem orada başladı, oradan sonra göçebelik, hayata güvenmek vs. kendi kendine, kendi ritminde gelişti. Kırla, köyle tanışmak, Flora’ya gelmek, gönüllü olarak diğer ekolojik çiftliklere gitmek gibi yeni yollara beni hazırladı. Göçebelik ise iki yıla yakın sürdü ve 2014’te Çandır’da yaşamaya başladık.

Fakat bundan da önce ilk kırsala yerleşme girişimim burada, Flora’da oldu. Kısa süreli gönüllü deneyimler yerine bir yere yerleşme fikri, ilk kez Flora’da içimde yeşerdi. 2013’te buraya birkaç kere geldikten sonra, bir sonraki gelişimde “Ben buraya bir süre kalmaya geleceğim” dedim ve sen de Selahattin de kollarınız açık bir şekilde buyur ettiniz beni. 2013 Mayıs’ta buraya geldim kalmaya ve o zaman Selahattin’in kurduğu şu cümleyi hatırlıyorum; “Bir beklenti veya baskı hissetme üstünde, istersen bir hafta kal, istersen 5 yıl kal, istersen sürekli kal, bizim öyle bir söz beklentimiz yok” demişti ve o beni çok rahatlatmıştı. Ben de en azından 5-6 ay kalmaya niyetliydim ki geldikten 3-4 hafta sonra Gezi direnişi başladı. Ben de çadırımı, tişörtlerimi, çantamı olduğu yerde bırakıp ufacık bir sırt çantasıyla çıkıp İstanbul’a gittim ve sonra da bir türlü geri gelemedim. İşte, hayat başka türlü esti o süreçte ve bunun üzerine yaklaşık bir yıl daha ben yine göçebe olarak yaşadım.

A: Yardımlara gittin insanların evine diye hatırlıyorum, insanların evlerinde kalıp bahçelerine ve hayvanlarına göz kulak oldun, evlerini yapmalarına yardım ettin, bir taş evde yaşadın bir süre…
E: Evet, ne kadar çok şey olmuş yahu. Bir süre de İzmir’de bir arkadaşımızın taş evinde Burcu (Ertunç) ile bir 4-5 ay geçirdik. O da ilginç bir süreçti, tam böyle ne yapsak bu kış derken önümüze çıktı, o süreçte her şey öyle oldu zaten, tam “Acaba şimdi ne olacak?” derken önüme bir kapı açıldı. Artık buna güvenmeye başlamıştım, ne zaman bir boşluk hâli olsa “dur şimdi bir şey olacak” diyordum ve oluyordu…

Kışı da öyle geçirdikten sonra, 2014 baharında göçebeliğin artık miadını doldurmuş onu fark ettim. Tam o zamanlarda Begüm, bir yıldır yaşadığı Çandır’da yaşamak üzere beni ve Burcu’yu davet etti. Bülent (İnci) de orada yaşıyordu o dönem ve Begüm “Gelin hep beraber topluluk olarak yaşayalım” dedi. O zamanlar topluluk hayalleri kuruyoruz, bunun üzerine sohbetler, yazışmalar, atölyeler, “Barış Köyü” toplantıları yapıyoruz. Ve 2014 Mayıs’ında Çandır’da 4 kişi yaşamaya, öyle bir ortak yaşam deneyimlemeye başladık.

Toplam üç yıl boyunca Çandır’da yaşadım, bir yıl sonra Bülent aramızdan ayrıldı; Burcu, Begüm ve ben kaldık. Sonra yan tarafta ufak bir ev daha vardı, oraya da bir başka arkadaşımız (Gülengül Anıl) taşındı. Yine dört kişi olduk, bu süreçte hayatı paylaştık, ev işlerini paylaştık, parayı ortaklaştırdık. Ortak kasemiz oldu para için, bir ara hesap-kitap tuttuk; ‘kim, ne kadar koyuyor’ diye, sonra onu da bıraktık. Artık isteyen istediğini koyuyordu, isteyen istediğini alıyordu, böyle bir üç yıl geçti.

A: STK’lardaki, iş hayatındaki Emre ile şimdiki Emre sohbet etseler birbirlerine neler anlatırlardı?
E: Bununla ilgili bir yazı da yazmıştım 2012 yılında, muhtemelen o zamanın Emre’si bu zamanın Emre’sine bir hayli şaşırırdı. Çok yargılardı, çok yadırgardı, “Ne işin var burada, manyak mısın!” derdi, “O kadar okudun, ettin, iş hayatın var, iyi-kötü bir kariyerin var, ona yazık olmayacak mı?” derdi. Sonra kurtarılacak bir dünya var şehirde; politika, aktivizm, sokaklar, meydanlar… O zamanlar çok aktif olmasam da sokağa çıkan, eylemlere giden bir insandım. O şekilde dünyayı kurtarma sürecine katkıda bulunduğumu düşünüyordum. O zamanın Emre’si şimdinin Emre’sini bu konuda da çok ciddi yadırgar ve “Ohooo sen tabii takılıyorsun, keyfine bakıyorsun, biz ne olacağız burada?” falan derdi muhtemelen. Tam bu cümlelerle olmasa da böyle düşünen çok fazla arkadaşım oldu.

Bugünün Emre’si ise o günün Emre’sinin yansımalarını başka arkadaşlarında görüyor zaten. Bugünün Emre’si çok keyifli, çok mutlu ve çok küçük bir hayatta çok mutlu olunabildiğini, herkese yer olduğunu gördüğü için onları bu taraflara çekme isteğiyle yanıp tutuşuyor. Gerçi bir ara daha da fazla yanıp tutuşuyordum, bu aralar duruldum. Bu konuda herkesin kendi zamanı olduğunu biliyorum artık, –ki bazısının zamanı hiç gelmeyebilir de. Ama gerçekten bu kadar keyifli yaşarken ve mutlu, küçük, çok fazla paraya ihtiyaç duymadan, huzurlu, koşturmadan, egzoza boğulmadan ve çok da zor olmayan bir şekilde yaşayabildiğimizi görürken, o çileleri çekenlere bazen haddim olmayarak üzülüyorum ve yaşamlarını değiştirmelerini diliyorum. Bu konuda kimseye baskı yapmıyorum ama destek isteyenlere de yardımcı oluyorum.

A: İlkler, ilkler! Bir de kitap süreci var.
E: Evet, ben bunları yaşarken ve yollardayken, sürekli yazıp çizdim. Bu yazıların içinde “şuraya gittim, bunu yaptım” da vardı, “farklı bir dünya mümkün”ün hayallerini kurduğum, belki kendimce formüle ettiğim fikirler de… “Nasıl daha iyi yaşarız?”, “Nasıl bir hayat kurmalıyız?”, “Nasıl bir topluluk oluşturabiliriz?” gibi sorular için fikirler üretiyor ve bloglarımda, sosyal medyada paylaşıyordum.

Sonra bu fikirleri, bu bilgileri, hem yolculuğun kendisini hem de o yolculukta çıkan ürünleri toparlamak istedim ve bunları bir kitaba dönüştürmeye karar verdim. Yazmaya yeltendim bir kere, bayağı bir emek verdim, sonra olmadı, kaldı. Sonra bir kez daha yeltendim, yine olmadı. Ancak üçüncü denememde bir sonuca varabildim. Uzun bir süre ismi yoktu kitabın. Sonra ismi de geldi; "Yeni"ye Doğru. Böylece kronolojik olarak 2012’de başlayıp 2014’ün Eylül’ünde sona eren bir kitap ortaya çıktı.

Kitabın baskı ve dağıtım süreci çok keyifliydi, bu da bildiğim kadarıyla bir ilkti. Başta kararsız olmama rağmen birkaç yayınevine gönderdim, kitabın sistemin içine girmesine, büyük kitapçılarda bu kitabın satılmasına içim tam elvermiyordu. Öte yandan daha fazla kişiye ulaşması için normal bir yayın evinden basılması da iyi bir fikirdi. 5-6 yayınevine yolladım, görüştüm, yorumlar aldım vs. ama o veya bu nedenle hiçbiri basmak istemedi ve çok da güzel oldu. Tam da o sırada içimin rahat etmeme kısmı rahatladı ve ben bu işi bir şekilde çevremle, eşle-dostla duyurarak yapabileceğimizi düşündüm ve bir duyuru yaptım yine blogdan; “Böyle bir kitap yazdım, bunu bastırmak istiyorum ve desteğe ihtiyacım var. Hem mali bir destek hem de dağıtım desteği lazım. Bu, kitabın dizgisi, kapak tasarımı gibi konuları da kapsıyor”. Çok şükür ki yine pek çok kişi işin ucundan tuttu, kimisi para yolladı, kimisi kapak tasarladı, öbürü dizgisini yaptı, diğeri dua etti, diğeri dağıtımına yardımcı oldu… Derken topluluk desteğiyle kitap 2016 Mart’ta basıldı.

Kitabın kapağında “Bu kitap topluluk desteğiyle hayata geçmiştir” diye yazıyor. Arka kapağında “Ederi yoktur, hediyesi çoktur”, üçüncü beşinci sayfasında “Bu kitabın hiçbir hakkı saklı değildir” yazan, normal kitaplarda ne yazıyorsa tam tersini ifade eden, farklı bir kitap ortaya çıktı.

Dağıtımını da yine tanıdık mekânlar aracılığıyla yaptık. Ankara’ya, İstanbul’a, İzmir’e, Çanakkale’ye, Fethiye’ye kitaplar yollandı. Bunları genellikle arkadaşlar taşıdı, kimisi kendi gitti aldı kitapların durduğu yerden, ilgili yere götürdü. Mesela gönüllü olarak kitabın dizgisini de yapan İdil (Ateşli) kitapları dağıta dağıta İstanbul'dan İzmir’e geldi, beni oradan aldı köye götürdü, geri kalanını Antalya’ya getirdi, çok emeği geçti gerçekten. Sadece birkaç kere kargo kullandık, en çok “eş-dost kargo”yla, kim ne kadar yapabiliyorsa, onar-on beşer taşıdık. Gerçekten muhteşem ötesi bir süreç oldu. Kitap bin adet basılmıştı, neredeyse tükenmek üzere. Bandrolsüz basıldı bu arada tabii ve satılmıyor olması benim çok hoşuma gitti çünkü parayla olan ilişkimi armağan ekonomisi üzerinden kuruyorum.

Bu arada kitaba da tabii çok ciddi destek geldi, ondan da bahsetmeliyim. Sayı olarak tam aklımda değil ama en az 40 – 50 kişinin maddi desteği, en az 30-40 kişinin diğer alanlardaki destekleriyle hayat buldu bu kitap ve çok da ucuza mâl oldu. Bandrollü olmadığı için satılamıyordu, bu zaten benim hoşuma giden bir şey. Ben yıllardır herhangi bir şey için önceden ücret belirleyerek para edinmedim hiç. Kitap da bu sürece eşlik etmiş oldu. Dağıtım noktalarından, özellikle büyük şehirlerde, insanlar sadece gittiler ve “burada Emre’nin kitabı varmış” dediler, kitabı aldılar ve çıktılar ellerini kollarını sallayarak, herhangi bir şey vermelerine gerek kalmadan…

A: Burada nasıl bir deney yaptın armağan üzerinden?
E: Deney yapmak değildi oradaki derdim ama armağan ekonomisinin sevdiğim yanlarından biri, önceden belirlenmiş bir karşılığa dayanmayan alışveriş biçimlerine işaret ediyor. Eski zamanlarda para yokken, herkes yapabildiği kadarını yapıyordu ve ihtiyacı olanı alıyordu. Kabilelerde, topluluklarda kimisi ağaç işleriyle ilgileniyordu, kimisi ev yapıyordu, kimisi yemek yapıyordu, kimisi ot topluyordu, kimisi şifacıydı… Herkes armağanını sunuyor ve karşılığında ihtiyaçlarını görüyordu. O şekilde bir düzen ve sistem vardı. Sonra çok büyüdü tabii her şey ve para diye bir kavram devreye girdi.

Bugün binlerce yıl önceki bu armağan sistemin parayı da içerecek şekilde kullanılmasına dair fikirler var. Örneğin; parayı bir enerji olarak görebilir miyiz? Bu, parayı ‘kirli’ bir şey olarak algılamaktan vazgeçip onunla ilişkimizi şifalandıran bir şey aslında.

Bu sistemi basit bir şekilde şöyle anlatabilirim; mesela ben bir ekmek yaptım ve sana verdim, “Bu, 10 liradır” demek yerine, “Ayşeciğim bu, benim zaten severek yaptığım bir armağanım ve bunun karşılığında parasal ya da başka bir şekilde bana bir armağan verebilirsin” diyerek alışveriş yapmak. O an belki içinden para vermek ya da belki ihtiyacım olan, yetiştirdiğin bir ürün vermek gelecek. Armağan ekonomisi bu tip alışveriş ilişkilerini kapsıyor ve dediğim gibi, paranın da bu ilişkinin içerisinde girmesinde ben hiçbir sakınca görmüyorum. Günümüz dünyasında, parasız yaşamak bir tercih olabilir ama çok zorlayıcı olur bence ve buna gerek görmüyorum. Dolayısıyla parayı da şifalandırarak, o kötü etkilerinden arındırarak kullanabilir miyiz, hayatımıza katabilir miyiz diye düşündüğümüzde armağan ekonomisi uygulamalarından faydalanabiliriz.

Kitap da bu şekilde hayat buldu, insanlar kitaplarını sadece alıverdiler herhangi bir şey vermelerine gerek kalmadan. Okuduktan sonraki hissiyatlarına, içlerindeki şükran duygusuna ya da oluşan verme ihtiyacına göre kitaptaki iletişim bilgilerim üzerinden benimle iletişime geçtiler. Tabii herkes değil, kimisi iletişime hiç geçmedi, belki bazısının içinden gelmedi. Belki bazısı kitabı aldı ama henüz okumadı. Bazısı vermekten korktu, işte o verme korkusu -eksildim, azaldım korkuları- birçoğumuzda çok çok var.

Ama vermek isteyenler de bana yazdılar, bir şekilde iletişime geçtiler. Kimisi para yolladı, kimisi memleketinden gıda dolu koli yolladı, kimisi başka kitaplar yolladı. Bu insanların birçoğuyla yüz yüze tanıştık ve çok keyifli deneyimler yaşadım. O kitapevlerinin, dağıtım şirketlerinin olmaması, kitabı belki normalde ulaşabileceğinden daha az kişiye görünür kılmış olabilir ama ziyadesiyle içime sinen bir süreç oldu. Sürecin epey tadını çıkardım ve hâlâ da çıkarıyorum.



A: Benim de aklımda ve kalbimde kalan; senin kitabını okuyup sana destekte bulunan, minnet duygusuyla sana karşılık vermek isteyen insanlarla bağ kurman ve bunların neticesinde, bu armağanlaşma sonucunda oluşan ilişkiler ve hikayeler oldu…
E: Kesinlikle… Çok insanla tanıştım o süreçte. Buluştuk, yemekler yedik kahveler içtik. Bunun için özellikle kitapta veya blogda hesap numaramı da paylaşmıyorum ki bana yazmak zorunda kalsınlar. Ben sadece para gelsin istemiyorum, o zaman bir ilişki kurulmamış oluyor. Daha doğrusu tek taraflı kuruluyor, evet, ben bir şekilde onlara ulaşmış oluyorum ama onlardan da en azından bir ‘merhaba’yı duymak istiyorum herhangi bir karşılık almadan önce. O yüzden de herkese tek tek, üşenmeden, uzun uzun cevaplar yazıyorum. Çoğu zaman soruyorum, “Bu kitap/yazı sende neler canlandırdı?” diye. Bazısı uzun uzun yazıyor, “Kitabı okudum ve şunu hissettim” diye. Bazısı bazı yerlerine eleştirel yaklaşıyor, önerilerde bulunuyor. Böylelikle işte o ilişki kuruluyor, bağ kuruluyor, zaten hani en büyük hediye de bu oluyor başlı başına. Gelen o koliden, paradan başka, onların ötesinde böyle bir müthiş karşılık alıyorum.

Bu sisteme, armağan ekonomisi dedik, başka başta tabirler de zaman zaman kullandık, kullanıyoruz. Ben bir süredir gönül bedeli tabirini çok seviyorum. ‘Bir şey aldım ve karşılığında ne vermek istiyorum’ bakış açısına daha güzel işaret ediyor sanki. Genelde onu kullanıyorum.

Kimi zaman ufak tefek buluşmalar, atölyeler, yürüyüşler düzenliyorum. Bunları son derece amatör bir ruhla gerçekleştiriyorum ve hiçbirinin bir fiyatı olmuyor. Dolayısıyla gelen kişiler istediği karşılığı vermekte özgürler ve etkinliğin ya da buluşmanın sonunda kendileri karar veriyorlar. Paraya erişmekle olan ilişkim bu şekilde değişti, benden gidişiyle olan ilişkimin de bu şekilde olmasını istiyorum aslında. Ama bu benle biten bir şey değil, parayı vereceğim kişinin de bu şekilde uygulama yapıyor olması gerekiyor. Tam bir armağan ekonomisi sisteminde yaşamak için, biraz daha zaman gerekiyor galiba.

A: Bir de otostop maceraların var, onlardan bahset istersen, biraz anlatmak ister misin?
E: Son 7-8 aydır biraz daha az kullanıyorum ama yaklaşık 5 yıldır epey otostopla seyahat ettim. Çok keyifli deneyimlerim oldu. Güzel dostluklar oluştu. Örneğin; beni aracıyla Alanya’dan Antalya’ya kadar götüren Samet ile iyi bir dostluk kurduk. İki saatlik yolculukta müthiş bir sohbet ettik, ardından Facebook’tan arkadaş olduk ve yazıştık. Antalya’da da bir kez beni konuk etti. İki saat birlikte yolculuk yaptığımız bir adama ben güvendim, o da bana güvendi. Eşinin ve çocuğunun olduğu evine çağırdı. Hala arada bir yazışıyoruz, sık sık olmasa da.

Bunun haricinde komik anılarım da var, bu röportajda anlatmakta zorlanacağım anılarım… Enteresan ağabeylerimizle de karşılaşmışlığım, onları dinlemişliğim var.

A: Armağanlaşma hikayeleri de anlatıyordun otostopla ilgili…
E: Evet, galiba, 2013 yazıydı. Çanakkale tarafından yine Antalya-Alanya tarafına doğru gelecektim. Mehmet diye biri beni arabasına aldı. Çok kısa bir yolculuk yaptık onunla, herhalde 40 km’yi paylaştık. O biraz daha öteye, Burhaniye’ye kadar gidiyordu. Ama çok kısa, çok güzel bir sohbet ettik. Hayata bakışımız örtüşüyordu. Beğendi benim yaptıklarımı, düşündüklerimi. O da benden birkaç yaş büyük, genç bir adamdı yani aslında. Bu arada yol boyunca, “Otostopla zorlanma, uğraşma, ben sana biletini alayım, rahat rahat git otobüsle” dedi. Ben de “Bu, sadece parasal bir şey değil, bu yolculukların sohbetlerini seviyorum, bak senle tanıştık otostop sayesinde” dedim. Bir daha, bir daha sordu ısrarla… Ben gerçekten istemiyorum. “Zaten çok istesem, var o kadar param” dedim. “O zaman ben sana en azından kahve ısmarlayacağım” dedi. Sahilde bir yere yakın bir kahve içtik. Sonra tekrar beni ana yola bırakırken, bir kez daha ısrar etti. Ben istemediğimi söyleyince de “Tamam o zaman ben sana nakit çıkacağım!” dedi ve 100 lirayı elime tutuşturdu. Ben de o sıralarda almak konusunda çok rahat değilim ama yeni yeni rahatlıyorum. Aslında bir şey verildiğinde alınabilir yani para da olabilir bu, bir tane elma da olabilir. Ama ben o zamanlar biraz biraz zorlanıyordum ve dedim ki; “Ben bunu alırım almasına ama gerçekten ihtiyacım yok, bunu bil”. O da “Bende çok var zaten, almanı istiyorum” dedi. Sonuçta hem beni bir yerden bir yere götürmüş, hem kahve ısmarlamış üstüne de para vermiş odu. Pek çok otostop hikayesi vardır böyle zaten, bir sürü kişiye yemek ısmarlarlar…

A: Yol melekleri onlar.
E: Böyle bilet için ısrar etmesi filan çok tatlıydı. Bunun gibi başka hikayeler de var yani, başkalarının da teklif etmişliği var bilet almayı. Paylaşabileceğim bir başka hikaye de; bir kurabiye fabrikasının çok genç bir kurucusu ile yolda tanışmıştım. Benden daha gençti, o zaman 27 yaşındaydı. Onunla iki-üç saatlik bir yolu paylaştık ve yolda o bana soruyor, ben anlatıyorum, o bana soruyor ve ben anlatıyorum… Bir yandan da “Abi, Allah aşkına sus bak kapatacağım fabrikayı, bütün hayatımı değiştireceğim” deyip durmuştu. Sonra yine dayanamayıp sorular soruyordu. Çok keyifli ve çok güzel bir sohbetti…

A: Senin anlatmak istediğin şeyler var mı? Belki seni heyecanlandıran hayaller, yeni şeyler…
E: Çok var. Tam zamanlı bir işte çalışmayan ve büyük oranda istediği gibi yaşayan bir insan olarak söylüyorum bunu. Belki o yüzden söylüyorum bunu, ona rağmen değil, çünkü böyle olunca daha da fazlasını yapma potansiyeli ortaya çıkıyor. İçimde bir sürü hayal var… Bir tanesi yolda olmak istiyor, bir tanesi yürüyüşler yapsın, doğayı daha çok keşfetsin istiyor, bir tanesi evinde otursun kitap yazsın istiyor, öbürü tarımla uğraşmak istiyor falan. Yani işte bir sürü şey çok heyecanlandırıyor şu anda beni. Zaten işte en büyük derdim -en büyük derdim de bu olsun ama- seçim yapmak oluyor genelde. Hepsi çok güzel işin güzeli. Yapacak çok şey var hayatta.

Bazı arkadaşlarımdan eskiden, belki yakınlarda da olmuştur, sohbetlerimizde, “İş kötü-mötü de işte iş olmasa ne yapacağız? Nasıl zaman geçecek?” cümleleri duyardım. Ama o kadar çok yapacak şey, o kadar çok farkına varmadığımız armağanımız var ki ortaya çıkmayı bekleyen… Bunun için de biraz boşluk gerekiyor. Boşluk olduğunda ortaya çıkacak o armağanlar, öyle harıl harıl koştururken, haftada 6 gün çalışırken, yollarda kendini tüketirken çıkmıyor armağanlar ya da daha zor çıkıyor diyelim.

Sonuçta bugün bir sürü şey heyecanlandırıyor beni. Çok fazla şey yapmak istiyorum ve nihayetinde zamanı ne kadar iyi de kullansak, zamanı esnetsek de bir sınırı var nihayetinde, en azından algıladığımız kısmıyla bir sınırı var. O yüzden bazen hangisini seçeceğimi şaşırabiliyorum. Nereden yürüyeceğime, hangi yolu yürümenin benim ve dolayısıyla da bütün için en hayırlı olduğunu bulmakta zorlanabiliyorum.

Ama en makro hayallerin başında, topluluk olarak yaşama isteği var. Bu, yıllardır kurduğum bir hayal. Üç-dört kişilik mini bir topluluk deneyimimiz oldu ama daha da büyük bir grup olarak bunu deneyimlemek istiyorum. Bir arazide, doğada bir grup insanla birlikte minik bir köy oluşturmak ve orada üretmek… Beraber yemek, içmek; beraber oyun oynamak, dans etmek. Birlikte yaptığımız evlerimizde, kendi özel alanlarımızı yaratarak ama bir arada, birlikte yaşamı paylaşmak üzerine bir hayal. Diğer her şey bunun etrafında dönüyor aslında.

Mesela, doğa yürüyüşleri yapıyorum zaman zaman. Son günlerde azaldı biraz. En azından kendi keşiflerim azaldı. İnsanlarla birlikte yürüyüşler yine yapıyorum ama yeni yollar keşfetmek istiyorum. Yürümek istiyorum. Çantamı sırtıma alıp yine yollara düşmeyi arzuluyorum. Diğer yandan ritimle ilgili çalışmak istiyorum. Davul çalmak istiyorum. Ona hiç sıra gelemiyor, çok sevmeme ve istekli olmama rağmen. Yazmak istiyorum, kitap yazmak, daha fazla yazmak, kurgu bir şey yazmak. Birkaç fikir var aklımda, onlara eğilmek istiyorum.

Doğayla ilgili bir sürü şey, tarım – toprakla ilgilenmek, gıda ormanları kurabilmek… Hepsi ilgimi çekiyor, bunların hepsi beni çok heyecanlandırıyor. Bir yandan da armağan ekonomisi atölyeleri yapayım, gezeyim, fikirleri tekrar tekrar çekebiliyor beni bazen. İnsanların zaten içinde olan o armağan ruhunu ortaya çıkarmak, ona bir kıvılcım çakmak…

Öte yandan oyunlarla aram çok iyi, oyunlar oynuyorum, oynatıyorum. Daha fazla oyun oynatmak istiyorum. Yani bir sürü şey istiyorum. Hepsi çok keyifli, çok şahane. Ve hayattan keyif almak istiyorum. Zaten hiç azalmayan ve hiç değişmeyecek bir şey bu.

Seçim konusu bazen zor olabiliyor. Hangisi gerçekten benim yolum? Hepsi olabilir azar azar ama ana eksen hangisi olabilir diye bazen kestiremiyorum. Sonuçta istediklerimi yapmak istiyorum. Kültürün ya da sosyal normların yüklediği şeylerle pek ilgilenmiyorum. Tortuları mutlaka var üzerimde ama çok da kaile almıyorum bütün bunları. Dilediğimce yaşamak istiyorum ve bu benimle sınırlı kalmasın, başkalarına da sıçrasın istiyorum. Böyle yaşayan tek kişi ben değilim, neyse ki. Daha fazla kişi böyle yaşasın. Böylece de dünya kendi kendisini tedavi etsin, güzelleşsin. Kurtarmaya çalışmak değil; istediğimiz gibi yaşadığımızda, keyif aldığımızda, ürettiğimizde, güldüğümüzde, oynadığımızda zaten olacak bu. Ne zaman olacak, onu bilmiyoruz...

Röportaj - Düzenleme: Ayşe Dirikman Kalıpçı, Bahar Topçu, Funda Aydın

Mail: emreertegun@gmail.com 
Facebook: facebook.com/emrettin