Sayfalar

16 Ağustos 2018 Perşembe

"neden?"

"Neden?" sorusunu uzunca bir süredir mümkün mertebe, -en azından farkındalıklı kalabildiğim sürece- kullanmıyorum.* Bu sorunun arkasında gizli bir şiddet yatıyor gibi geliyor bana.

* Nesnel değil, öznel durumlardaki "neden" sorusundan bahsediyorum. Aşağıda daha açık bir şekilde anlatmaya çalışacağım.

Zira bu soru, çoğunlukla, bir şeylerin yanlış olduğuna dair değerlendirmemizi ve ön yargımızı içeriyor ve pek sıkıntılı. Bu sorunun muhatapları, yani hepimiz, hemen her seferinde aniden savunmaya geçiyoruz. Zira daha ziyade doğru gitmeyen bir şeyler olduğu düşünüldüğünde sebep sorgulamaya, hatta bir nevi hesap sormaya meyilliyiz gibi geliyor bana. Bir şey "olması gerektiği gibi" akıyorken bu soruyu duyma olasılığımız pek düşük.

"Olması gerektiği gibi"yi tırnak içine almam boşuna değil. Geçmişte de buna dair bir şeyler karalamıştım ("olan" ve "olması gereken"); bir "olan" var, bir de "olması gereken", yani olması gerektiğini düşündüğümüz. "Olan" gayet açık ve nesnel bir gerçeklikken*, "olması gereken" sonuna kadar özneldir. İsterse belli bir insan grubunun %99'unun "olması gereken"i aynı olsun, bu, yine de bunun öznel olduğu gerçeğini değiştirmez. Bunun farkındalığını çok önemli buluyorum.

* Dikkat! "Olan"ın nesnel bir gerçeklik olması, bizim onu bütünüyle ve nesnel bir şekilde kavrayabildiğimizi göstermez. Aynı "olan"ı herkes kendi nesnel bakışıyla anlamlandırmaya çalışır ve yorumlar; çoğu zaman bambaşka şekillerde...

Örneğin en zorlandığım "neden?" sorusu, yeni tanıştığım birinden veya eski bir dosttan, hiç fark etmez; köyde yaşıyor olmama rağmen neden tarım-toprak işleriyle pek ilgilenmediğimin sorgulanması şeklinde zuhur ediyor. Soran kişi bunu tüm masumiyetiyle ve üstüne düşünmeden soruyor ve kötü bir niyeti yok elbette; köyde yaşayan kişinin otomatik olarak toprakla ilgilenmesi gerektiğini (ya da ilgileneceğini) varsayıyor ve sadece soruveriyor. Sorunun muhatabı Emre ise, zaten çok zorlandığı bu konuya dair cevap verirken akla karayı seçiyor. Çünkü Emre, bu işleri yapmayı çok istese ve zaman zaman kısmen yapmış olsa da bir türlü yoğunlaşmayı ve istikrarlı bir şekilde ilgilenmeyi becerememiş ve bundan dolayı kendini zaten kötü hissedegeliyor. Konuya dair tecrübe ve bilgi eksikliğinin yanı sıra, arka planda Demokles'in kılıcı gibi sallanan öyle bir "ben yapamam, ben beceremem" kalıp-düşüncesi var ki hemen her türlü somut üretim isteğini fena halde baltalıyor. Diğeri tüm bunlardan habersiz, otomatik olarak gelen soruyu aktarıyor sadece ama karşı tarafta, pıfff neler neler olabiliyor... :))

Alternatif ne olabilir? Sadece bir örnek:

"Eee, bostan falan yapıyor musun bari?"
"Yok, ona pek vakit ayıramıyorum."
"Anlıyorum; nasıl geçiyor mesela bir günün, nelerle ilgileniyorsun?"
...

"Aaa neden?" diye sorulması yerine böyle bir akış durumu o kadar farklılaştırıyor ki... Konu gerçekten canlıysa ve karşı tarafta merak uyandırıyorsa da farklı bir şekilde sorulabilir en azından: "Hımmm; vaktin olsa yapmak ister miydin?" gibi bir soru sorulup olumlu yanıt geldiği takdirde "Peki bunun için neye ihtiyacın var?" gibi bir şeyle devam edilip o kişi desteklenebilir. "Aaa neden?"den çok farklı bir yere götürür bizleri.

Bu, benim yaşadığım ufak bir örnek olmakla birlikte "neden" sorusunun yarattığı -belki biraz abartılı bir ifade olabilir ama- terörü her yerde, herkeste, sıkça gözlemliyorum.

***

Bir de "iyi" ve "kötü" bulduklarımıza göre bu soruyu sorduğumuzu ya da sormadığımızı fark ediyorum. İyi bulduğumuz, sevindiğimiz şeyler için sormadığımız "Neden?" sorusu, olumsuz olduğunu düşündüğümüz durumlarda hemencecik ortaya çıkıveriyor. Örneğin şöyle bir gözlemim var: İnsanlar ne zaman bir boşanma haberi duysalar "neden?" diye soruyorlar, arkasında "ne olmuş ki?", "anlaşamamışlar mı?", "başka biri mi varmış?" gibi alt sorularla. Bu insanlar için bir arada kalmak iyi, güzel, hoş olan iken ayrılmak nahoş. Bense, mesela, birilerinin evlendiğini duyduğumda "neden?" diye soruyorum; arka planda "ne gerek varmış ki?", "takılsalarmış ya", "niye sistemin dayattığı birliktelik formuna boyun eğmişler ki?" vs diye düşünerek. Ve bu ikisinin birbirinden farkı yok. İkincisinde de benim birtakım doğrularım devreye giriyor ve buna uygun davranmayanları -çoğunlukla içimden- sorguluyorum; hepsi bu.

*** *** ***

Görsel: İlknur Urkun Kelso


Değinmek istediğim diğer bir konu, her şeyin birbirini etkilediği ve sebep sonuç ilişkilerinin çoğu zaman bize göründüğü kadar basit olmadığı. Yani öznel ya da nesnel bir konuda "neden" sorusunu sorup birtakım sonuçlara ulaşıyoruz belki fakat her şeye etkiyen o kadar fazla değişken var ki bir şeyin neden(ler)ini gerçekten bulmak o kadar da kolay değil aslında.

Mesela geçen kış arka bahçeye diktiğim pırasa fideleri neden büyümedi? Lahana ve karnabaharlarla karışık diktiğim için mi, az suladığım için mi, toprakta yeterince organik madde olmadığı için mi, bu kış kış gibi geçmediği için mi, yoksa bambaşka sebeplerden dolayı mı? Bu ve diğer etkenlerin yüzdesel etkileri nedir? Hangisi ne kadar etkiledi? Aklıma gelmeyen ve asla gelemeyecek olan başka sebepler de olabilir mi?

Veya Ayşe'yle Ahmet niye evleniyorlar? Sisteme boyun eğdikleri için mi, Ayşe işinden ayrılabilsin ve tazminat alabilsin diye mi, artık çok yaşlı olan Sevim teyzelerini memnun etmek için mi? Bilinç altlarında yer alan diğer sebepler, gelinlik giyme hevesi, pratik nedenler vs. Aynı şekilde bu sebeplerden hangileri gerçek ve ağırlığı ne, kim bilir ne gibi diğer sebepler olabilir...

Pırasaların büyümemesi gibi pratik konularda neden sorusu yine de faydalı elbette. Kesin bir cevap bulamayacak olmamız, bu soruyu sormamızın ve birtakım sonuçlara ulaşarak bir sonraki denemede daha iyi pırasa yetiştirme ihtimalimizin önünde durmasın. Fakat iş Ahmet'le Ayşe'nin evliliğine ya da boşanmasına gelince; işte bu ve benzeri durumlardaki "neden" sorularını yavaşça yere bırakıp sadece dinlemekte, anlamaya gayret etmekte ve yargılamamakta büyük fayda var.

*** *** ***

Zaten davranışlarımızın, seçimlerimizin arkasındaki sebepler sonsuz olmakla birlikte kişisel kararlarımı çok daha duygusal bir şekilde almaya ve sonra bunları gerekçelendirmeye meylettiğimi fark ediyorum (herkesin böyle olduğundan emin değilim ama bence öyle); ki bu da nedenleri sorgularken önemli olabilir. Yine ufak bir örnek, söylemek istediğimi daha anlaşılır kılacaktır: İki ay kadar önce kırsalda yaşayan ve çok sevdiğim dostları ziyaret ettiğimde içimde orada yaşama, oraya yerleşme heyecanı çok güçlü bir şekilde var etti kendini. Sonradan fark ettiğim üzere, o süreçte bu heyecanımı haklı kılacak türlü neden sıraladım ve bu ihtimali rasyonalize ettim sürekli.

Gel zaman git zaman bu heyecanımda azalma hissettim, dostları yine ziyaret ettim ve şu an için bu adımı atmaya hazır olmadığımı fark ettim. Bu sefer de oraya yerleşmemeye dair türlü sebepler sıralanmaya başladı zihnimde.

Hatta öyle ki orada olduğum günlerde konuya dair düşünürken ve doğru olan kararı görmeye, hissetmeye çalışırken, içim biraz olsun bu fikre akmaya başladığında, yine beni oraya çağıran sebeplere ağırlık verdiğimi; bir an sonra bu ihtimalden biraz uzak hissetmeye başladığımda ise bu sefer oraya gitmemeye dair sebeplerin zihnimde yoğunlaştığını fark ettim.

Yani almaya çalıştığım karar an'dan an'a değişip dururken, zihnim hızla duruma adapte olup o andaki kararı doğru kılacak milyon tane sebep buldu. Oysaki hadise, çoğunlukla, arkadaki sebeplerde değil, içteki heyecanda bana kalırsa.

Tüm duygular gibi, hatta belki hepsinden daha hızlı değişebilen heyecan duygusuyla karar almak ne kadar doğru, onu da ayrı bir tartışma konusu olarak şuracığa bırakmış olayım. Şimdilik bu kadar.

(((Bugünlerde fena takıldığım bir şarkı var, yazıdan bağımsız olarak iliştiriyorum: https://open.spotify.com/track/0pFu0rH9bPiPNm7dTZ9Wzv?si=fRjxV54KRqySaZSH4gM4Mw )))

*** ***

Okuyucuya not: 

Bu blogda okuduklarınız sizde bir yerlere dokunuyorsa, bu yazılardaki paylaşımları ve emeği onurlandırmak ve yazana bir karşılık armağanı vermek (para veya diğer) ya da okuduklarınıza dair geri bildirimlerinizi, fikirlerinizi, kendi tecrübenizi, olumlu ve olumsuz eleştirilerinizi paylaşmak isterseniz,

emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşabilirsiniz.


Maddi ve manevi her türlü bağa ve armağana aç ve açığım.

Bu yazıyı, önümüzdeki günlerde çıkacağım Çanakkale yolculuğunun ulaşım masraflarına adamak istiyorum. Bir kısmı ya da tamamı çıksa ne güzel olur. :))

15 Ağustos 2018 Çarşamba

bocalamalarım - 2

Geçtiğimiz hafta yazdıklarıma ekleyeceğim bir-iki şey daha var. Bütünlüğü sağlamak isterseniz -ve eğer ki okumadıysanız- önce o yazıya uğramakta fayda var: bocalamalarım

*** *** ***

Bocalamamın en bariz görünen nedeni; iç sesimi duyamamak, heyecanımın nereye aktığını fark edememek ve bunun sonucunda harekete geçmek isteyip de geçemediğim zamanlarda atıl hissetmek diyebilirim. Geçenlerde içimde doğan düşünce şu oldu: "Bu aralar dünyaya pek bir şey vermediğimi hissediyorum." Bu düşünceye biraz bakmak ve bunun getirdiği diğer düşünceleri ve hisleri paylaşmak istiyorum.

Dünyaya pek bir şey vermediğimi bana düşündüren şeyler ne? Bu doğru mu? Hem dünyaya çok şey versem ne oluyor? Sahi kendimi ne sanıyorum? :)

Dünyaya bir şey vermek diye darlandığım şey üretim yapmak galiba. Son zamanlarda daha az ürettiğimi düşündüğüm için huzursuzluk hissediyorum içimde. Peki nasıl bir üretimden bahsediyorum? Bu konuyu epey önemsiyorum, zira bütüne hizmet etmeyen bir şey üretmektense hiç üretmemenin daha iyi olduğunu düşünüyorum. Hizmet etmekten kastım, o şeyin illaki elle tutulur bir şey olması değil; örneğin sanat üretimini, fikir üretimini ya da neşe üretimini de patlıcan ya da sandalye üretimi kadar önemsiyor ve gerekli buluyorum. Bir üretimin işe yaraması, üretim sürecinde üreticinin, tüketim sürecinde ise tüketicinin faydalanması, keyif alması ve bu süreçte kaynakların hor kullanılmaması demek bence. Üreticinin keyif almadığı veya tüketicinin gerçek bir ihtiyacını karşılamayan veya kaynakları fazlaca sömüren üretimleri hep birlikte çöpe atmak ve hafiflemek çok iyi bir fikir gibi görünüyor bana.

Halihazırda o kadar fazla kaynağı üretime, metaya, paraya çevirdik ki yerküremiz nefes almakta zorlanıyor. Dünyaya pozitif değer katmayacak şeyleri, para kazanmak veya değerli hissetmek veya zaman öldürmek vs. için üretmeyi durdursak ve sadece dursak çok daha hayırlı olacak.

Bunları nutuk çekmek için değil, kendimle ilgili nasıl bir yerde olduğumu anlatabilmek için yazdım. Örneğin bir yazı yazarken veya etkinlik çağrısı yaparken, önce içimden gelmiş olmasını önemsiyorum; sonrasında yazdığım şeyi okuyanların ya da çağrıda bulunduğum etkinliğe gelenlerin vaktini almaya değer bir şey yaptığıma kani olmak istiyorum ve bu süreçte fazla kaynak israfı olmaması için elimden geleni yapıyorum. Bunlar bende biraz otomatik bir hâle geldi, madde madde düşünüyor ve hesap yapıyor değilim ama bir şekilde değerlendiriyorum koşulları ve karar ortaya çıkıyor.

Zaten madde madde değerlendirerek sonuca ulaşmak pek kolay bir şey değil. Elma ile armut olsa yine iyi, asla karşılaştırılamayacak şeyler üzerinden ilerliyor bu değerlendirmeler. Ufacık bir örnekle açıklamak gerekirse, uçak yolculuklarının ciddi ölçüde karbon salımına yol açtıkları malumumuz; yurt dışından gelen kimi dostların gerçekleştirdiği bazı etkinliklerin ortaya çıkardığı fayda da öyle. Şimdi ben kağıt-kalemle nasıl hesaplayayım Andrew'un* Türkiye'ye gelişinin maliyetini ve faydasını. Şu kadar kilo CO2 salımını 15 insanın hayatında önemli dönüşümlerle karşı karşıya getirip nesnel/rasyonel bir sonuca ulaşmak ne mümkün. İşte burada sağduyu giriyor bence devreye, hissetmek giriyor. CO2 salımının zararlarının da, Andrew'un insanlara yapmış olduğu katkıların da farkındayım; bakıyorum, bakıyorum ve evet, dip toplamda etkinin pozitif olduğunu düşünüyor, hissediyor, değerlendiriyorum ve böylece bu tip bir çalışmanın içinde yer alabiliyorum. Mantıksal bir değerlendirme süreci değil bu, bir nevi sezgisel değerlendirme.

* Andrew Davies ile birkaç yıldır Türkiye'de Visionary Leader's Journey (Öncünün Yolculuğu) adlı çalışmayı gerçekleştiriyoruz.

***
Görsel: Şeyma Sayımlar

Laf lafı açıyor ve bu yazının gerekliliğini ve okuyanlara katacağı şeyleri de sorgulamama ramak kaldı. :)) Konuyu tekrar kendime ve bocalamalarıma getirsem iyi olacak.

Son zamanlarda daha az üretim yapıyor olduğum düşüncesi beni boşluğa düşürüyor ve faydasız hissettiriyor sanki. Bütün bunlar elbette ki egomdan geliyor ve fakat egoyu tukakalamak için söylemiyorum bunu; sadece farkındalık olarak şeyediyorum. Kendimi daha faydalı hissetmek istiyorum ve öyle olmadığımı düşündüğümde içim sıkışıyor. Ve evet bu, yaptıklarımın bütüne hizmet etmesini istiyor olsam bile egosal bir durum. Fakat bunda kötü bir şey yok belki de. -Bir kez daha adını analım-, Andrew'un "pozitif ego" dediği tam da bu sanırım, bizleri hayırlı şeyler yapmaya iten benliğimiz...

Bu arada konu sadece üretim değil şu sıralar. Tüketimle ilgili de alışkın olmadığım bir dönemden geçiyorum. Son yıllarda tüketmeme konusu o kadar merkezime oturdu ve beni hareketsiz bıraktı ki zaman zaman bu konuda biraz aşırılığa kaçmış olabilirim. Parayı, karbonu ve diğer şeyleri tüketmemeye böylesine bağlanmak da, güzel bir temelden yükselse bile o kadar hayırlı olmayabilir gibi geliyor artık. Otostopla yol alırken yolunu 3-4 km. uzatarak beni daha pratik bir yere bırakmak isteyen şoförü engellemek o kadar da iyi fikir değil belki. Orada harcanacak fazladan karbon, bana o sıcakta yarım saat kazandıracaksa belki de iyi bir yere gidiyordur. Çağım'ın bir-iki yıl önce bir grup yazışmasında isabetle belirttiği üzere, anlık verimliliğin hiçbir anlamı yok ve önemli olan uzun vadede, büyük resimde verimli olanı seçmek galiba.

Bu şekilde düşünmeye başlamak ve tüketmeme konusunda bir miktar hafiflemek iyi geliyor. Son zamanlarda otostopta yol uzatmanın çok daha ötesine geçtim. Geçtiğimiz yıl bir anda elimde beliren para ile bir scooter aldım ve kısa-uzun hemen hemen tüm yolları onunla yapıyorum artık. İki yıl önce fazlaca bireysel tüketim (hem para olarak ama en çok da CO2 açısından) hissiyatına girerdim; şimdi girmiyorum, basıyorum gaza.

Son zamanlarda en şaşırarak yaptığım tüketim, Yanıklar'da arkadaşlarlayken ve akşamında yine o civarda başka bir yere gidecekken, 2,5 saat için eve gelmem ve sonrasında tekrar oraya dönmem oldu. İki yıl önceki Emre, bu 40 km.lik fazladan yolu katiyen yapmazdı, bugün ise yapıyor; karbonları da salıyor, yaklaşık 7-8 TL'lik masrafı da yapıyor.

Bu sadece ufak bir örnekti, bu tip başka ufak tefek yaramazlıklar da yapıyorum artık. Yalnız tüketim konusunda hafiflemekle birlikte "bozuldum mu ben?" sorusu da geliyor bazen zihnime (Gülmeyin!). Hani üniversitede solcu, devrimci olan kimileri birkaç yıl sonra sistemin tamamen içinde yer edinir, hatta zamanla doğayı ve diğer insanları sömürme yarışında ön sıralarda yer alır falan ya; bunun farklı bir versiyonunu yaşıyor olmaktan korkuyorum biraz. Zira belki tam da bu insanların geldiği noktaya yaklaşıyor olabilirim: "Ben mi kurtarıcam lan dünyayı?" Dünyayı kurtaramayacağımı kabullendim gerçi çoktan, dünyanın kurtarılmaya ihtiyacı olup olmadığı da ayrı bir olay zaten. Fakat dünyayı kesin olarak kurtaramayacağından eminken bile ilkeli davranmayı önemsiyorum. Fabrikalar ve diğer insanlar milyonlarca ton suyu sömürürken, ben bulaşık yıkarken biraz daha az su kullanmayı veya kullanmadığım zamanlarda bilgisayarımın fişini çekmeyi hâlâ kıymetli buluyorum. Hem kim bilir, belki de dünya, bu şekilde davranan bizlerin yüzü suyu hürmetine dönmeye devam ediyordur; aklım ermez.

Umuyorum ki tüketim konusunda bozulmamış da biraz dengeye gelmişimdir. Sarkaçın en uç noktasından biraz daha merkeze yaklaşmışımdır sadece.

Ama nihayetinde nispeten artan ve daha kolay akan tüketimimle azalan üretimim yan yana geldiklerinde bocalayabiliyorum işte. Kendimi zaman zaman miras yiyen bir umursamaz gibi hissedebiliyorum. İşe yaramayan, fayda sağlamayan vs...

*** *** ***

Bu satırları yazdığım an itibariyle bu düşünceler o kadar da yoğun değiller; bugünlerde daha dengede hissediyorum. Eskisinden daha fazla tükettiğim ve daha az ürettiğim düşüncesi gerçeği gösteriyor olabilir fakat bunu fark edip bundan huzursuz olmam, bir şeylerin muhtemelen değişeceğini (belki de değişmeye başladığını) gösteriyor. Lakin değiştirmek için yapmam gereken, yoğun bir çabaya girmek değil sanırım. Sakin olmakta ve bu duygu ve düşüncelerle kalmakta; onları gözlemlemekte ve nereden geldiklerini, köklerinin nerelerde olduğunu görmeye çalışmakta fayda var. Böylece, bana hizmet etmeyenler kendiliklerinden düşeceklerdir ve bu bocalamalardan alacağım güç beni bir yerlere taşıyacaktır. Diyeceğim odur ki, işte bunlar hep meditasyon!

8 Ağustos 2018 Çarşamba

bocalamalarım - 1

Geçtiğimiz Nisan ayında katıldığım bir çalışma öncesinde, kolaylaştırıcıların, gitmeden önce üzerinde çalışmamızı, kendimize sormamızı istedikleri birkaç soru vardı ve ana sorular "Who are you?" (Kimsin sen?) ve "Who are you becoming?" (Kime dönüşüyorsun, kim haline geliyorsun?) idi. Bu sorular beni fena salladı, zira kim olduğuma ve kime dönüştüğüme dair pek bir fikrimin olmadığını fark ettim. İçim sıkıştı da sıkıştı; iki gün sonra etkinliğe, açılış çemberinde hıçkıra hıçkıra ağlayarak giriş yaptım (çok da iyi geldi!), sonra yavaş yavaş açıldım.

Sonraki aylarda ise içim bir miktar ferahlamakla birlikte henüz dengeyi bulamadım. Dalgalanıyorum; iniş-çıkışlar sıklaştı. Gün içinde birkaç kez mod değiştirebiliyorum ve valla yoruldum. Bu durum, ilkbahardan beri epey yoğun ve içime bakmaktan, ne olup bittiğini anlamaya çalışmaktan helak oldum resmen.

Bir-iki saat önce, epeydir görüşmediğim bir arkadaşımla yazışırken kafamın, içimin bir karışıp bir durulduğunu yazdım ve "Sen hep karışmıyor musun? Seni sen yapan şeylerden biri değil mi karışıklık?" şeklinde cevap verdi.

Bu, önemli bir geri bildirimdi benim için; herkes zaman zaman karışır, peki ben gerçekten daha mı sık karışıyorum acaba? Belki... Özcan'a sorduğumda aldığım yanıt "Bence öyle." oldu. Gerçi son birkaç yıldaki yakın çevreme baktığımda, birçoklarımızın sıkça karıştığını gözlemliyorum. Daha birkaç gün önce başka bir arkadaşımla yazışırken onun da benzer hâllerde olduğunu duydum mesela. O da işi gücü bırakıp kendini yola atan ve "yol"unu bulmaya çalışan ruhlardan biri. Biraz kayıp olduğunu hissettim ve yolladığım ses kaydında, ona, bizlerin elimize tutuşturulan hazır haritaları yırtan (Gülengül'e selam olsun) ve kendi haritalarımızı çizme yolunda insanlar olduğumuzu; bu haritayı ezberlerle, öğrenilmişliklerle değil de içimizin sesini dinleyerek çizmeye çalıştığımızı; bazen bu ses sustuğunda ya da biz onu duymadığımızda ise ne yapacağımızı şaşırabildiğimizi söyledim. Ve hazır haritayı yırtıp atan herkes benzer süreçlerden geçiyor sanki. Yine de bilmiyorum, belki ben yine de benzerlerimden daha sık karışıyorumdur. ((:

Bunca aydır -ve bazı başka zamanlarda da- yaşadığım, yukarıda Deniz'e söylediklerimden başka bir şey değil galiba ve zaman zaman bocalıyorum işte. Kalbimin (ya da ruhumun) çağrısı/şarkısı ile bir şekilde bağlantı kuramadığım zamanlarda ne yapacağımı şaşırıyorum; olan bu sanırım.

Onun şarkısı o kadar güzel ve onu duyabildiğimde o kadar açık ve net yönlendirmeler alıyorum ki yönümü o tarafa doğru çevirmek hiç güç olmuyor ve her seferinde son derece tatmin olarak yaşıyorum o an'ları. 2012 sonrasında başlayan ikinci hayatımda, bu davetler arasında -yapma anlamında- en ete kemiğe büründürebildiklerim ağırlıklı olarak, yazmak ve birtakım çemberli etkinlikler düzenlemek olarak zuhur etti mesela ve bu süreçlerin neredeyse tamamında hiçbir şeyi oldurmak zorunda kalmadım; her şey kendiliğinden oluverdi; her şey akışa ve içimden yükselen çağrılara uygundu zira; yapmam gerekeni yapıverdim. Her şey çok kolaydı! Yazılar kendiliğinden çıkıverdi, etkinlikler adeta kendi kendine organize oluverdi... Zorlama enerjisi yoktu ya da çok azdı.

Son süreçte ise ses kesildi adeta. Tabii muhtemelen kesilmedi de ben duymuyorum ve ne yapacağımı şaşırıyorum. Ara ara yine birtakım yönlendirmeler geliyor gibi oluyor ama bu sefer tam olarak ayıramıyorum nedense; ne kadarının özümden geldiğini, ne kadarını zihnimle benim yarattığımı... Sonuç: bocalama!

Bocaladığımı, o sesi duymadığımı fark edip gözlemci bir konuma geçebildiğim anda rahatlıyor; bazense bunu yapamıyor ve panik oluyorum: "Şimdi ne olacak? Ne yapmalıyım? İçimden bir şey yapmak gelmiyor, bu devam ederse ne olacak? Yaptığım şeyleri sadece yapmış olmak, oyalanmak için yapmak istemiyorum. Sırf para kazanmak için de yapmak istemiyorum. İyi de paraya erişmek için bir şeyler üretmem lazım ve şu an üretmiyorum. Ne halt edicem ben?" türevi birtakım zihin akışları ile kendimi yoruyorum. ((:

Görsel: Seda Sezer

İşin ilginç tarafı, olmak ve yapmak konusunda epey bir düşünmüşlüğüm, bir şeyler yazmışlığım ve -bence- bu konuda bayağı yol kat etmişliğim var(dı). Hayatı ya da kendimi yapmak üzerinden tanımlıyor değil(d)im uzun zamandır. Ben yalnızca olmaya çalışıyor ve içimden bir çağrı geldiğinde, oluş'umun gereği olarak eyleme haline geçiyor(d)um ve mis gibi de yürüyor(du) hayat. Oysa şimdi, bir önceki paragrafa baktığımda en çok gördüğüm kelime yapmak! Sorun buradan başlıyor galiba.

Bu aralar yürümemesinin (ya da zor yürümesinin) nedeni, olmanın yetmemesi ya da olamamam belki. Olmak için içimden gelen sesleri daha iyi duyabilmem lazım, duymadığımda zorlanıyorum ve böyle olunca pek bir üretim de çıkmıyor içimden. Sakin olup yavaşlamak iyi gelecek; işte bunu bazen yapabiliyor bazen yapamıyorum.

İşin başka bir ilginç kısmı, birkaç yıl önce (hatta geçtiğimiz Nisan'da şu yazıda <kendime doğru> atıp tuttuklarıma bakarsak, birkaç ay önce) çok daha dengeli ve sakindim. Bir şeyler yapma telaşına pek girmiyordum; sakin sakin takılıyor, daha ziyade duruyordum. İçimde bir eylem ateşi duyduğumda (seyahat etmek, yazı yazmak, etkinlik düzenlemek vd.) eyliyor, onun dışında öylece geçiriyordum günleri. Birkaç yıl önceki kendime baktığımda daha dengeli, daha bilge bir adam görüyorum; şimdi ise biraz yolunu kaybetmiş ve ne tarafa doğru gideceği konusunda telaşa kapılan birini...

Bu da bana şunu hatırlatıyor ki, hayat yolculuğu düz bir çizgi hâlinde ilerlemiyor; şu aşamayı geride bıraktım ve hallettim, şimdi önümüzdeki aşamalara bakalım diyemiyorsun (diyemiyorum); desen (desem) de bir de bakıyorsun (bakıyorum) ki dere tepe düz gitmişim derken bir arpa boyu yol gitmişsin (gitmişim). Masallar boş konuşmuyor!

Düz bir çizgi üzerinde ilerlememek, yerinde saymak demek değil elbette. Spiral diye şahane bir şekil var dünyamızda, birçok doğal örüntünün de biçimi... İlk aklıma gelen salyangoz kabuğu mesela. Hayatta, galiba, spiral üzerinde gibi hareket ediyoruz. İçten başlayıp genişleyerek ve derinleşerek ilerliyoruz. Bu esnada çoğu zaman bir şeyleri arkamızda bırakıp onları tamamen aşamıyoruz ve zamanla tekrar ve tekrar ziyaret ediyoruz buraları belki ama onlara dair bilincimiz, algımız da kuvvetleniyor ve büyüyoruz bir yandan. Umarım...

Bütün bunlar geçiciliği ve geçişkenliği de hatırlatıyor bana. Hiçbir şey aynı kalmıyor, her şey değişiyor, dönüşüyor. Neşe yerini kedere, öfke yerini huzura, sevinç yerini hüzne bırakıyor; hastalık sağlığa, yaz kışa; yumurta larvaya, larva pupaya, pupa kelebeğe dönüşüyor; bir zaman sonra kelebek toprağa dönüşüyor ve döngü devam ediyor. Hiçbir şey yoktan var, vardan yok olmuyor; sürekli dönüşüyor sadece... Hepsi bu!

Şifa olsun.