Sayfalar

27 Haziran 2016 Pazartesi

beklentiler

Beklentilerimizden özgürleştiğimiz bir dünya neye benzerdi?

Bu cümle, az önce "Beklentilerimizden 'kurtulduğumuz' bir dünya ..." şeklinde aklıma düştü ama "kurtulmak", birkaç dakika sonra yerini "özgürleşme"ye bıraktı. İyi de oldu. Zira bir şeylerden "kurtulmak" da "özgürleşmemiz" gereken bir dilek galiba. Buna aşağıda tekrar geleceğim.

Her türlü mutsuzluğumuzun ortak paydası beklentilerimiz değil mi? Dostlarımızdan, sevgililerimizden, ailemizden, dünyadan, siyasetten ve kendimizden beklediklerimiz bize sunulmadığı zaman mutsuzluk gelip kuruluveriyor baş köşeye. Çevremde, çoğunlukla dışarıya yönelik beklentilerin karşılanmadığındaki mutsuzlukları gözlemlerken; bendeki daha ziyade kendime yönelik olanlardan ortaya çıkıyor. Gerçi dışarıya yönelik beklentiler de elbette yine bizdeki bir takım eksiklikleri tamamlama ihtiyacından geliyor.

Bir şeyi istemekte, tercih etmekte bir sakınca yok. İnsanız hepimiz ve belli taleplerimiz olacaktır çevremizdekilerden, kendimizden, dünyadan. Fakat bu istekler, tercihler; kuvvetli arzulara dönüştüğünde işler değişiyor, hele ki mutluluğumuzu bu arzuların karşılanmasına bağladığımız anda devreler yanmaya başlıyor. Ve bu durum bize hiçbir şey getirmiyor, sadece götürüyor. Zira, şeyleri çok kuvvetli bir şekilde arzuluyorsak, bu şeyler bize verildiğinde geçici bir rahatlama, tatmin hissetsek de verilmediği anda isyan çıkarıyoruz. Ve ille de verilmeyen bir şeyler oluyor!

İstediklerimizin, tercih ettiklerimizin hayatımıza gelmesi için elimizden geleni yaptığımız ve/fakat sonrasında tevekkül ettiğimiz bir dünya neye benzerdi? Ailemiz, istediklerimizi tam anlamıyla karşılayamadığında (ki şüphesiz, ellerinden gelen neyse onu yapıyorlar); sevgilimiz, ihtiyacımız olan ilgiyi gösteremeyebildiğinde (hem belki onun da ilgiye ihtiyacı vardır); dünya, istediğimiz cennet bahçesine dönüşemediğinde (ki büyük resimde dönüşüyor olabilir ve belki şu anda bunun farkında değilizdir); politikacılar aptalca kararlarıyla işleri daha da karmaşıklaştırdığında ... bütün bunları sakince ve dengeyle karşılayabilsek nasıl olurdu? Elimizden geleni yaptıysak eğer, ötesini kabul etmekten başka ne gelir ki elimizden? Kızmanın, üzülmenin, sinirlenmenin herhangi bir faydası var mı?

Evet, ormanlar yanıyor; evet, ocaklar sönüyor; Türkiye'de ve dünyada savaşlar tam gaz devam ediyor; çocuklar ölüyor, insanlar yerlerinden ediliyor; doğal yaşama saldırı birçok yerde tüm hızıyla sürüyor; sevgilimiz bizi aramıyor; iş yerinde terfi alamıyoruz; sınavdan F alabiliyoruz... Bunları görmezden mi geleceğiz? Yok mu sayacağız? Hayır! Tabii ki yok saymayacağız lakin kendimize, ilişkilerimize, dünyaya hizmet edecek eylemleri, duyguları ve düşünceleri davet edebilir miyiz hayatımıza? Bizi üzen konulara dair elimizden gelen şeyleri yapıp sonrasını Allah'a/evrene/bilinmeze/hiçliğe, -neye inanıyor ya da inanmıyorsak ona- havale edebilir miyiz? Etmediğimizde ne oluyor ki hem?

Ayakları yere basan bir olumluluk halinden bahsediyorum; saflıktan ve hiçbir şeyin farkında olmamaktan, farkındaysak da görmezden gelmekten değil. Bardağın boş tarafını da dolu tarafını da görmekten ama odağımızı dolu tarafına çevirmekten; boş kısmına "boş boş" vahlanmaktansa yeni su kaynakları aramaktan, bulmaktan bahsediyorum. Şebeke suyu yetmiyorsa şebekenin sorumlularına görevini hatırlatmaktan; şebeke suyu kullanmak zaten içimize sinmiyorsa çatıdan su toplamaktan, arazide göletler oluşturmaktan; tüm bunların sonucunda bardağın yarısı hala boşsa, işte bunu da kabul etmekten bahsediyorum. Elimizden geleni yaptık, olmuyorsa da olmuyordur işte.

Olanı kabul etmek, benim anlattığım açıdan tabii, hiç pasif değil bilakis son derece proaktif bir yaklaşım. İzle, gözle, takip et, elinden geleni yap ve sonucu al; sadece al. İyi bak ona, gözlerini dört aç; kulaklarını da öyle; ve kalbini de... Olana ve olmayana bak; sadece bak ve gör; geleni ve gelmeyeni kabul et.

İste, talep et, tercih et ama beklentiye girme. İstediklerin olursa eyvallah, ne güzel; lakin olmadığında da karaları bağlama.

Peki nasıl olur da beklentiye girilmez? Bunun için berrak bir formülüm yok ama şunu biliyorum ki hayatımızda istemediğimiz duygulardan uzak durmanın yolu onlardan "kurtulmak" değil, "özgürleşmek". Herhangi bir şeyden özgürleşmemiz için yapmamız gereken, o şeyi çok iyi anlamak; bunun için yapmamız gereken ise ona tüm dikkatimizle bakmak. Orada neler olduğunu gerçekten anlamak. Beklentinin arkasında nasıl bir ihtiyaç olduğunu fark etmek. Bizi esas şifalandıracak olanın beklentimizin (yani semptomun) değil, asıl ihtiyacımızın karşılanması olduğunu bilmek. Asıl ihtiyacı görebildiğimiz anda işler kolaylaşıyor. Aksi takdirde mutluluğumuzu başka şeylerin belirlemesine izin vermeye devam ediyoruz işte.

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

11 Haziran 2016 Cumartesi

"Ekolojik Bir Topluma Doğru"dan - Murray Bookchin

Hızımı alamadım devam edeyim. Geçtiğimiz yaz okuyup çok beğendiğim, hatta biraz fazla beğendiğim bir kitap daha... Ekolojik Bir Topluma Doğru, Murray Bookchin'in, çoğu 1970'lerde yazılmış bir takım makalelerinin bir araya gelmesinden oluşuyor. 90'larda Ayrıntı Yayınları'ndan da yayımlanmış olan kitap, 2014 yılında Sümer Yayıncılık ile tekrar okuyuculara sunulmuş; ne de iyi olmuş.

Ekolojik Bir Topluma Doğru'yu okurken (ki hala ikinci kez okumam ve biraz daha içselleştirmem için masamda beni bekliyor) kalbimin hızlanmasına şahit oldum. Yapmamız gerekeni, ekolojik hareketin (anarşist bir bakışla) gitmesinin hayırlı olacağı yönü, yolları -bence- çok iyi anlatmış. Kişisel olarak beni heyecanlandıran diğer konu ise Bookchin'in 40 yıl önce yazdıklarının benim hayat felsefemle ve yaşam tarzımla yüksek örtüşme hali oldu. Sanki, yıllarca Bookchin okumuşum, hatmetmişim de şimdi bunları hayatıma geçiriyorum. Böylece üstattan hem kocaman bir onaylanma aldım hem de pratikte gelişen hayat tarzımı, teorik bir takım fikirlerle zenginleştirmiş; bazı bilmeden yapıyor/uyguladığım şeyler üzerine düşünmüş oldum/oluyorum.

Aşağıdaki maddelerin büyük kısmı, doğrudan kitaptan alıntı; hatırlayabildiğim kadarıyla sadece birkaçı, ne anladığıma dair benim kısa cümlelerimi içeriyor olabilir. Hangi alıntının hangi makaleden olduğunu not etmemişim ama en azından kitabın kronolojisine göre ilerlediğini belirtmek isterim.

Son olarak, her maddeye dair paragraflarca yazasım veya üstüne sohbet edesim olduğunu paylaşmak isterim. Aşağıdaki alıntıları yorumlamamak için kendimi zor tutuyorum. Sadece, çok çok çok içime işleyen cümleleri kalınlaştırdım.




- Ekolojik hareket, tahakkümün her türlüsüyle uğraşmadan başarıya ulaşamaz.

- Evet, değişime ihtiyacımız var; ancak değişim öylesine temel ve kapsamlı ki devrim ve özgürlük kavrayışları bile geçmişteki tüm ufukları zorlamalıdır.

- İnsanla insanın kavgası, insanla doğanın kavgasının uzantısıdır.

- (Ekoloji hareketine sesleniyor) Kirlenme ve koruma, "çevrecilik" ile uğraşırsa, mevcut sistemin emniyet subapı olmaktan öteye gidemez.

- "Daha büyük iyi" yerine "daha az kötü" için çalışmanın, yaşamanın anlamı yok.

- Yaşam tarzı devrimine ihtiyacımız var.

- (...) günlük yaşam temelinde doğal dünyanın güzelliğinin tadılması...

- (...) yalnız doğaya değil, insana karşı da yeni bir ekolojik yaklaşım.

- İnsanı insandan, insanlığı doğadan, bireyi toplumdan, kenti kırsaldan, zihinsel etkinliği fiziksel etkinlikten, aklı duygudan ve kuşakları kuşaklardan ayıran büyük uçurumlar artık aşılmalıdır.

- Ekoloji grupları, hükümetlerle, kurumlarla uğraşıp onlara çağrıda falan bulunmasın. Çağrı, halka ve doğrudan eylem kapasitesine yapılmalı.

- Mevcut kurumları, "uzmanları", liderleri bir kenara itip yasa-üstü, ahlaki ve kişisel eyleme zemin hazırlamak...

- Değişimden çok saygınlık peşindeki kitle örgütleri (...)

- Yalnızca neyi reddettiğimiz değil, neyi kabul ettiğimiz de çok önemli!

- Bir halk teknolojisi vizyonu ortaya atmalıyız; yani, bireyin anlayabileceği, kontrol edebileceği, koruyabileceği ve hatta kurabileceği pasif, basit, ademi-merkezi güneş, rüzgar ve gıda üretim teknolojileri.

- Yerinden yönetime ve insan ölçeğine evet ama özyönetim, hiyerarşisizlik, komünal mülkiyet/mülkiyetsizlik, ortak karar alma süreçleri vs.ye dikkat.

- Teknolojinin vaatlerini, yani yaratıcı potansiyelini, onun tahrip kapasitesinden ayırmak...

- Gerçek anlamda organik olan anti-hiyerarşik  "ilkel" toplumlarda, eşitsizliğin yokluğunda eşitlik anlamına gelen bir sözcüğün olmaması...

- Organik bir toplumda; tüm insanlar, katkılarına bakılmaksızın, yaşam araçları üzerinde hak sahibi.

- Zayıfın kuvvetliye, hastalıklının sağlıklıya, (...) bağımlılığı. Gerçek özgürlük, aslında, eşit olmayanların eşitliğidir.

- Adalet, ister mal isterse ahlaki değerler olsun, her şeyde eşitliği temel alarak mübadele ilişkilerine kol kanat germek üzere, özgürlüğün cesedi üzerinde yükselir. Artık zayıf kuvvetliyle, zengin yoksulla, hasta sağlıklıyla her bakımdan "eşittir"; zayıflıklarını, yoksulluklarını ve hastalıklarını saymazsak. Adalet özünde, eşit olmayanların eşitliği yerine eşitlerin eşitsizliği kuralını koyar.

- Bütün insanlar alıcılar ve satıcılar olarak eşittir. İnsanları birleştiren tüm bağlar (boylar, kabileler, loncalar) tamamen çözülmüştür.

- Kolektif insan tözel (monadik) insana; kanbağı, kardeşlik, meslek bağları mübadele ilişkisine dönüşmüştür.

- Piyasada insanlığı birleştiren tek şey rekabettir: Tek bireyin herkese karşı evrensel düşmanlığı

- Ekolojik bir toplum yaratmalıyız; yalnızca arzu edildiği için değil, doğrudan zorunlu olduğu için de.

- (Eski Yunan şehirlerinden bahsederken) Polis, maddi ihtiyaçlarını karşılayacak ve kendine yeterlilik yaratacak kadar geniş, bir bakışta görülebilecek kadar küçük olmalıdır. Ancak böyle bir poliste insanlar, insanlıklarını gerçekleştirebilecek, başka bir ifadeyle, rasyonel yargıda bulunabileceklerdir.

- (...) "sahici insanlar kenti"nin yurttaşlar tarafından kavranabilir olması! Bu olmadığı takdirde insanların yurttaş olamayacakları ve kamusal yaşamın ortadan kaybolacağı...

- Sahici bir kamunun varoluşu, becerebileceğimiz en doğrudan iletişim sistemini, özellikle yüz yüze iletişimi öngerektirir.

- Teknolojiyi, insanlığın doğayla ilişkilerini ahenkli kılmak için kullanmak...

- Ekotopluluk, doğrudan halk yönetimine, atıkların kırsal kesime verimli yollardan geri döndürülüşüne, yerel kaynakların maksimum kullanımına olanak sağlayan ademi-merkezi bir topluluğu anlatmalıdır; ve bunun yanında, kültürel çeşitlilikle psikolojik biricikliği destekleyecek kadar geniş anlamlı olmalıdır.

- Sorunu ortadan kaldırmak mı, sorunu çözmek mi? Çözmek, statükoyu barındırıyor.

- İlksel topluluklarda "yabancı"dan korkuluyordu, megapoliste herkes "yabancı"!

- Sahici devrimciler gücün "kitleler" tarafından gerçekten "ele geçirilmesi"nin ancak gücün dağıtılması olduğunu kabul etmelidir: İnsanın insan, kentin taşra, devletin topluluk ve aklın duygu üzerindeki gücünün dağıtılması.

- Kendiliğindenlik, öylesine oluşan davranış ve duygu değildir. Dış yaptırımdan, dayatılan kısıtlamalardan uzak davranış, duygu ve düşüncedir. Tutku ve eylemin denetimsiz akışı değil, özdenetimli, içsel olarak denetlenen davranış, duygu ve düşüncedir.

- Sistem, savaşarak ele geçirilmek yerine, kendisi düşmelidir; ve bu düşüş, sistemin kurumlarının içi yeni Aydınlanma tarafından boşaltıldığında, gücü fiziksel ve ahlaki olarak zayıfladığında olacaktır; yani isyancı kapışma gerçek olmaktan çok simgesel olacaktır. Devrimin karakteristiği olan "büyülü an"ın ne zaman ve nasıl ortaya çıkacağı kestirilemez.

- Devrimcilerin sorumluluğu devrim "yapmak" değil, başkalarının devrimci olmalarına yardım etmektir.

- (...) devrim yalnızca kurulu düzene bir saldırı değil, sokaklardaki bir şenliktir.

- Çarpık hedeflerle iş gören her örgütlü "devrimci" hareket, hiç hareket olmamasından çok daha kötüdür.

- Geleceği toplumdaki mevcut kısıtlılıklardan, verili ve geçici olandan kurmak, "geleceği" yalnızca şimdinin verileriyle kestirilen bir şey olarak görmektir. (...) Neredeyse tüm gelecekçi "senaryo" ve "vizyon"larda olan şey, şimdinin genişletilmesidir.

- Varoluşun anlamlı, doyurucu, yaratıcı olup olmadığına ve insan tinselliğinin potansiyellerini gerçekleştirip gerçekleştirmediğine bakılmaksızın "varolmayı" sürdürmek, kendi içinde bir amaç olarak uyum göstermeye yol açar. Hayatta kalma, günümüz toplumunun davranışına yön veren tek ilke ya da amaç olduğu oranda, o amacı destekleyebilecek her araç toplum tarafından kabul edilebilir.

- Toplumu, onun kurumlarından, ilişkilerinden ve değerlerinden doğmamış üçüncü bir göz ile irdelemedikçe, ideolojik ve ahlaki olarak, nefes alır gibi bilincinde olmaksızın "normal düşüncemize yer etmiş önvarsayımların tuzağına düşeriz.

- Gelecekçilik, geleceği yok etmektedir. (...) Şimdiyle radikal bir kopuş olmaksızın bir vizyon oluşturmak, şimdiden nitel olarak farklı bir geleceği inkar etmektir. Bu, tarihin bilgeliğini yok etmekten daha kötüdür; bu, toplumun daha insancıl bir dünyaya ilerleme vaadini ortadan kaldırmaktır.

- Gündelik yaşamın, zamanımızın devrimci projesinin merkezinde olması gereği (...)


-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

10 Haziran 2016 Cuma

"Düzenden Kaosa Zuhur"dan - Tayfun Gönül - Gediz Akdeniz

Geçtiğimiz yıl, Tayfun Gönül'ün (yakın zamanda kaybettiğimiz sıkı bir anarşist, ayrıca bu topraklardan çıkan ilk vicdani retçi) Gediz Akdeniz'le (Avrupa'nın önde gelen fizikçilerinden) yapmış olduğu söyleşinin meyvesi olan Düzenden Kaosa Zuhur (Kaos Yayınları) adlı kitabı okumuş ve pek beğenmiştim. Özellikle önemli bulduğum yerlerden notlar almıştım; nihayet buraya aktarmanın sırası geldi.

Kitapta, yani söyleşide, yok yok: Çokça modernite-post modernite sorgulamaları, bolca Baudrillard çözümlemeleri, ÇArşı grubu, Bergama köylüleri, 68 hareketi, anarşistler ve daha nice konu...

Tabii, kitabı okumayanlar için sadece bu notlara bakmanın ne ifade edeceğinden emin değilim ama yine de paylaşıyorum.

Aldığım notlardan bazılarında cümleyi olduğu gibi almışım, bazısında ise kendi anladığım şekilde kısaca... Ayrıca söylenenlerin hangisi T.Gönül'ün, hangisi G.Akdeniz'in; not etmemişim. Son olarak, alıntılar arasında belli bir akışkanlık yok, her maddeyi kendi içinde değerlendirebilirsiniz.


- Gerçeklik ilkesini modernite değil, karmaşıklık üzerine kurarsak, oradan çıkacak ürünü öngöremeyeceği için, sistemin, oyunu kuran iktidarın kaybetme ihtimali var.

- Bin Ladin öngörülebilir ama Irak'taki canlı bombalar öngörülemez. Bu yüzden onlarla mücadele edemiyorlar. Modernitede ölerek çözme yok, yaşayarak var.

- Düzenli bir hareketin sonuçları kolayca öngörülebilir, tedbir alınır. İhtiyacımız olan "düzensiz duyarlı insan davranışı". (Bu tabir, kitapta çok sık geçiyor. Buradaki alıntılar bir şey ifade etmezse, bilin ki benim yetersiz alıntılamamdandır - emre)

- Belki de sendikaların devreye girdiği, devrimci komitelerin yerini aldığı, hükümetle işçi sınıfı adına pazarlığa girdiği anda bitti 68. Sendikalar, moderniteden yükseliyor, bütün tepkileri kontrol edilebilir.

- (Anarşistler için) Kendisi bile biraz sonra ne yapacağını kestiremeyen insan. Sürekli yapının dışına çıkma, kuralları reddetme eğilimindeki kişi.

- Karşı çıktığımız sistemle uzlaşma olur mu?

- İnsan, en karmaşık canlı; düzensiz bir yapısı var. Ne ki; eğitim, egemen ahlak, medya, popüler kültür tarafından "düzenli", yani talepleri öngörülebilir hale getiriliyor.

- Küreselleşmeye küresellikle karşı çıkış!? (...) Londra'da bir milyon küreselleşme karşıtı yürüyor ama bu, Batı uygarlığı için hiçbir tehdit içermiyor.

- Yılmaz Öner: Felsefe sistemi olan tek felsefecimiz.

- Üniversitelerde, akademideki aynılık, modernite, korkaklık, muhalif hareketlere de yansıyor. Öğrencilere bulaşıyor; yazına, sergine sıçrıyor.

- Sistem duyarlı ise parçalarına ayırıp bakamazsın.

- Modern bilim, duyarsız "ideal" sistemlere çözüm getirdi. Sonra bu yöntemi, ideal olmayan sistemlere, insana da uygulamak istedi.

- Her türlü muhalif hareketin, aykırı duruşun, ekoloji hareketinin; modernite paradigmaları dışında arayışlarda bulunmasının vakti geldi, geçiyor.

- Yeraltı hareketleri oluşuyor ama bir süre sonra sönüyor ya da özgünlüğünü yitiriyor. Çünkü teorisi yok. Teorisi olsa, kendisinin ne yaptığını anlamaya çalışırdı.

- Düzensiz duyarlı insan davranışının bulaşıcı ve yayılmacı bir etkisi var ki bu, onun etki ve önemini artırıyor.

- Çarşı'nın kendisi bir yapıbozum. Tüm dinamiklerin iç içe girdiği ve birbirlerini beslediği bir uzam. Karmaşık bir yapı. Modernitenin dışında.

- Başka şehirlere sıçrayan Çarşı grupları var. Bunların ortaya koyacaklarını, üreteceklerini kimse öngöremez. Bu, karmaşıklık işte.

- Peki kitlesel değişim nerede? Beklemek lazım. Mesela Batı'da bu şans hiç yok.

- Düzensiz duyarlı insan davranışları, saf halde var olmazlar.

- TEMA, Greenpeace vs. değişimin kaynağı olamaz. Bergama köylüleri olabilir.

- Bergama köylülerinin hepsini içeri alsan ne yazar! Bu hareketin semptomları şimdi Türkiye'de her köyde var.

- Devrim, yaygınlaşmış düzensiz duyarlı insan davranışlarının bileşiminden ortaya çıkacak/çıkabilir.

- Biz, bu hayatın nasıl sürdürülebileceği ile ilgilenmiyoruz. Başka bir hayat tasarlıyoruz.

- Proudhon diyor ki: "Bizim yola çıkışımız ve nihai hedefimiz 'birey'dir. Ama bireyin kendini gerçekleştirdiği matris de toplumdur."

- Modern feministlerin dayanışma olarak ortaya koyduğu, genellikle kurumsal yapılar, dernekler, sığınma evleri... Ama sıcaklık, insan sıcaklığı yok!

- Homoseksüellere, evlilik tipi heteroseksüel yapıların dayatılması! Eşcinsel aşkın, hetero aşkı taklit etmesi! Sahtelik!

- Düzenin parçası olmayı reddetmen lazım. Yoksa düzen seni o an yok eder.

- İzole bireylerden iyi tüketici olur, başka da bir şey olmaz.

- Dinlerde tekrarlanma (namaz, pazar ayini vs.) var. Tekrarlanan sistemler, ideal sistemlerdir. Sistemi güçlendirir.

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

9 Haziran 2016 Perşembe

"diş işleri" çağrım sonrası...

31 Aralık'ta, diş işlerim ile ilgili bir çağrı yapmıştım (bilmeyenler ya da hatırlamayanlar buraya); sonrasında olan-biteni paylaşmaya fırsat bulamadım bir türlü. Geç oldu ama güç bir durum yok; yaz gitsin.

Paylaşımım sonrasında o kadar fazla geri dönüş aldım ki neye uğradığımı şaşırdım. İletimi onlarca kişi paylaştı ve bunun sonucunda yirmiye yakın destek/öneri/fikir aldım. Bunlar arasında doğrudan diş hekimleri de var, eşi-dostu diş hekimi olan da, alternatif fikirler sunanlar da. Eksik not almadıysam, altı hekimle bire bir iletişim kurdum (bu sayı epey artacaktı ama frene basmak zorunda kaldım) ve hepsi de diş bakımımı üstlenmek istediklerini söylediler. Ve bunların birini bile yüz yüze tanımıyordum. Arkadaşımın eşi, arkadaşlarımın feysbuk'ta etiketlediği arkadaşları, yazılarımı okuyan ve ailesindeki diş hekimlerine beni yönlendirmek isteyen biri, kendi diş hekimine beni yönlendirmek isteyen ve masrafları karşılayacağını söyleyen başka biri ve daha fazlası...

Doğrudan diş hekimi yönlendirmeleriyle de kalmadı. Genel olarak paraya daha rahat erişebilmem için bana kompost solucanı yollamayı öneren ve bu solucanların ürettikleri komposttan maddi girdiye ulaşabileceğimi söyleyen bir arkadaşım; organik gıda karşılığında yardımcı olmak isteyebilecek bir diş hekimiyle beni yazıştırmak isteyen başka bir arkadaşım; tango dersi veren, diş hekimine ders vermeyi ve ondan para almak yerine benim diş tedavimi gerçekleştirmesini istemeyi düşünen başka bir arkadaşım...

Tüm bu fikirler ve destekler neticesinde Hatay'da, Ankara'da, İstanbul'da, -belki- İzmir'de ve -belki- Dalyan'da diş hekimlerine ulaştım. Zenginlik tam da bu olsa gerek; bir ihtiyacım olduğunda ve bunu paylaştığımda, destek yağma durumu... Aşırı şükür gerçekten!

Sonuç olarak, hiçbirini tanımadığım diş hekimleri arasından Ankara'daki Memduh Mazmancı'nın hastası olmaya karar verdim. Buradaki tek kriterim, o zamanki plan-programıma en uygun olan yere gitmekti; ki tam da o sıralar, Ankara ile başlayacağım bir seyahat görünüyordu ufukta. Ama tabii, Memduh'la tanıştığımda, lojistik kriterlerin çok ötesinde bir hoşlukla karşı karşıya olduğumu gördüm. Amalgam dolgulara ve kafama takılan tüm sorularıma sabırla yanıt verirken bir yandan da "Çok da büyütmemek lazım, nihayetinde ölüp gideceğiz." diyen bir adam zira; tam benim kafa işte! İşini büyük bir özenle ve şefkatle gerçekleştirdi ve tüm bu süreçte kendimi epey gözetilmiş hissettim. Sadece diş hekimliği becerileriyle değil; arkadaşlığı, sohbetimiz, felsefeleşmelerimiz ile de içimde kocaman bir yer edindi Memduh. Kendisine buradan bir kez daha teşekkür ederim. Bu arada, muayenehanesine üç kere gittim (üç dolgu), üçünde de bu hizmetine mukabil nasıl bir karşılık istediği sorusuna bir yanıt almaya muvaffak olamadım. O kadar ince bir insan ki "Belki de sen sohbetinle, hayattaki duruşunla karşılığını çoktan verdin bile." kabilinden cevaplarla kibarca geçiştirdi hep. An itibariyle sadece kitabımı ulaştırdım ona ama bir şekilde daha fazlasını da ona iletmek istiyorum. İlk fırsatta...

Haa, Memduh'a gidişim öncesinde de önemli bir kısım var aslında, ki benim için bir ilk gerçekleşti. Memduh, neye ihtiyacım olacağını önceden anlayıp ona göre randevu vermek istediği için benden panoramik diş röntgeni istedi. Araştırdığımda, bunu Fethiye Diş Hastanesi'nde veya Marmaris'te ücretsiz olarak çektirebileceğim bilgisine ulaştım. Fethiye bize daha yakın ama tam da o günlerde Datça'ya gidecektik ve geçerken Marmaris'te halledivermek istemiştim. Kazın ayağı maalesef öyle değilmiş, Marmaris'teki diş polikliniğinde o aletten yokmuş. Zaman darlığı içinde, bunu parasıyla, özel bir muayenehanede yaptırsam kaça patlar derken, Datça'da, arkadaşımın hekiminin muayenehanesinde bu cihazdan olduğunu ve 50 TL'ye çektirebileceğimi öğrendim. Bir daha Fethiye'ye git-gel; masrafı, zamanı derken değmeyecekti ve "tamam," dedim, "bu seferlik de böyle olsun." Atla deve de değilmiş nihayetinde.

O akşam Filiz Öztoprak'ın muayenehanesine gittim, cebimde elli liram. İçim de gayet rahat bu parayı verme konusunda. Yani bir sıkışıklık vs. hissediyor değildim. Ama yine de kafamın bir yerinde, o anki akışa da bağlı olarak, alternatif bir şeyler önerme fikri vardı. Yardımcısının yönlendirmeleriyle röntgeni çektirdik, sonrasında Filiz'le iki laklak etme şansı yakaladım. Önce röntgen üzerinden gördüklerini ve teşhisini paylaştı, sonrasında ise kendim için bir ilki gerçekleştirerek, diş için yapmış olduğum çağrıyı anlatmaya çalıştım; baktım geveliyorum, telefonun ekranından okuttum. "Sizle de böyle, alternatif bir karşılık ilişkisi kurabilir miyiz?" dedim; param olduğunu ama başka türlü ilişkilenmeleri sevdiğimi paylaştım, onun için fark etmediğini söyledi. O zaman ona bir kutu göndereceğimi söyledim ve bir hafta kadar sonra, içinde köyden portakallar-limonlar, yapmış olduğum bir ekmek, Begüm'ün kitapçıklarından bir-iki tane, Burcu'nun keçe işlerinden ufak bir şey vs.den oluşan ufak bir koli gönderdim ve ödemeyi bu şekilde gerçekleştirmiş oldum(k).




İnternet üzerinden muhtelif konularda destek çağrıları yapmaya çok alışkınım ama böyle bir şeyi, yüz yüze, hele ki hiç tanımadığım bir insana anlatmaya yeltendiğim ilk -ve şimdilik- tek örnek oldu bu. Çok da güzeldi valla. Harika hislerle keyifli bir alış-veriş gerçekleştirmiş oldum. Memduh'a ise hala borçluyum, o hiç beklemese de...

Diş işleri çağrısının akıbeti, işte böyleydi efendim.

Dişler de pek iyi durumda bu arada. ((:

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

8 Haziran 2016 Çarşamba

"memleketimden klişeler" araştırması

Yapılan bir araştırmaya* göre, Türkiye'de bir günde, ortalama,

- 7.832 kişi, kıskandığı sevgilisine "Sana güveniyorum hayatım, ben başkalarına güvenmiyorum." deyip en başta kendine olan güvensizliğinin üstünü örtmeye çalışıyormuş.

- 4.351 kişi "Olimpos bozdu yeaaa" diyormuş.

Bu sayı 8-10 yıl kadar önce 20 binlere dayanmışmış lakin Olimpos'un bozduğu geniş kitlelerce kabul edilip yerini "Kabak bozdu yeaaa" vs.ye bıraktıkça sayı epey azalmış.

- Az önceki paragraftan devam: 9.340 kişi "Kabak bozdu yeaaa!" diyormuş.

Uzmanlar bu sayının iki ya da üç yıl artmaya devam edip 15 binlerde bir iki yıl kaldıktan sonra yavaş yavaş düşeceğini öngörüyorlar.

- 12 bin kişi, ay çekirdeği için, "Buna da başlayınca bırakılmıyor." diyormuş.

Bu, yıllar arasında en değişmeyen istatistikmiş; araştırmanın yapılmaya başlandığı 1991 yılından beri neredeyse hep aynı seviyede kalmış.

- 6.814 ebeveyn, -çoğunlukla sanatla, bazen de sporla uğraşmak isteyen- kızına/oğluna, "Yapma demiyorum, yap ama hobi olarak yap." diyormuş.

Bu istatistik biraz dramatik. 90'lı yıllarda günde 50 binlere yaklaşan sayı, bu klişenin her yerde ve sıklıkla kullanıldığı gerçeği kabak gibi ortaya çıktıktan sonra hızla aşağılara inmiş. Uzmanlara göre, bu ve türevi cümlelerin -tahmini- 4 yılı kaldı.

- 3.856 kişi, ortalama üçer defa "Her şey olması gerektiği için oluyor." diyormuş.

Bu cümle, kendi içinde anlam olarak sorunlu olmakla birlikte son yıllarda yükselen spiritüel çevrelerin sevdiği cümlelerden biri olmuş.

(Çoğunlukla aynı kişiler, kalbini açmamakla suçladıkları ve/veya fazla analitik buldukları dostlarına "Çok zihinden konuşuyorsun." diyorlarmış ve bu cümlenin de zihinden çıktığını hesaba katmıyorlarmış.)

- 5.200 kişi, şakşakladıkları ama foyaları da meydana çıkan iktidar için "Çalıyorlar ama çalışıyorlar." diyorlarmış. Bu cümle, 1950'lerden beri hep revaçtaymış ve her devrin hükümeti için itina ile kurulmuş.

- Çoğunlukla aynı kişiler (ama özellikle son dönemde), destekledikleri ve şakşakladıkları iktidarı, en köşeye sıkıştıkları anda, "Ama yol yapıyorlar." diyerek temize çıkarmayı başarıyormuş (!).

- İş hayatından sıkılan ve hak ettiğini düşündüğünü kazanamayan 19.100 kişi, "Abi aslında en iyisi emlakçı olacaksın; ayda bir ev satsan, krallar gibi geçinirsin." diyormuş. Aynı araştırmaya göre, özellikle büyük şehirlerde, her sokakta mantar gibi biten emlak ofislerinin %64'ünün temeli böyle bir sohbette açılmış.

Ve yine aynı araştırmaya göre, açılan emlak ofislerinin %55'i, iki yıl içinde sektörden çıkıyor, yerini yenilere bırakıyormuş.

- "Aslında en güzeli, bi' sahil kasabasına gidip ufak bir pansiyon açacaksın." diyen 4 bin civarında kişi oluyormuş. Bu hayal, 80'lerde turizmin geliştiği zamanlarda on binlerce kişi arasında yaygınken, turizmin rantı çoktan dağıtıldığı için yavaş yavaş yerini bir sonraki maddeye bırakmış.

- Yani: "Var ya; döneceksin köye; tavuklar, koyunlar... Sebzeni kendin yetiştireceksin. Değmez bu kargaşaya!" minvalinde kurulan cümleler, uzay boşluğunda dramatik bir şekilde daha fazla yer almaya başlamış. Geçtiğimiz yıl günde 8.233 kişi bu cümleyi kurarken, bu yıl 11 bin kişiye yaklaştığı tahmin ediliyor. Sadece beş yıl önce, bu ve türevi cümleler, günde sadece 500 civarında kişi tarafından kuruluyormuş.

- En astronomik yükseliş ise "aynen**" için vuku bulmuş. Son üç yılda iki-üç binlerden 240 binlere dayanmış ve her geçen gün birkaç bin kişilik artış gösteriyormuş. Gerekli önlemler alınmaz ve süreç bu şekilde devam ederse, allah esirgesin, 2020 yılında kişi başına günde bir "aynen" düşmesi işten bile değilmiş.

"Aynen" konusuyla ilgili yürütülen çok özel başka bir araştırma daha var ama henüz sonuçları paylaşılmadı. Ancak kaynaklarımızdan aldığımız bilgilere göre "aynen" kullanımının her %5'lik artışına, kelime dağarcığımızda %1'lik bir düşüş eşlik ediyormuş. Aradaki korelasyon üzerindeki çalışmalar ise henüz devam etmekteymiş.

- 7,500 insan kaynakları sorumlusu/uzmanı/müdürü***, iş görüşmesine gelen adaya "Yerimizi kolay buldunuz mu?" diyerek görüşmeyi sevimli ve dostane (!) bir şekilde başlatıyormuş.

- Özellikle eniştelerin favorisi olan "İki evin olacak; birinde oturucan, diğerini kiraya vericen; mis gibi yaşayıp gidicen." cümlesi ise son yıllarda kan kaybetse de günde 14 bin civarında tekrar ediliyormuş.


- Devamı gelebilir sayın seyirciler. Esen kalın.


* Araştır-San - Mart 2016
** Araştırmada, ikileme halinde kullanılan "aynen"ler (bkz. "aynen aynen") tek sayılmıştır.
*** Araştırmada, aynı soru bir günde birden fazla kez kullanıldıysa, kullanıldığı kadarı sayılmıştır.

2 Haziran 2016 Perşembe

"Yeni"ye Doğru nasıl daha fazla hizmet edebilir?

Bugün, "Yeni"ye Doğru'nun facebook sayfasında, aşağıdaki cümleleri paylaştım. Buraya da almak istedim.

Herkese sevgiler...
Emre

--------------------------------------
Bir ay kadar önce içimden şu cümle çıktı -ve şu anda da çok benzer şekilde hissediyorum-: "Yeni"ye Doğru, edebileceği hizmeti henüz edemedi, potansiyelinin çok gerisinde kaldı.
Öyle bir zamanda çıktı ki kitap, ülke gündemi her zamankinden de karışık sanki. Ve bu karışıklık biraz olsun yavaşlamadı aylardır.
Öyle bir zamanda çıktı ki kitap, bir gün öncesinde Ankara, birkaç gün sonrasında İstanbul bombaları patladı.
Öyle bir zamanda çıktı ki kitap, siyasi hareketlenme ve çalkantılar biraz olsun hız kesmedi.
Acaba diyorum, kitabın önünü kesmek için mi yapıyorlar bütün bunları?! 
Şaka bir yana, tam da bunlardan dolayı kitabın daha fazla kişiye ulaşmasını, etki alanını artırmasını çok istiyorum. "Yeni"ye Doğru yolculuk yapan çok fazla insan, bunu isteyip yapamayan çok daha fazlası var. Bu kitabın, kişilerin içindeki cesareti, heyecanı ortaya çıkarmaya yardım edeceğine inanıyorum. İnanmakla kalmıyorum, gelen yorumlarda, mektuplarda bunu görüyorum. (Bir tanesini aşağıda paylaşıyorum.)
Ben sadece yazdım ve ortaya saldım; kitap benden çıktı. Zaten hiçbir zaman sadece benim olmamıştı da artık "hiç" öyle değil. Böyle hissettiğimi tüm samimiyetimle paylaşmak istiyorum.
Peki şimdi nasıl etsek de kitabın daha fazla kişiye dokunmasını, daha fazla hizmet etmesini sağlasak?
- Söyleşiler, imza günleri falan mı yapsak...
- Sizler bu tip paylaşımları daha fazla mı paylaşsanız...
- Kitabı beğenenler, bunu çevreleriyle paylaşmada daha mı cömert olsalar...
- Kargoyla gönderme konusuna daha mı yumuşak yaklaşsam...
- Ya da ne?..
Ben üstüme düşeni yaptım gibi geliyor. Ara ara, içimden geldikçe bu tip duyurular yapabilir, hislerimi ifade edebilirim lakin kitapevlerinde satılmayan, herhangi bir pazarlama bütçesi olmayan "Yeni"ye Doğru'nun daha fazla kişiye ulaşmasını tek başıma sağlamam mümkün değil. Desteğe ihtiyaç var. Kimler el atmak ister? Fikirleriniz neler? Ne yapalım?
Emre
----------------------------------
Burak Dindaroğlu'nun goodreads.com'daki yorumu:
Emre'nin öyküsü, "Yeni Dünya"yı kurma işine girişmiş bir topluluğun çıkardığı en güzel öykülerden bir tanesi. Tek öykü bu değil elbette, daha onlarcası, yüzlercesi (ve benim de haberdar olmadığım binlercesi) var, ama işte, bu gerçekten de, güzellerinden biri. Okuyunca "ben de böyle bir şey yapmak istiyorum" diyenlerdenseniz [-ki bunun için Emre'nin hikayesini birebir veya çok benzer şekilde tekrarlamanız gerekmiyor elbette], -sizi tüm kalbimle temin ederim ki- şanslı insanlardansınız 
"Başka seçenek yok"ların, "dünyayı mı kurtaracağız"ların (ve tabii ki onun kardeşi, "dünyayı böyle mi kurtaracaksınız"ların), ve tabii bir de "o iş öyle olmaz, böyle olur"ların kurduğu boğucu ağlardan sıyrılıvermenin, bir özgürleşmenin öyküsü.
Birşeyleri kontrol etmeye çalışma ve bunun yükü altında ezilmelerden, kontrolü bırakma ve kontrolsüzlüğün o muhteşem, şefkatli, kuş-tüyü-yastıklı güven duygusuna, ve bu güven duygusunun verdiği cesarete geçişin öyküsü.
Bir "iç devrim"in öyküsü. Devrimi "bekleyerek" değil, "devrimin kendisi olarak" yapmanın öyküsü.
Çok bilmişliğin sıkıcılığından, "bilmemenin" ve naifliğin güzelliklerine geçişin öyküsü.
Bir başlangıcın öyküsü.
İsterim ki çokça okunsun, ve daha da güzel yollara, daha da güzel hikayelere, daha da güzel kurtuluşlara vesile olsun.