Sayfalar

31 Aralık 2015 Perşembe

Diş işleri

Biraz önce facebook'ta bir paylaşım yaptım, buraya da ekliyorum. Belki blog okuyucularından destek çıkar. Herkese sevgiler...

Destek ihtiyacım:
Epeydir bir diş hekimine gitme ihtiyacındayım ama erteliyorum sürekli. Birkaç dolgu vs. yaptıracağım. (Umarım bunla kalır.)
Bir diş hekimine gitmek, malumunuz, epey masraflı bir şey. İstiyorum ki bir şekil takasa gireyim hekimimle. Mesela en azından, kullandığı malzemenin masrafını ödeyeyim de emek ve bilgisine karşılık "başka" bir çeşit ödeme yapayım.
Diyorum ama ne önereceğimi bilmiyorum. Zaten erteleyip durma nedenim de bu aslında. Bu tip bir çağrı yapmak ne zamandır aklımda ama hep "ne önereceğim" konusunda zorlanıyorum.
Kendimi ciddi anlamda "üreten" biri olarak görüyorum ama benim üretimimin hemen hepsi soyut üretim ve bu üretim, çoğunlukla paraya ulaşmamı sağlamıyor. Paraya ulaşamadığım gibi diş hekimine veya bir başkasına takas için bir şey önermem de pek mümkün olamıyor. "Şöyle yazılar yazıyorum." , "böyle başka bir dünya hayalleri kuruyorum ve hayata geçirmeye çalışıyorum." gibi şeylerle ödeme yapmak azıcık zor oluyor. Bu durumda ne yapacağımı bilemedim ve topluluğa sorma joker hakkımı kullanmak istedim.
- Aklıma gelen en güzel ödeme şekli, ekolojik unlarla ve ekşi mayayla yapılmış ekmekler mesela...
- Yoğurt falan da yapabilirim ama bir yerlere taşımak, göndermek pek kolay değil. Ancak yakın çevre olursa...
- Sonra... İyi bir dinleyici olduğumu sanıyorum. Her türlü güzellik, dert-tasa paylaşımı yapabiliriz. Dikkatle ve yargılamadan dinleyerek, gerektiğinde sorular sorarak o kişiye yardımcı olabilirim.
- Bunun dışındaki armağanlarım zaten kamusal olduğu için zorlanıyorum işte. Yaşıyorum, deneyimliyorum, yazıyorum, paylaşıyorum, vs vs. ama bunlar doğrudan bir kişiye değil, zaten herkese ve bir karşılık beklemeden sunduğum şeyler.
------------------------------------
Sadece para da değil konu. Alternatif yöntemlere açık, "amalgam dolgu"larımdan kurtulma*, misvak kullanma gibi konuları da konuşup tartışabileceğim, florürlü diş macunlarının zararından haberdar biri olsun istiyorum. 
Sahi çok mu şey istiyorum?

Velhasıl, bu konuda destek olmak isteyenlerin kapısını çalmış olayım:
- Belki tanıdığınız ve farklı şekillerde ödeme yapabileceğim bir diş hekimine yönlendirirsiniz beni. Veya o diş hekimi sizsiniz. smile emoticon
- Farkında olmadığım veya şu anda aklıma gelmeyen armağan(lar)ımı bana hatırlatabilirsiniz. Bunları sunabilirim hekime...
- Amalgam dolgulara, misvak kullanımına veya diğer ağız-diş sağlığı konularına dair bilgilerinizi paylaşabilirsiniz.

Not: Aslında genel sağlık sigortası kapsamındayım ve bu işi hastanelerde de yapabiliyorum. Fakat Ortaca Devlet Hastanesi'nden randevu alırken, bir de baktım onar dakikalık zaman aralıkları veriyor. "Nasıl oluyor bu iş" diye merak edip arayıp sorduğumda öğrendim ki hastanedeki diş hekimleri bir hastayı uyuşturuyor, o sırada diğerine uğruyor, onda biraz çalışıp öbürüne gidiyor, falan fıstık... Ağız sağlığı önemli ve kritik be abi, bana zaman ayıramayacak bir hekime gitmeyi pek istemiyorum.

* Detay bilmiyorum ama galiba hemen tüm hekimler amalgam dolgu kullanıyor ve bu dolguda ağır metaller var. Bunlar aslında vücudu olumsuz etkiliyor vs. Okuduğum bir kitapta "hemen çıkarttırın amalgam dolgularınızı" diyordu mesela. Ki bir diş hekimi okurla yaptığımız yazışmada o işin pek de kolay olmadığını öğrenmiştim. Puff, zor işler...

27 Aralık 2015 Pazar

aynılaş-MA

İnsanların büyük kısmı, "birey" olma yolunda ilerlemek yerine kolayı seçip (birçokları için, diğer bir yolun olabileceği akıllara bile gelmeyip) toplumsal kıyafetleri büyük bir hevesle giydikleri ve küçük yaşlardan itibaren bunları içselleştirdikleri için, her türlü yaklaşım ve yargı da büyük oranda ortaklaşıyor.

aynılaştırabildiklerimizden misiniz?
Etrafıma baktığımda kocaman bir aynılaşma çabası ve sıradanlık görüyorum. Aynılaşma çabası, elbette ki toplumsal kabul görme ihtiyacımızdan ileri geliyor. Diğerleriyle ne kadar benzeşirsem, topluma o kadar uyum sağlarım ve kolayca kabul görürüm. Farklılaştığım ölçüde yadırganır, yargılanır ve hatta dışlanırım. Sıradanlık ise çok konforludur. Nerede nasıl davranacağım, hangi durumlarda hangi cümleleri sarf edeceğim bellidir. Daha çok küçük yaşlardayken başlarız öğrenmeye, pardon, ezberlemeye. Her geçen gün daha da sıradan olmayı öğreniriz... Sıradanlaştığımız ölçüde toplarız aferinleri, Mario'nun bonusları toplaması gibi. Aynılaşmadığımızda ise çatık kaşlar bizi bekler, "hiç öyle olur mu?"lar, "kız çocukları böyle yapmaz"lar, "insan bi' arar-sorar"lar, "yakışıyor mu erkek çocuğuna ağlamak"lar, "meli"lar, "malı"lar, "lazım"lar ve daha neler neler...


Çoğunluk, üzerine yapışan bu kıyafeti çıkartmayı aklından bile geçiremezken, birileri bir yerlerden başlamaya çalışır. Heyhat burada da epey kayıp verilir. Bir şeyleri sorgulamaya çalıştığımız anda birileri bizi belimizden tutup yere düşürmeye çalışır. Kötü niyetlerinden falan değil ama korkuları o kadar baskındır ki başka yolların peşinden gidenleri durdurmak için tüm varlıkları ile çalışırlar. Ama nasihatle, ama duygu sömürüsüyle, ama tehditle, ama diğer muhtelif yollarla... Gerçi sağ olsunlar, bu başka yolları tamamen dışlamazlar da. "Yapma demiyorum ama hobi olarak yap."lar, "önce okulunu bitir, diplomanı bi' al, sonra yine bakarsın"lar... İşte, bildiğiniz şeyler...

Çevre (çoğunlukla da aile) baskıları sonucunda, kayda değer bir güruh teslim olurken kalan bir avuç insan yoluna devam eder. İnadına falan değil, içlerinden öyle geldiği ve hayatta belki de tek kutsal şeyin bu "gelen"i takip etmek olduğunu kavradıkları için.

Yoluna devam eder de ne olur? Her şeyden önce kendileri mutlu olurlar. Mutlu oldukça mutluluk saçarlar, çevrelerinde bir çekim alanı oluştururlar. İlham verirler. Her daim değişirler, dönüşürler, devinirler. Bu çekim alanı büyüdükçe ve görünür oldukça, yenileri de kendi yollarını bulmak üzere cesaret bulurlar. Ve bir yerden sonra (üç gün, beş yıl veya belki bir asır sonra) yeterince "birey" ortaya çıktığında, yani kendini aramaya başladığında, dünya dönüşüverir.

Masal bu ya, cennet olur...

Bu arada... Yazıyla bir ilgisi yok ama... Ülkenin doğusunda kipkirli bir savaş devam ediyor. Devlet iyice pervasız bir şekilde yapacağını yapıyor. (Olan biteni hala ana akım medyadan takip ediyorsanız, sadece "terörle mücadele haberleri" görüyor olabilirsiniz tabii.) Bunlar olurken yukarıdaki gibi şeyler yazmak bir yandan ne kadar naif geliyor. Öte yandan içimden ve elimden gelen, dünyayı bir masal yerine çevirme yoluna koyabildiğim kadar taş koymak. Bunun dışında bugün itibariyle tek yapabildiğim, direnenlere afili bir selam çakmak.

-----------------------------------------

Blog yazarının notu: 

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

 Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

25 Aralık 2015 Cuma

Kişi

Kişiden başlayacak devrim
Fark edecek önce
Hayatın anlamlılığını
Ve
Hayatının anlamsızlığını

Soracak bir gün kendine
Ne yapıyorum ben diye
Ne için yaşıyorum
Ne için çalışıyorum

Başlayacak sorgulamalar

Üç vakit sürecek bazıları için
Ama üç gün
Ama üç yıl
Öyle ya da böyle
Başlayınca yolculuk
Bir daha hiçbir şey
Eskisi gibi olmayacak

Bir ömür sürecek bazıları içinse
Korku galip gelecek hep
Atılamayacak o ilk adım
Kafada bile atılamayacak
Engeller koyacaklar kendilerine
"Ama"lar eşlik edecek her cümlelerine
Çıkaramayacaklar üzerlerine biçilmiş olan gömleği
Sapamayacaklar ana yollardan tali yollara
Ve maalesef ki
Iskalayacaklar bu hayatı

Yola çıkanlar ise
Kendilerini arayacaklar hep
Tam buldum derken
Yeniden kaybedecekler
Ve yeniden bulup yeniden kaybedecekler

Kişi devinir
Kişi değişir
Kişi bilir ki
Başkalarıyla aynılaşmak ne kadar zararlıysa
Dünkü kendisiyle aynılaşmak da
Öyledir

Kişi artık dünkü kişi değildir
Yarınki kişi de bugünkünden farklı olacaktır
İşte bu yüzden
Bulmalar, kaybetmeler
Tekrar tekrar

Kişi her gün kendini yeniden bulur ve anlarken
Keyifle yaşayacak
İhtiyacı olanı yapacak
Ne eksik ne fazla
İçinden ne geliyorsa o
Hayat ne getiriyorsa o

Kişi her gün kendini yeniden bulur ve anlarken
Görecek ki hayat hep
Güzel şeyler getiriyor
Yeter ki akıntıya karşı kürek çekmesin
Yeter ki güvensin hayata
Gördükçe güvenecek
Güvendikçe görecek

İşte kişi böyle
Devrim olacak

26 Kasım 2015 Perşembe

Dengeyi kaybedişim...

Bu blogda hemen her zaman olumlu şeyler paylaşırken, dengesiz zamanlarda genelde yazma isteğim olmadığı için o hallerimi paylaşamıyorum. Bu, nadir denemelerimden biri olacak şimdi. Eğer akarsa ...

Bugünlerde kafam pek karışık. Dengede değilim; iniyorum, çıkıyorum...

Şöyle bir içime soruyorum tam da şimdi: "Ne(ler)dir beni dengede olmaktan alıkoyan?" diye... Aklıma geliş sırası ile de yazıyorum: Gıda üretme, iyi beslenme meselesi; ekolojik yıkım ve bunun farkında olmayan çoğunluk; yakın çevremde olup olan bitenin de az çok farkında olan ama yeterince çaba sarf etmediğini düşündüğüm eş, dost; bunca sevgi ve desteğe rağmen olanla yetinmekte zorlanan "ben"; -aslında olumlu bir şey ama- yapabileceğim çok fazla şey olması ve seçim yapmakta zorlanma hallerim...

Aynı sıra ile, yine gelişigüzel içimdekileri boşaltayım mı...

Gıda üretme, iyi beslenme meselesi: Aslında ters sırayla yazmam lazım; iyi beslenme, gıda üretme meselesi. İyi beslenmek istiyorum; bunu pazardan, manavdan alışverişle becermem mümkün olmadığı için (yoksa siz hala pazardaki köylülerden alınan sebze-meyveleri temiz, ilaçsız vs. mi sanıyorsunuz?) gıda üretimiyle de hemhal olmam gerektiğini düşünüyorum. Yani aslında gıda üretimi zaten keyifli ve sevdiğim bir süreç olmakla birlikte, temiz gıdaya kolayca ulaşabiliyor olsam, üretimini yapmak yine de benim için öncelikli olur muydu, bilmiyorum. (Bkz. son maddedeki seçenek bolluğu)

Ara ara yazdım çizdim zaten, bakliyat, un vs.yi zaten çoğunlukla eko-çiftliklerden alıyoruz bir süredir; et pek yemiyoruz, sebzeyi pazardan, kendimizce kötünün iyisi üreticilerden almaya çalışıyoruz; bal ve sütü köyden alıyor, yoğurdumuzu kendimiz yapıyoruz.

Bal, yoğurt demişken... Bir bu eksikti ama artık ben de hayvan ve hayvansal ürün yeme işini sorgulayanlar kervanına katıldım. Şimdilik sorgulama dönemindeyim ve ciddi bir girişimim yok ama daha önce düşünmediğim şeyleri düşünmeye başladım ve daha önce düşünmemiş olmama da şaşırıyorum bazen. Mesela bal yemek demek, bayağı bayağı ve çok aleni bir şekilde arıların balını çalmak demek. Çok acayip bir durum! Üreticiler, çaldığımız balın yerine glikoz şurubu, şeker, kek denen bir ürün vs. ile besliyorlar arıyı. Arı binbir emekle ürettiği balı bize kaptırırken kendisi sentetik gıdalara mahkum kalıyor. Elimde yeterli veri yok ama elbette ki bu, arıların genel sağlığını ve mutluluğunu da etkiliyor, hastalıklara ve hava sıcaklığı değişimlerine olan direncini de... Ama olsun, önemli olan bizim bal yememiz. Hem çok faydalı!

Sütte benzer bir durum var. Anladığım kadarıyla inekler zaten her daim süt veriyor da özellikle koyun, keçi sütü içebilmemiz için yavruları annelerinden ayırmamız gerekiyor. İnek yavrusu da hemen ayrılıyor gerçi annesinden. En son komşumuzdan duyduğumuz kadarıyla, yavrusu yanında olduğunda inek hep onla ilgileniyormuş, kendi yemeğini falan az yiyormuş. Eh, bu durumda az süt veriyor, bu da az kazanç demek, vs vs... Çünkü her şey meta! Ve inanın, komşumuz, ineğini ve diğer hayvanlarını gerçekten çok seven ve onlara yürekten bağlı bir insan. Köyün en iyi üreticilerinden belki. Ama bu, dip toplamdaki durumu değiştirmiyor. Hırsızlık, hayvanları kendi çıkarlarımız için kullanma vs...

Çok az bilgiyle yazıyorum bunları, yavaş yavaş eğileceğim artık bu konulara. Daha fazla kaçma şansım yok. Ama herhangi bir şeyi yanlış ya da eksik paylaşıyor olabilirim, affola. Bir de azıcık karamsarım bugünlerde ama hep umut dağıt hep umut dağıt, nereye kadar...

Et yeme mevzusuna girmiyorum şimdilik. Sadece -şu an için- prensip olarak hiçbir şekilde et yemememiz gerektiğini düşünmüyorum ama yaban hayvanlarını avladığımız veya evcil türleri de doğada, olmaları gereken yerde yetiştirdiğimiz takdirde, çok sık olmamakla birlikte yememizi etik açıdan çok yanlış bulmuyorum. Dediğim gibi, şu an için! Ancak korkunç hayatlar yaşayan hayvanları (ancak vücutlarının sığabildiği alanlarda, çoğunlukla karanlıkta yetiştirilen tavuklar, sığırlar ve diğerleri) yiyerek beslenmek çok acayip bir şey. Kısa bir sürede bunu yapamayacak duruma geleceğimi sanıyorum. Tavukta çoktan geldim zaten.

Hayvan ve hayvansal ürünleri tüketme konusuna genelde etik açıdan yaklaşıyorum şimdilik, işin bir de sağlık yönü var tabii. Ama ben daha o konulara gelmedim. Şu an, sağlıklı iseler bile yeme kısmını tartışmaya başladım. Bakalım nerelere gidecek bu iş.

Zaten bi' bu eksikti. ((: Sistemi, parayı, ilişkileri ve diğer her şeyi sorguladığım ve kendi doğrumu aradığım yetmiyordu, bu çıktı bir de. Ama işte, her şey bir bütün ve beslenme de bu bütünün kocaman ve belki en önemli parçası. Şimdiye kadar "çıkmadığı"na şükür (!).

Ekolojik yıkım ve bunun farkında olmayan çoğunluk: Her ne kadar elimin, zihnimin erişemediği haberlerden uzak durmaya, etkileyemeyeceğim şeylerin beni etkilemesinden kendimi sakınmaya çalışsam da yeryüzünde epey korkutucu zamanlardan geçtiğimizin farkında olacak kadar su kaçıyor kulağıma. Küresel ısınma, mevsim anormallikleri, toprağın yok oluşu, seller, tayfunlar, tsunamiler, çölleşme, atmosferdeki karbon oranları ve daha neler neler... Ve durum böyleyken, ekolojistler, kimi çevre kuruluşları bas bas bağırırken hiçbir şey olmuyor gibi hayatına devam eden insanlar, liderler (!), ülkeler, kurumlar...

Tekrar tekrar, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmem gerektiğini hatırlatıyorum kendime ve dengeyi bozmamaya çalışıyorum. Ama arada beceremiyorum. Neyse, olur o kadar.

Olan bitenin az/çok farkında olan fakat bunun için yeterince çaba sarf etmediğini düşündüğüm azınlık; kimi eş, dost: Zorlandığım diğer bir konu bu. Bazen bir önceki maddeden daha fazla zorlanıyorum hatta. Mesela, bir fabrikanın bir gölü kirletmesi ve mahvetmesinden daha fazla takılabiliyorum arkadaşlarımın vızır vızır uçağa binmeye devam etmelerine veya her yere fütursuzca arabayla gitmelerine. Fabrika sahiplerinin, yöneticilerinin zaten gözü dönmüş, zaten para dışında hiçbir şeyi gözleri görmüyor oldukları için onlarla daha kolay empati yapabiliyorken "bizimkilerle" aynı empatiyi kurmakta zorlanabiliyorum. Dışıma fazla çıkarmamayı başarsam da içimden içimden yargılıyorum galiba çoğunu, çoğunuzu... Kendim de nasibimi alıyorum, merak etmeyin. Sütten çıkma ak kaşık olmadığımı her zaman söylüyorum. Ama gerçekten de yapabildiğimin en iyisini yapıyorum. Attığım her adıma sinmiş durumda doğayı gözetmek. Yeterince gözetemediğimde, gerçekten yapamadığım için oluyor bu. Ya da belki kendimi kandırıyor, aklıyorum, kim bilir...

Bunca sevgi ve desteğe rağmen olanla yetinmekte zorlanan "ben": Bu da çok acayip mesela! Özellikle son üç yıldır aldığım maddi/manevi desteğin haddi hesabı yok. Tanıdığım/tanımadığım bir sürü insandan bitmek bilmeyen bir sevgi ve ilgi akışı... Tuhaftır, yetmiyor. Kendimi gözlemeye çalışıyorum, içimde neyin doymadığını anlamaya çalışıyorum. Cevap tabii ki ego. Ona kızmıyor, onu görmezden gelmiyorum; sadece bakıyorum ona. Bakmaya devam ediyorum... Bir süre sonra rahatlayacağını biliyorum. Ama kendisi gerçekten çok arsız ve sürekli dış kaynakla beslenmenin peşinde. Sürekli okuyuculardan mektup gelsin, sürekli birileri daha (kitap veya doğrudan benim geçimim için) destek olmak istesin, birileri için önemli olayım, aranır olayım, sorulur olayım... Bitmiyor!

Bakmaya devam ediyorum. Devam...

Yapabileceğim çok fazla şey olması ve seçim yapmakta zorlanma hallerim: Bu, uzun süredir gündemimde olmakla birlikte bir süredir bir miktar aştığım bir konu(ydu), şu günlerde yine sallamaya başladı beni. Hayatımı coşkuyla yaşıyorum ve bu coşkuyu sağlayan, beni -ve dolayısıyla bütünü- besleyen bir sürü şey var. Okuması, yazması başlı başına bir şey; bahçe işleri, yiyecek yetiştirme desen ayrı bir dünya; gezmek, göçebelik, yeni ve mevcut dostlarla takılmaca inanılmaz bir keyif; kendimi atölyelere vermek, dört bir yanda çemberler, armağan ve paylaşım ekonomisi atölyeleri, topluluk olmaya dair çalışmalar yapma ve bütüne bu şekilde hizmet etme isteği; oyun kavramı ve oynamak, bir de bu yaz karşıma çıkan doğaçlama tiyatroya veya bir süredir çok sevdiğim ama istediğimden çok daha seyrek yapabildiğim doğa yürüyüşleri, şu-bu...

Daha 20 gün önce bu konularda daha iyi ve rahatlamış, sadece içimden geldiği gibi devam ediyor bir haldeyken bugünlerde yine çalkalanmaya başladım. Çandır'daki çok keyifli hayatımızın artık bir konfor alanına dönüştüğünü hissetmeye başlamamla birlikte acaba yeniden hareketli bir hale mi geçsem düşünceleri fink atmaya başladı zihnimde. Harekete geçeceksem de ne yöne doğru acaba... Tarım-toprak işlerini iyi bilen birilerinin yanına uzun süreli bir yamanma mı, ufkumun daha da açılması için biraz da yurt dışındaki eko-oluşumları ziyaret mi, yollara düşüp atölyeler, çemberler mi, katılmış olduğum Vipassana'nın da ivmesiyle tam tersine iyice kendi içime girmece mi; hepsi mi, hiçbiri mi...

Seçenek çok, ne kadar bükmeye çalışsam da zaman nihayetinde sınırlı. Neyse ki hepsi coşku dolu seçenekler, doğru zamanda ihtiyacım olanları seçeceğimden çok da şüphem yok aslında.

***

Bunları paylaşmak iyi geldi. İçinde yargılamalarım ve diğer bazı karanlık yanlarım var ama bunlardan utanmıyorum. Daha ziyade, aklıma geldiği gibi ve eksiğiyle gediğiyle paylaştığım için biraz huzursuzum aslında. Muhtelif yanlış anlaşılmalara ve tetiklenmelere yol açmasa bari.

Bu arada biliyorum ki bu da böyle bir dönem ve geçip gidecek. Hatta şimdiden etkisini azalttı aslında ama ben yine de paylaşmak istedim. Bütüne baktığımda her şey olacağına varacak. Kurtarmamız gereken bir dünya falan da yok ayrıca. (Kim oluyoruz ki...) Bunu da kendime hatırlatmış olayım.

Sevgiyle,
Emre

Bugün harika bir yağmur var ve odamın penceresinden, oturduğum yerden manzaram bu. Şimdi ise güneş açtı. Hepsine şükür!
-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

4 Kasım 2015 Çarşamba

Şehirden göçmek isteyenler için bir rehber denemesi

Tanıdığım ve tanımadığım birçok insanla, terk-i şehir edip köye veya küçük bir sahil kasabasına yerleşmeleri konusunu konuşuyor, yazışıyoruz. Gördüğüm kadarıyla gerçekten de çok fazla insan başka bir hayatın hayalini kuruyor; çoğunluk, türlü nedenle bunun için adım atmaya cesaret edemezken, sayıları gittikçe artan bir azınlık ise yeni hayatına doğru yelken açıyor.

Bu yazıyı yazma fikri uzun zamandır aklımda idi, şimdiye kısmet oldu. Aslında şimdiye kadar yazdıklarımın büyük kısmında buradaki hayatın ne kadar keyifli, kolay, ucuz vs. olduğunu belirtegeliyorum ama tamamen buna odaklanacak bir yazı yazmak ve bu adımı atmak isteyenlerin, bir nebze olsun önlerini görmelerini sağlamak ve onlara cesaret sunmak istedim.

Köydeki hayatımdan genel olarak çok memnun olduğum ve diğer şehir göçgünlerinin de birçoğunun (hatta galiba hepsinin yahu!) aynı şekilde memnun olduklarını gördüğüm için, yazı büyük oranda "hadi ne duruyorsunuz!" hali alabilir; bunla birlikte buradaki yaşamın zorluklarından da bahsetmeye çalışacağım.

Ayrıca bu yazının muhatabı elbette ki böyle bir hayatın hayalini kuranlar. Yoksa hiç kimseye kendi hayatımı ve seçimlerimi dayatmak istiyor değilim.

Bu arada eklemek isterim ki hayalini kurduğum hayatta (umarım birkaç sene sonra) büyükçe bir topluluk olarak yaşıyoruz ve ihtiyaçlarımızın çok büyük bir kısmını kendi çeşitliliğimiz içinde gideriyoruz. Fakat ben bu yazıyı, kırsala ilk adımını atacak, bu hayata dair pek bilgisi olmayan, belki pek parası da olmayan  2-4 kişilik gruplara yönelik yazıyorum. Yani burada ayakta kalmak için güçlü bir dayanağı olmayanlar için bile aslında durumun pek o kadar zor olmadığının anlaşılmasını istiyorum.

En sıcak başlık olan ekonomi ile başladıktan sonra, -varlığı ve yokluğuyla- sosyal ve kültürel hayattan, adaptasyon sürecinden, bu yolda atılabilecek muhtemel adımlardan bahsedeceğim.

EKONOMİ

Masraflar

En yakıcı konu ekonomi, değil mi? Adım atmak isteyip de buna cesaret edemeyenlerin büyük çoğunluğu, paraya dair korkuları nedeniyle (ve belki bazen bunu bahane ederek) yola çıkamıyor.

Gerek bir süre sıkı bir şekilde takip ettiğimizden dolayı bildiğim kendi bütçemiz, gerekse diğer bazı yeni köylü arkadaşlarımızın bütçelerinden ortaya çıkan şu ki iki kişinin bir köyde -veya çok popüler ve çok pahalı olmayan bir sahil kasabasında- yaşarken yaptığı harcamalar 1.000 TL ve altında kalıyor. Yani kişi başı 500 TL ve altı ile kiranızı ödeyebiliyor, gıdanızı temin edebiliyor,  faturalarınızı ödeyebiliyorsunuz. (Yani biz yapıyoruz, siz de yapabilirsiniz.)

Bu 500 TL'nin ortalama 50-150 TL'si kiraya, 80-100 TL'si ev ve telefon faturalarına, beslenme alışkanlıklarına göre, 150-250 TL'si ise gıdaya gidiyor. Kışın buna bir miktar ısınma giderleri ekleniyor, yıla vurduğumuzda muhtemelen ayda 50 TL ve altı diyebiliriz. (hepsi kişi başı)

Bu arada gıda kalemine hiç düşünmeden para harcadığımızı paylaşmak isterim. Peynirin en iyisini, yumurtanın köy olanını (piyasa yumurtasına 30 kuruş vermek yerine köy yumurtasına -mevsimine göre- 1 TL'ye kadar verebiliyoruz ve her gün yiyor, gık demiyoruz), unun ve bakliyatın ekolojik olanını (bu alışverişleri çoğunlukla ekolojik çiftliklerden yapıyor, kuru fasulye için 8 yerine 18 TL, nohut için 5 yerine 10 TL, un için 2 yerine 5-6 TL ödüyoruz mesela) tüketiyor, sebze meyve ihtiyaçlarımızı ise pazardan (becerebildiğimiz ve bulabildiğimiz kadar köylü ve ilaçsız üretim yapan teyze ve amcalardan) gideriyoruz. Ayrıca evimizden ne ceviz eksik oluyor ne de tahin. Yani bu kadar rahat harcarken ve güzel-sağlıklı beslenirken gıda için harcadığımız para budur. Bu arada şu an için hiçbirimiz vejetaryen değiliz, çok sık olmasa da balık, et vs. de yiyoruz.

Çizmeye çalıştığım tabloda kıyafet alımı yok (sanıyorum ki bu yazıyı okuyan hemen herkesin, en mutevazi yaşayanların bile çoğunun, hayatlarının sonuna kadar giyecek kıyafeti vardır; yoksa bile takastan vs.den bu işi masrafsız veya belki çok düşük masraflarla halletmek mümkün. Hadi diyelim ayda ortalama 10-20 TL civarı...

Beklenmedik, hesap edilmedik masraflar da ayda 10-40 TL falan olsun.

Benim hesaplarda sigara,tütün vs. yok, alkol nadiren tüketiyoruz. Bunları tüketmeye devam edeceğinizi düşünüyorsanız hesaba katmakta fayda olabilir, zira çok yüksek meblağlı kalemler oluyorlar. (Kullandığım gıda, su, elektrik, her şey dahil günde 10 TL, gayet kaliteli bir hayat sürmem için yeterli oluyor; buna iki bira eklemek istersem bi' 11 TL'yi daha gözden çıkarmam gerekiyor. Masraflar iki katına çıkıverdi!) Gerçi bizim, ya da kendi adıma konuşmak gerekirse benim, eskisinden çok daha az alkol alıyor olma nedenim maddi durumdan ziyade artık buna ihtiyaç duymamam. Doğanın içinde, sakin, yavaş, keyifli, kaliteli bir hayat yaşarken kafam her daim güzel olduğu için alkolden destek almaya ihtiyaç duymuyorum uzun süredir. Şehirdeyken öyle değildi, haftanın ortalama 4-5 günü bir-iki bi'şey içerdim.

Aynı şekilde elektronik vs. alma ihtiyacı olabilir ama hesaplarımda buna yer vermedim. Bu tip ihtiyaçlarınızı paylaşım ekonomisi çerçevesinde arkadaşlarınızdan ve hatta hiç tanımadığınız insanlardan karşılayabileceğinizi sanıyorum. Bunu yapmadığınız takdirde bir miktar bütçe de bunun için koymak gerekebilir. Yalnız şu anda bu konudaki harcamalarınız nasıl bilmiyorum ama buraya geldiğinizde yılda iki kere telefon değiştirmeyi, ayfon altı vs. peşinde koşmayacağınızı varsayıyorum. Koşacaksanız, yine hesaba katın tabii.

Bütün bunları okurken belki dikkat ettiniz, herhangi bir tarımsal üretim yapmadığımız ya da çok az yapabildiğimiz durumda masraflar bu şekilde çıkıyor. Bir de önce sebzemizi, zamanla bakliyat, meyve vs.mizi de yetiştirmemizin, başta tavuk olmak üzere diğer hayvanlara bakabilecek olmamızın da muhtemel olduğunu hesaba katarsak, özellikle gıda kaleminde zamanla düşüş olacaktır. Ben burada, hiç gıda üretimi yapmadığımız koşulların fotoğrafını çekmeye çalışıyorum.

Peki Bu 500 TL'yi Nasıl Kazanacağım

Bu yazıyı okuyacak kesimin bir kısmının böyle bir derdi bile yok aslında. Şehirde sadece bir evi olup sözgelimi 1.500 - 2.000 TL kira geliri elde edebilecek olanlar, dört kişinin hiçbir şey yapmadan yaşamasını sağlayabilir veya tek başına -kelimenin tam anlamıyla- krallar gibi yaşayabilir mesela. (Bu da sistemin getirdiği çok acayip bir durum tabii. Sadece ve sadece bir evin olduğunda, bu kadarına yeterli olma durumu yani.) Ya da evi falan yok da ailesinin -ve bazı örneklerde- arkadaşlarının desteğini arkasına alabiliyor (Bu şekilde geçimini sağlamanın pek çok kişi için kabul edilemez olduğunu biliyorum tabii ama evet, bu da seçeneklerden biri olabilir; en azından geçiş sürecinde...).

Bu tip "şans"ları olmayanların bazılarının "altın bilezikleri" var ve bir şekilde, gittikleri her yerde üç-beş kuruş kazanabiliyorlar. Haftada bir-iki hasta bakan bir diş hekimi, ayda birkaç hafif dosya üzerinde çalışan avukat, bir barda çalıp söyleyen müzisyen, bulunduğu yerden "uzaktan" çalışıp para kazanabilen bilişim teknolojicileri, çevirmenler, çok zorlanmadan harçlıklarını çıkarabiliyorlar.

Ama -bende olmadığı gibi- sizde bunlar yoksa ve benim gibi iktisat mezunu falansanız (bkz. ne iş olsa yaparım abi) ve -yine benim gibi- buradaki hayata dair herhangi bir bilgi, beceri, deneyiminiz yoksa bile, gittiğiniz yerlerde hasatta falan çalışarak bile çıkarabilirsiniz ihtiyacınız olan parayı. Günde ortalama 50 TL kazansanız, ayda 10 gün çalışmanız temel ihtiyaçlarınızı karşılamanız için yeterli olacaktır. Sadece hasat değil, yaşadığınız yer turizm bölgesi ise yaz aylarınızı feda edebilir ve üç ayda kazandığınız ile bir yıl geçinebilirsiniz. O da olmadıysa yine ayda 10-12 gününüzü, belki daha azını vererek deşifre yaparsınız (bilmeyenler için: bazı toplantı, konferans veya benzeri çalışmaların ses kayıtlarını yazıya dökerek), o parayı yine kazanırsınız. Daha da bir sürü seçenek yaratabilirsiniz elbette.

Yani diyeceğim o ki derdiniz, bizim gibi, temel ihtiyaçlarınızı karşılamak ise bunu her türlü yaparsınız, korkacak hiçbir şey yok. Fazlasında gözünüz varsa (ki en doğal hakkınızdır), bunu siz değerlendirin. Ben sadece, buradaki hayata dair herhangi bir bilgi, beceri, yetenek, tecrübesi; ayrıca kenarda parası pulu olmayanların bile çok zorlanmadan hayatlarını idame ettirebileceklerini anlatıyorum.

ADIMLAR

Bu konuda herkese uyacak bir yol haritası çizmek mümkün de değil, gerekli de. Ama her şeye en baştan başlarken, sizden öncekilerin tecrübelerinden faydalanmamak için de bir neden yok herhalde, değil mi?

- Kendinizi güvende hissetmek için -mümkünse- bir yıl ücretsiz izin alın, bir yıllık deneme sürecinden sonra hala bu hayatı istiyorsanız (ki muhtemelen isteyeceksiniz) istifa edin.
Değilse ve çok istiyorsanız hemen istifa edin.
Zaten çalışmıyorsanız, en kolayı... ((:

- Hiç birikmiş parası olmayanlar veya para durumundan bağımsız, ne yapacaklarını, nereden başlayacaklarını bilmeyenler için harika bir yol var: ekolojik çiftliklerde gönüllü olarak bulunmak. Buğday Derneği'nin TaTuTa projesindeki ekolojik çiftliklerden gözünüze kestirdiklerinizde takılarak -kısa ya da uzun- bir süre için, nerdeyse sıfır masrafla yaşayabilirsiniz. Ki olay sıfır masrafla yaşamanın çok ötesinde. Bu süreçte, kırsal hayata dair tecrübe edinebilir, gerçekten ne yapmak istediğinizi yaşadıkça ve gördükçe fark edebilir, tarımsal uygulamalara dair çok kıymetli bilgiler edinebilir ve tüm bunları sosyal bir şekilde, başkalarıyla paylaşarak yaşayabilirsiniz. Gönüllülerin, yani hepimizin desteğine çok ihtiyaç duyan çiftlikler için de çok önemli bir destek sunar, sağlıklı ve besleyici besinlerle beslenmenin tadını çıkarabilirsiniz. Bence başlangıç için harika duraklar bu çiftlikler! Bu arada TaTuTa ağına bağlı olmayan ama gönüllü kabul eden başka oluşumlar, çiftlikler, girişimler de var; belki onlardan birine konuk olabilirsiniz. Ve hatta yurtdışında da bu sistem -çok daha gelişmiş ve oturmuş bir şekilde- varlığını sürdürmekte. Dünyanın hemen her yerinde WWOOF ağlarından gözünüze kestirdiğiniz bir çiftlikte çok büyük tecrübeler edinebilirsiniz. Size düşen, sadece ulaşım masraflarınızı karşılamak.

- Cebinizde çok fazla paranız varsa bile, bir arazi, ev vs. alarak başlamamanızı ısrarla tavsiye ederim. Özellikle de şu anda yaşamak istediğiniz(i düşündüğünüz) hayatı daha önce deneyimlemediyseniz... Bu yazıda da elimden geldiğince değinmeye çalıştığım üzere işin çok farklı boyutları var: Sosyal hayat, yerel halkla ilişkiler, belki farklı bir iklimde yaşama ve diğer birçok konuda ne istediğinizi anlamak için bir süre bu hayatı deneyimlemeniz gerekebilir. Hemen hiçbir şey şehirden göründüğü gibi değil. Hem kim bilir, belki de uzaktan çok güzel görünen bu hayatı deneyimlediğinizde size göre olmadığını anlayacaksınız (Gerçi bunun pek örneğini görmedim ama belli mi olur). İşte bu nedenle, bir yer satın almaktan ziyade, ekolojik çiftlikleri veya diğer alternatif şekillerde yaşayanları ziyaret etmenizi öneririm.

Bu tip ziyaretler size çekici gelmiyorsa da yaşamak istediğiniz hayata kiralık bir evde başlamanız harika olacaktır. Bir ya da iki yıllık bir deneme, birçok konudaki beklentinizi, isteğinizi değiştirecek, geliştirecektir. Kendinize bu zamanı vermenizi çok sağlıklı buluyorum.

- Çiftlik ziyaretleri, kiralık ev gibi konularla bu hayata ısındıktan ve ne yapmak istediğiniz az çok netleştikten sonra, işte o zaman maddi durumunuz da elveriyorsa bir yer satın almayı değerlendirmenizi öneririm. Ya da en kötü bu şekilde devam edersiniz.

SOSYAL ve KÜLTÜREL HAYAT

Şehirden köye veya ufak bir kasabaya gelince, sosyal ve kültürel hayat konusunda epey farklılık yaşayacağınızı söylemeliyim. Bu farklılıkların bir kısmı dezavantaj gibi görünmekle ve kısmen öyle olmakla birlikte bunların büyük bir kısmını avantaja çevirmek elimizde.

-Kötü haber; nereye giderseniz gidin, şehirdeki kadar fazla insanı bir arada bulamayacaksınız, en azından şu an için. İyi haber ise şehirdeki kadar fazla insanı bir arada bulmayacaksınız :)) Ayrıca gideceğiniz köy veya kasabada büyük bir ihtimalle sizler gibi şehir göçgünleri olacak. Ya da seçim yaparken bu tip yerleri tercih edebilirsiniz. Bazılarınız farkında olmayabilir ama bizim azınlık, yavaş yavaş azınlık olmaktan çıkıyor. Özellikle Ege'nin her güzel beldesinde zaten bizim gibi bir sürü insan var, da artık köylerin bile birçoğunda neo-köylüler bulunmakta. Yani muhtemelen yalnız kalmayacaksınız.

Bunla birlikte, bu hayata adım atar atmaz göreceksiniz ki birçok dostunuz, arkadaşınız, aileniz sizi ziyarete gelecek. Hatta bir yerden sonra sosyallikten yorulma ihtimaliniz bile var (bizde zaman zaman öyle oluyor).

İşin en güzel kısmı da gerek gelen gidenle, gerek yaşamaya başladığınız yerdeki diğer göçgünlerle ve hatta köylülerle olan ilişkiniz çok daha doyurucu olacak. Şehirdeki koştur koştur buluşmaların, gürültülü yerlerde geçirilen birkaç saatin yerini, çok daha kaliteli zamanlar alacak. Hatta şunu da eklemeliyim ki şaşırabilirsiniz ama zamansal olarak da şehirdeyken görüşebildiğimizden daha fazla görüşüyoruz birçok arkadaşlarımızla. Hem niteliksel hem niceliksel olarak daha iyi durumda hissediyorum kendimi, eskiye nazaran.

Ha yine de... Bazen çok sevdiğin insan(lar)ı pat diye görmek istediğinde göremeyebiliyor ve bunu yapamayabiliyorum, bunu inkar edecek değilim. Ama artılar eksilerden çok daha fazla.

- Kötü haber, her istediğinizde sinemaya, tiyatroya, konsere gidemeyeceksiniz. İyi haber ise, öncelikle buradaki sakin ve huzurlu hayatta, bu tip etkinliklere olan ihtiyaç bir nebze olsun azalıyor. Zaten doğada her daim harika gösteriler mevcut ve onla ilişkilendikçe bu gösterinin tadını daha fazla çıkarıyorum.

Bunla birlikte, köye yerleşmek demek buraya prangayla bağlanmak demek değil elbette. İstediğim an şehre gidebiliyor, kültürel ve sosyal hayatın tadını çıkarabiliyorum. Özellikle -mesela- festival zamanları İstanbul'a, İzmir'e gidip bir-iki hafta içinde bir sürü film, tiyatro, konser izleyip özgürce bunların tadını çıkarmak mümkün. Şehirde yaşarkenkinden çok daha fazlasının tadını çıkarma şansınız var yani. Ama dostları görme hikayesinde olduğu gibi, istediğin anda gerçekleşmeyebiliyor bu ama olsun varsın.

- Tam zamanlı bir işte çalışmamanın en güzel yanı, herhalde, özgürlük. Üstteki maddeler de hep özgürlük hali ile ilintili zaten ama buna ayrı bir başlık açmak istedim. Birileri kerpiçten bir ev mi yapıyor, fırla yardım et; birileri harika atölyeler mi düzenliyor, koş; tohum festivali mi var, eko bilmemne buluşması mı... İstediğin her birine katılma şansı! İzin alma derdi yok, hesap verme sorunu yok! Gerçekten de bundan daha büyük bir nimet düşünemiyorum.

Bu arada şunu önermek istiyorum: Her nereye gidiyorsanız gidin, bence iki kişi (genelde, çift olarak) yerine 3-4 kişi gidin. Büyük bir evi ortak tutun ya da aynı yerden iki ev tutun vs. Hem sosyal ihtiyaçlar açısından geçişi kolaylaştıracaktır hem de toprakla, hayvanla falan uğraşmaya niyetiniz varsa hareket serbestinizden fazla bir şey kaybetmezsiniz. Mesela dört kişiyseniz; iki, hatta üç kişi bile yollarda olduğunda arkada kalan kişi işlerin yürümesini sağlayabilir. Bu, özgürlük halini de her daim yaşamanızı sağlayacaktır.

AİLEYE KARARI AÇIKLAMAK, ONLARI İKNA (?) ETMEK

Bu, birçokları için önemli bir konu, biliyorum; bu nedenle başlığı açıyorum ama uzun uzun yazmayacağım. Zira, bu sizin hayatınız. Aileme ne derim, arkadaşlarıma bu kararı nasıl açıklarım gibi şeylere takılırsanız yazık olur. Önemli olan, ruhunuzun ne yapmak istediği. Ruhunuz ne yöne doğru uçmak, kanatlanmak istiyor? Lütfen bunu yapın ve diğer şeyleri bahane ederek kendinizi bundan mahrum bırakmayın.

SAĞLIK

Daha doğal, daha gerçek bir hayat seçtiğiniz takdirde, kuvvetle muhtemel şu ankinden çok daha sağlıklı olacaksınız. Muhtemelen pek hasta olmayacaksınız (bizde grip, şu-bu, hiç gündeme gelmiyor). Ama yine de devletin sağlık güvecesinden uzak kalmak istemiyorsanız, genel sağlık sigortası uygulaması (GSS) ile sağlık sigortanızı devam ettirebilir, her türlü sağlık ocağı, devlet hastanesi ve anlaşmalı özel hastanelerden aynı şekilde faydalanabilirsiniz. Üstelik çalışmayan ve resmi bir geliri olmayanlar için aylık ödenmesi gereken prim -yazı ile- sıfır TL. Ayrıca evli olmayan kadınların GSS'ye başvurmalarına bile gerek kalmıyor, babalarından sigortalı oluyorlar (devlet tarafından ikinci sınıf görülmek kırk yılda bir iyi bir şeye de yol açabiliyor).

ÇOCUĞU OLANLAR

Çocuğum olmadığı için bu konuda ahkam kesmem ne kadar doğru bilmiyorum ama "bahane"lerin en güçlüsü gibime geliyor... Çocuk bakmanın, okutmanın pahalı bir şey olması da sistemin getirdiği bir ezber değil de ne! "Alınması gereken" şeylerin çoğunun alınmasına hiç gerek olmadığını düşünüyorum, bu bir. İkincisi, özellikle çocuk kıyafetleri ve eşyalarında harika bir dayanışma var ve çocuğuna tek bir kıyafet almadan onu büyüten arkadaşlarım var. Talep ettiğiniz ve açık olduğunuz takdirde, oradan buradan kıyafet ve diğer eşyalar yağacaktır. "Benim çocuğum ille de sıfır kilometre şeyler giysin, kullansın." diyorsanız, orası sizin tercihiniz.

Okuma çağındaki çocuklar köy, kasaba okullarına gidebilir bence. Arkadaşlarımız çocuklarını o şekilde okutuyorlar ve şehirdekinden geri kaldıklarını pek sanmıyorum.

Gerçi mümkünse çocukları milli eğitimden tamamen uzak tutmak gerektiğini düşünüyorum zaten ama o başka bir konu.

YA BECEREMEZSEM; SEVMEZSEM vs.

Hiç sorun değil, geri dönersin olur biter.

Zaten şunu belirteyim ki bu gerçekten de çok düşük bir ihtimal. Buradaki hayatın dinginliğine, sakinliğine ve özgürlüğe bir kere alıştıktan sonra tekrar şehrin debdebesine ve beyaz yakaya dönüş yapan pek insan tanımıyorum.

Ha, bu düşük ihtimal yine de mevcut tabii ki. İstediğinin veya ihtiyacın olanın bu olduğuna karar verirsen, eski hayatına dönmemek için bir neden yok. Aldığımız hiçbir kararın bizi sonsuza kadar bağlamasına gerek de yok. Belki iş bulma süreçleri bir miktar zor olabilir vs. ama mutlaka tekrar başlayacak bir yol bulursun.

Ama aklın buralardayken, sadece güvenlik (!) hissi ile oralarda kalıyorsan, gel, bunu kendine yapma. Bi' dene...

--- Bu yazı, buradan birkaç gün sonra uzunçorap'ta da yayımlandı. ---
--- Biraz daha sonra ise jiyanaekolojik'te. ---
--- Sonra da gezginlerkulübü'nde. --- ((:
--- Şimdi de onedio'da. --- 
--- Sonradan devamı da geldi ama artık buraya yazmamışım ((: (Ekim 2017 notu)

-----------------------------------------
Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

29 Ekim 2015 Perşembe

bir "son bir kez oy kullanma" daha

7 Haziran seçimleri öncesinde, artık oy kullanmamaya karar vermiş olmama rağmen HDP, parti olarak seçime girdiği için son bir kez oy kullanacağımı paylaşmıştım. Şimdi ne yapacağımı en baştan yazmak gerekirse, (artık nasıl oluyorsa) "bir kez daha son bir kez" oy vereceğim ve adres yine HDP olacak.

Neden böyle yapacağım: Her şeyden önce, 7 Haziran seçimleri resmen "sayılmadı". Bildiğim kadarıyla böyle bir şey ilk kez oluyor. Sonuçları beğenmediler (gerek kendi oy oranlarını gerekse %13'ü geçen HDP'nin oy oranını), oyalandılar, hükümet kurulmadı ve hop yeniden seçim... Beğenmedikleri sonuçları beğenecekleri hale getirmek için ülkeye korku ve terör saçtılar, saçıyorlar. Hala anaakım medyadan haber takip ediyorsanız belki hiçbir fikriniz yoktur ama Suruç'ta, Yüksekova'da ve diğer Güneydoğu şehirlerinde geçtiğimiz aylarda yapılanlar, 90larda yaşananları aratmadı. Ha, 90larda ne oldu ki diyenler olabilir, biraz araştırın ve görün efendim. En kestirme yoldan, aklıma gelen bir kitap var mesela: Bildiğin Gibi Değil. Ayrıca Güneydoğu'da olanları görmediyseniz, duymadıysanız bile başkentin göbeğinde 100 arkadaşımızı uğurladığımız patlamayı duymamış olamazsınız diye düşünüyorum. Bu patlamada, devletin çok ciddi bir rolünün olduğu pek şüpheye mahal bırakmıyor. Oradan durumu nasıl okuyorsunuz, bilmiyorum tabii.

Ülkede tüm bunlar olup biterken HDP'nin ve özelilkle Demirtaş'ın açıklamaları yüzümü güldürdü, içimi ısıttı. Patlamada partiden 30 küsur kişiyi kaybediyorlar, ısrarla "barış" diyorlar; yüzlerce kişi tutuklanıyor, ısrarla "müzakere" diyorlar; diğerleri somurttukça bu adamlar gülümsüyor, sakinliklerini kaybetmiyorlar. Daha ne olsun...

MHP ve -kendini MHP'ye yakın ilan eden- CHP'ye dair iki kelam etmek bile zor geliyor valla. Zaten onlara yer verecek kadar takip etmiyorum ülke gündemini. Yalnız şunu söyleyeyim: bu iki parti de "eski"de o kadar çakılıp kalmışlar ki gerçekten üstüne konuşacak bir durumları yok. En azından benim için...

Tüm bunlar bir yana, daha önce de söylediğim üzere sistemden bir çözüm bekliyor değilim. Durumu yaratan, sistemin ta kendisiyken çözümü ondan beklemek, oy vererek bile olsa onu beslemek hiç de akıllıca ve gerçekçi gelmiyor. Ama bizlerin "yeni dünya"da kendi çözümlerimizi yaratma yolunda devam edebilmemiz için nefes alacak bir alana ihtiyacımız var. Bu alan da, her şey bir yana, tek başına bir AKP iktidarının kurulamaması halinde daha fazla açık kalacak diye düşünüyorum. Bundan dolayı HDP'nin barajı geçmesini istiyorum. Hem benim gibi birkaç insanın orada olması bana daha iyi, güvenli hissettiriyor.

Son olarak... Bu seçimde HDP'nin baraj sorunu yok sanırım ama bana öyle geliyor ki HDP, en az geçen seçimdeki oyunu yine almalı. Bu sakinliklerinin, barış yanlılıklarının karşılığında oyları düşmemeli. Bunu hak etmiyorlar. Yine en az %13 alsınlar ki en azından 7 Haziran'da gelen destek azalmamış -ve tercihen artmış- olsun. Biraz da bu nedenle oyumu kullanmaya karar verdim aslında. HDP'nin barajını %13 olarak gördüğüm için yani...

Ama bu son olsun diye niyet ediyorum, umarım ve sanırım ki gerçekten son. Bu ülkede çok kritik, en kritik seçimler hiç bitmez ama bu sefer ki biraz fazla kritik sanki. Bir Ortadoğu ülkesine mi dönüşeceğiz, iyi kötü devinmeye devam mı edeceğizin seçimini yapıyor gibiyiz ve ben, en azından iyi kötü devinmeye devam edelim istiyorum.

Not: Bu yazıda HDP'ye oy verme nedenim olarak tek başına bir AKP iktidarı istemediğimi, ülkeyi terörize ettiklerini düşündüğümü ve HDP'nin tutumunu beğendiğimi yazdım ama tek konumuz bunlar değil tabii ki. Burada uzun uzun yazmayacağım ancak başta ekolojik yıkım, kadın ve işçi cinayetleri olmak üzere birçok konu başlığında da AKP iktidarının rolü çok büyük ve yine HDP, bütün bu konularda bana en yakın olan parti. Kısacık da olsa altını çizmek istedim.

27 Ekim 2015 Salı

"olan" ve "olması gereken"

Üniversitede iktisat okudum ben. Üç ya da dördüncü sınıfta, dersin birinde, pozitif iktisat ve normatif iktisat kavramlarını öğrenmiştim. Pozitif iktisat, olanı incelerken; normatif iktisat olması gerekene bakarmış.

Bu ayrım -şu an hatırlamadığım bir vesile ile- dün bir anda zihnimde yandı söndü, sonrasında ise böyle bir ayrım yapmanın günümüzdeki anlayışla ne kadar örtüştüğünü fark ediverdim. Bi' olan var, bi' de olması gereken, ve bunlar birbirinden tamamen farklı şeyler...

Peki acaba istediğimiz dönüşüm, olanı ve olması gerekeni keskin bir şekilde birbirinden ayırdığımız için gerçekleşmiyor olabilir mi? Hatta sadece birbirinden değil, kendimizden de ayırıyoruz, özellikle de olanı!

Şimdi şöyle oluyor (yani, galiba...): Hepimizin kafasında olmasını istediklerimiz, yani bir takım olması gerekenlerimiz var ve bunların çoğunda aslında ortaklaşıyoruz. Sanıyorum ki özünde hepimiz güvenli, huzurlu bir dünyada yaşamak istiyoruzdur. İyi beslenmek, sevdiğimiz etkinlikler ve insanlar için vakit ayırmak, keyifli zaman geçirmek vs. Bunları istemeyen var mıdır bilmiyorum ama varsa da kafaları karıştığı içindir. Daha doğrusu dünyanın mevcut hali bize bunları sağlamadığı için bunlara inanmaktan vazgeçmiş olabilirler diye düşünüyorum. Ama nihayetinde her benliğin ülküsü, kendini özgürce ifade edebilmekten, kendi olabilmekten başka bir şey değildir herhalde.

Eğer buraya kadar yazdıklarım benim uydurmam değilse, -kabaca- ortak olan olması gerekenimize doğru ilerleyebilmemiz gerekir. Zira hepimiz aynı şeyi istiyoruz. Ama olmuyor değil mi? Neden? Çünkü kapı gibi olan var karşımızda. Ölümler, zulümler, sıkıntılar, açlık, kötü beslenme, sıkıcı ve anlamsız hayatlar vs. Olan böyle olunca olması gereken bir türlü olamıyor değil mi?

Peki büyük çaplı olanı oluşturan şeyler neler? Tek tek hepimizin olanları. Yani biz kendi olanımızı değiştirdiğimiz takdirde büyük çaplı olanda da değişim gerçekleşebilir. Garantisi var mı? Galiba yok. Zira büyük çaplı olanın değişmesi için değişen küçük olanların sayısının artması gerekiyor. Ancak tersinin garantisi var. Küçük çaplı olanlar değişmediği sürece büyük çaplı olanın değişmeyeceği kesin.

Ayrıca "garantisi yok" dedim ama kendi tecrübelerimden ve gözlemlerimden yola çıkarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bir kişinin olanının değişmesi öyle parlak bir ışık saçıyor ki etki alanı kocaman. Bu, değişen kişinin etki alanındaki birçok kişinin değişim-dönüşüm sürecine ciddi bir etki yapıyor ve böylece değişim, tahmin edebileceğimizden çok daha hızlı yayılıyor ve büyük çaplı olanımız, büyük çaplı olması gerekenimize hızla yaklaşıyor.

Örnek üstünden gitmek gerekirse... Şiddet dolu bir toplumda yaşadığımızı varsayalım. Şaka şaka, ne varsayması, şiddet dolu bir toplumda yaşıyoruz. Bu bir olgu, yani olan. Kime sorsan, olması gerekenin barış içinde yaşamamız olduğunu söyler. En savaş ve şiddet yanlılarının bile derinde bunu istediğine eminim. Mevcut güvensizliklerden, olanın değişmeyeceğine olan inançtan dolayı savaş ve şiddet yanlısı o insanlar (yani bence).

Peki hepimizin (hadi en azından "çok büyük bir kısmımızın" diyelim) olması gerekeni barış içinde yaşamakken olanımız neden buna evrilmiyor? Çünkü şiddet içimizde, her yerde. Öncelikle, büyük kısmımız kendimizle kavgalıyız. İstediğimiz hayatı yaşamak bir yana, yanından bile geçmiyoruz. Ne hayallerimiz var (olması gereken) ve neler yaşıyoruz (olan)? Kendimize nasıl davranıyoruz? Olan ne, olması gereken ne? Kendimizi seviyor muyuz? Olan ne, olması gereken ne? Bir adım dışarıya çıkalım; ailemizle, eşimizle-sevgilimizle, dostlarımızla olan ilişkilerimize bakalım. Bu ilişkilerde olan ne, olması gereken ne? Günümüzü nasıl geçiriyoruz, nelerle meşgulüz? Olan ne, olması gereken ne?

İşte bu olanlarla olması gerekenler birbirine yakınsamadıkça, istediğimiz dünya için daha çok bekleriz. Hayal ettiğimiz hayatı yaşamazken, kendimize bile sevgi, şefkat göstermezken ve çevremizdekilerle ilişkilerimiz büyük oranda sağlıksız iken, büyük çaplı olanla kavga ediyor olmak, onun kendi kendine değişmesini beklemek hiç gerçekçi gelmiyor bana.

Yapacağımız şey bence şundan ibaret: Olması gerekenimiz neyse o olacağız, o bizim olanımız haline gelecek. Değişimin kendisi olacak ve ışığımızı saçmaya başlayacağız. Barış mı istiyoruz, iç barışımızı sağlayacağız; bolluk mu istiyoruz, kendi bolluk bereketimize güvenecek, onun için güvenli alan oluşturacağız; aşk mı istiyoruz, aşk olacağız! Bunları yaptığımızda ve bir çığ gibi büyüdüğümüzde bir de bakacağız ki büyük çaplı olanımızla büyük çaplı olması gerekenimiz aynı oluvermiş. Yeter ki önce kendimize bakalım.

Sonra... Biz ermişiz muradımıza, başkaları çıksın kerevetine...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

22 Ekim 2015 Perşembe

Kitap resmen doğuyor!

Kitap resmen geliyor, kafası göründü! ((:

Son gelişmeleri paylaşmak istiyorum, madde madde:

- Dün, nihayet, sürekli ertelediğim son rötuşları yaptım ve dizgi için H2O Kitaptan Özcan'a gönderdim. Şu sıralar epey yoğun olduğu için, dizgi için gönüllü olan bir diğer arkadaşım İdil Ateşli'den de destek almayı tercih ettiğini söyledi. Bu paylaşımı yaptıktan sonra onları ortak bir e-mektupta buluşturacağım ve böylece dizgi süreci başlamış olacak.

- Ayrıca yine dün, yine ertelemiş olduğum teşekkür ve armağana davet kısmını yazmaya başladım, hatta bugün taslağını bitirdim. Kitap için destek çağrım halen geçerli olduğu ve teşekkür kısmına isimler eklenmeye devam ettiği için bu birkaç sayfalık kısmı son anda noktalayıp kitabın başına ekleyeceğim.

- Birkaç gün önce Sinek Sekiz Yayınevi'nden İrem Çağıl (Alaz ve güzel kızları Kiraz'la) bizi ziyaret etti. O da kitap için destek olmak istediğini söyledi. Dizgi için Özcan'la sözleştiğimizi söyledim; onun ve İdil'in durumuna göre belki İrem'in de kapısını çalarım.

- İrem, kitap başına almış olduğum 4 TL'lik fiyatı çok buldu ve bunla ilgili de yardımcı olacak. Hem de Sinek Sekiz Yayınevi'nin kitaplarında da kullanılan, sürdürülebilir ormanlardan elde edilmiş kağıtlarla yapılacak basım için daha iyi bir fiyat alabileceğini tahmin ediyor. Bu harika oldu, yani galiba olacak!

- Bugün itibariyle gelen parasal katkıların toplamı 2.920 TL'yi buldu. İrem'in tahmin ettiği civarda bir fiyata bastırdığımız takdirde, ihtiyacım olan parayı nerdeyse toplamış oluyorum bu durumda. Fakat yine de gelen katkılara açık kalmaya devam etmek istiyorum. Zira basım sonrasında da muhtelif masraflar çıkacak karşıma. Bu nedenle destekleriniz için alan hala açık ve son ana kadar da açık kalacak.

Gelen paralar işte burada toplanıyor ((:

- Kapak tasarımı için destek olmak isteyen de epey kimse var. Birazdan onlara da bir e-mektup yazacağım ve bu süreci ne şekilde kotarabileceğimize bakacağız!

- Kitaba isim bulamama kabızlığım ise devam ediyor. Bu gidişle "şimdilik" kaydıyla koymuş olduğum isim kalıcı isim olabilir: Size İyi Haberlerim Var . Bunla birlikte, beni ve bloglarda yazdıklarımı bilenler, kitabı okumamış da olsalar, içlerinde canlanan bir isim olursa lütfen paylaşsınlar. ((:

- Son olarak, bu kitabın 2015 yılı bitmeden elinizde olmasına niyet ediyorum.

Durumlar böyle işte. Bir süredir ertelediğim bu işlere koyulunca kitaba dair heyecanım hızlıca yükseldi. Bildiğim kadarıyla bu topraklarda, hatta belki de dünyada ilk kez böylesine kolektif bir kitap çalışması yapılıyor. Yazım öncesinden başlayan destek alma sürecim her daim devam etti, ediyor ve dağıtım kısmında bile edecek. Bu kitabı bu şekilde yayımlayıp dağıtma kararı aldığımdan beri, içerikten de çok, yönteme heyecanlanıyorum zaten! ((:

Bakalım neler olacak...

Not: Kitap destek çağrımı daha önce duymadıysanız sizi şuraya davet edeyim.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

19 Ekim 2015 Pazartesi

aşırı şükür

Dünya değişiyor, çünkü Emre değişiyor. Emre değiştikçe Emre'nin dünyası, Ayşe değiştikçe Ayşe'nin dünyası, başkaları değiştikçe başkalarının dünyası değişiyor; bu olurken "bütün ve tek" olan dünya da boş durmayıp değişiyor. Zira kendisi, hepimizin dünyalarının kocaman bir bileşkesi. Çözümü, iyileşmeyi, şifalanmayı başkalarından beklememek ne büyük bir özgürlükmüş! Bugünlerde iyice idrak ediyorum.

Emre'nin dünyası çok değişti gerçekten. Geçtiğimiz günlerde yapmış olduğum basit bir hafta sonu yolculuğunun bilançosu, her gün yaşadıklarımın, yeni dünyamın bir özeti belki de...

Normal şartlarda yolculuk yapmak maliyetli bir iştir. Buradan Bafa Gölü kıyısındaki o güzel mekana gidip gelmek yaklaşık 70 TL'ye mal olur, benim yolculuğum ise 2 (yazı ile iki) TL'ye mal oldu. O da Cumartesi sabahı köyden Dalyan'a ve Pazar akşamı Dalyan'dan köye kayıkla geçmekten ibaret (1+1 TL). Kalan yolu otostopla kat ettim.

Normal şartlarda buradan oraya giderken 4 araç değiştirilir, her indi bindide sıkılınır, yanında oturan kişi ile hiçbir şekilde göz göze gelinmez, konuşulmaz, en ufak temastan uzak durulur vs. Benim yolculuğumda çok güzel insanlar çıktı karşıma (bunun sonucunda da güzel alışverişler). Giderken, önce Dalaman Havaalanı'nın üst düzey bir yöneticisinin aracına bindim. Dalyan'da yaşıyor, yeni gelmiş, pek çevre oluşturamamış. Onu hızlıca önce kendimizle, sonra kafasının uyabileceği insanlarla tanıştıracağım<ız>. Takım elbisesiyle işe giderken benim şortuma, hayatıma özendi. Gece 3'te işten gelmiş, sabah 8'de geri gidiyordu... Sonra Fethiye adliyesinde çalışan, Aydınspor'un engelli basketbol takımında yer alan ve yapacakları maç için aracına atlayıp yola düşen Ali Abi'nin aracına bindim. Yolda benden başka 2 kişiyi daha aldı, ben Yatağan sapağında indikten sonra birilerini daha almış olabilir. Oradan bir tırla Milas'a kadar gittikten sonra Ordulu Ayhan Abi ile tanıştım. Epey büyük işlerle meşgul; büyük gelirler, büyük borçlar vs. Ay sonunda şu kadar para ödemesi var ve beş kuruşu yok. Ordu'da kırsalda 600 metrekarelik ev yaptırmış ama gidecek vakti yok (yılda iki hafta gidebiliyormuş). Benim hayatıma özendi, imrendi. Ordu'daki arazisinde eko-turizm vs. yapmayı, -ve galiba- orada yaşamayı düşlüyor. Ama olmuyor, yapılacak önemli işler var (!). Numaramı aldı, mutlaka arayacağını söyledi; elimden herhangi bir destek gelirse seve seve sunacağımı söyledim. Hemen de aradı valla, dün. Kısa bir hatır sormak için aramış,  sadece hoşbeş ettik, yeniden arayacağını söyledi. Bilmem kaçyüz bin liralarla oynayan bir adamın böyle heyecanlanmasına vesile olmak ne büyük mutluluk!

Normal şartlarda, çoğunluğu tanımadığın insanlardan oluşan bir buluşmaya giderken çekinilir, çok rahat olunmaz vs. Benim hayatımda tam tersi. Halihazırda işleyen bir otelin bir şifa çiftliğine dönüştürülme niyeti doğrultusunda beyin ve kalp fırtınası yapmak üzere gittim oraya... Kendimce katkımı sunmaya çalıştım... İkisini tanıdığım, sekizini tanımadığım bir grubun içine girdim. Tanıyor ve seviyor olduğum iki kişiyle daha da yakın bağ kurduğumu hissettim, geri kalan 8 kişinin ise hepsini çok sevdim. Emre'nin topluluğu, ağları, önüne çıkan farklı seçenekleri genişledikçe genişliyor. Emre artık kimi seveceğini şaşırıyor. Güzel insanlar tanıdıkça ve kaçınılmaz olarak araya yollar girince hasretlik çekilen insan sayısı da artıyor. Ama bu da böyle bir dönem işte. Hem "Ayrıldık, uzak kaldık" vs.den ziyade "İyi ki tanıştık, iyi ki birlikte bir iki gün geçirdik" diye düşünmeyi seçiyor.

Dedim ya, yolda masraf yapmadım. Bunla da kalmadı, dünkü çemberimizden sonra kitabımdan bahsettim ve desteğe ihtiyacım olduğunu paylaştım. 3 kişi toplamda 140 TL ilettiler bana. Hayallerim(iz)e ortak olan üç kişi, bu hayal doğrultusunda kullanılacak 140 TL daha...

Dönüş yoluna düştüm, yine 4 araçla vardım Dalyan'a kadar. Önce Mardin Kızıltepeli Zeki ile keyifli bir yol ve muhabbet paylaştım, sonra 65 yaşında bir amca ile "hızlı" bir seyahat sonrası kendimi Muğla'ya attım (Evli olmadığımı ve buna niyetim de olmadığını öğrenince pek kızdı ama olsun. İnerken de "Bekarlığın sonu yok" dedi.) Oradan bir polis ile Ortaca'ya kadar geldim. Ne kadar güzel bir insandı. Aynı insanın sokaklarda bana ve(ya) arkadaşlarıma gaz sıkma ihtimali olduğunu bilmek içimi bir tuhaf yaptıysa da olsun varsın. Bu yolculuk ve sohbet, bana polislerle de bir olduğumu hatırlattı ya, bu bana yeter. İnerken "Dostum bizim arkadaşlara gaz sıkma n'olur!" diyecektim ama diyemedim. En sonunda da müzisyen Burak'la Ortaca'dan Dalyan'a geldik. "Hatun"un ailesi yemeğe çağırmış da, almış orkidesini gidiyordu. Hafif de gergindi. Nasıl geçti, bilmem ama yaprak sarmalar onu bekliyordu. Yaprak sarmanın olduğu bir ortamda olumsuz bir şey barınamaz bence.

İşte bir hafta sonunun ve yolculuğun bilançosu. Güzel insanlar tanıdım, güzel bir mekanla tanıştım, güzel hayallerin gelişmesine katkı sundum, kitabım için üç nefesin daha desteğine ulaştım, üstelik keyifli ve hızlı da bir yolculuk geçirdim. Hayatım ve -artık her ne demekse- kaderim için nasıl ve kime teşekkür edeceğimi şaşırıyorum bazen...

Ama bir ara çok sık kullandığım bir cümle vardı: Aşırı şükür*!

* Begüm ve Burcu'ya bu tabir biraz "aşırı" geldiği için bir de "aşkın şükür"ü türetmiştik. Artık hangisini severseniz...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

14 Ekim 2015 Çarşamba

Sen yoksan bir eksiğiz

Defne Koryürek'in bir ara yazdığı üzere, indirimde diye aldığımız sekizinci tişört ile 3.Köprü, Kanal İstanbul vs. arasında düpedüz bir bağ var. İçimizde büyüttüğümüz nefretle birkaç gün önce ölen arkadaşlarımız arasında sıkı bir bağ olduğu gibi... Her şey her şeyi etkiliyor, kocaman bir ağın parçasıyız ve tercihlerimiz geleceğimizi şekillendiriyor. Ne yiyip içtiğimiz, ne giydiğimiz, hangi ürünleri tükettiğimiz, ne düşündüğümüz, enerjimizi neye verdiğimiz ... bütün bunların  kolektif birliği "hayat"ı meydana getiriyor ve meydana getirdiğimiz hayattan hemen hiçbirimiz memnun değiliz; gerek kişisel boyutta gerekse büyük resme baktığımızda...

Bütün bunları sözümona biliyoruz ama hayatlarımıza baktığımızda, uygulamalara gelince birçoğumuza verilecek not "Otur, sıfır!"dan ibaret. Üzgünüm ama öyle...

Yok yok üzgün falan değilim, lafın gelişi öyle yazdım. Yolculuğumuz böyle işte, bunu kabul etmekten başka çare yok. Yavaş yavaş ilerliyoruz. Ya da kendi hayat yolculuğumuz üzerinden düşündüğümüz için yavaş gittiğimizi düşünüyoruz ancak evrenin işleyişine ve oradaki zaman akışına baktığımızda, galiba, tam da olması gerektiği hızda ilerliyoruz. Charles'ın söylediği gibi, insanlık olarak bir çocukluk dönemi yaşadık, güzelim dünyamıza benmerkezci bir şekilde yaklaştık, onu yağmaladık, yakıp yıktık; hatta tabiri caizse (ki bence caiz) içine ettik. Fekat şimdilerde kolektif bir şekilde yetişkinliğe adım atıyoruz. Dünyamızı sevmeye, ona iyi bakmaya niyet etmeye başlıyoruz. Kitlesel bir uyanış var ve dünyanın her yerinde, birbirinden çok uzaktaki insanlar aynı şeyleri hissetmeye, dile getirmeye, hayata geçirmeye başladılar. Ve evet, tam da ihtiyacımız olan anda olmaya başladı bu. Tam da dünyamızın yokuş aşağı gidişinin hızlandığı zamanlarda mevcut paradigmanın zıddı yaklaşımlar, söylemler ve eylemler yerlerini alıyor yavaş yavaş. İnanmak istiyorum ki bu uyanış hızlanacak, büyüyecek ve önce geriye gidiş yavaşlayacak (uyanan bireylerin yanısıra gidişatın farkında olan ülkeler de bu konuda ciddi önlemler almaya başladılar), sonra daha sabit bir duruma geçeceğiz, ve nihayetinde de yavaş yavaş yokuş yukarı, olmak istediğimiz ve olmayı hak ettiğimiz yere çıkmaya başlayacağız.

Olmak istediğimiz yer çok başka. Hepinizin öyle, çok iyi biliyorum. Daha keyifli bir dünya istiyoruz; daha az çalışmak, hatta -şu anki anlamıyla- hiç çalışmamak istiyoruz; oyun oynamak, dans etmek istiyoruz; bir ağaç gölgesinde serinlemek, genci yaşlısı bir araya gelip paylaşımlar yapmak, hep birlikte üretmek; en güzel, besleyici, lezzetli gıdaları tüRetmek istiyoruz. Var mı bunlara itirazı olan?

Muhtemelen yok ama şöyle de bir şey var: İstiyoruz ki dünya değişsin, kıvama gelsin, şartlar olgunlaştığında ve her şey hazır olduğunda biz de değişiriz. Yok hocam, öyle olmuyor işte. Biz değişeceğiz ki dünya değişsin. Biz ekolojik gıdaları tüketeceğiz ki binbir emekle üretim yapanlar buna devam edebilsin, yeniler de bunu yapmaya başlayabilsin; biz içimizdeki nefretle, korkuyla hesaplaşıcaz ki yeni Ankaralar olmasın; biz işe yürüyerek, bisikletle, bilemedin toplu taşımayla gidicez ki daha az araç üretilsin, daha az fosil yakıt dünyaya çıkarılsın; -vakti geldiğinde- biz kendimizi hayatın eline güvenle bırakıp işlerimizi, okullarımızı, bizi köleleştiren her şeyi bırakıcaz ki büyük büyük şirketler, beynimizi kalıplarla dolduran okullar, hamileliğe bile hastalık muamelesi yapan batı tıbbı ve köhnemiş tüm kurumlar bütünün yararına olacak şekilde dönüşsün.

Ama dostum, işte, sen yoksan bir eksiğiz. Haa, anlıyorum seni. Korkuyorsun kendini hayatın güzel ellerine bırakmaya, istiyorsun ki her şey "garanti" olsun (şu anki durumlar ne kadar garanti, fena halde tartışılır tabii), "emin olmak" istiyorsun vs. Konfor alanında rahatsın, çok iyi anlıyorum. Bundandır ki işini, okulunu bırakamıyor, değiştiremiyorsun; hatta bundandır ki -belki de hiç sevmediğin- eşinden ayrılamıyorsun...

Ama dostum, işte, sen yoksan bir eksiğiz. Anlıyorum seni. Nefret etmek, ötekileştirmek, haklı olmak iyi, kolay geliyor. İstiyorsun ki "düşmanlar"ı yenelim, savaşı kazanalım, mutluluğa ulaşalım. Ama yok hocam, öyle olmuyor. Sen ailenle kavgalısın, arkadaşlarınla-sevdiceğinle kavgalısın, çalıştığın işle, hocanla hepsiyle kavgalısın; en önemlisi de kendinle kavgalısın. Ondan sonra diyorsun ki dünyaya barış gelsin, artık ölmeyelim, şu-bu... Bu kadar hırsın, nefretin, sevgisizliğin içinde debelenirken diyorsun ki bitsin bu zulüm! Yok dostum, bu işler öyle olmuyor. Bizler "yaşam"ın ta kendisiyiz ve biz dönüştükçe o da dönüşüyor, biz sakinledikçe o da sakinleşiyor, biz nefretten arındıkça o da arınıyor, biz barışçıl titreşimleri yaydıkça o da yüksekten titreşiyor.

Hem daha güzel bir yaşama yolu var mı ki? Nefret ederek, tiksinerek, daha da kamplaşarak, o güzel dünyaya ulaşabileceğimizi gerçekten de düşünen var mı? Vuruyorlar, patlatıyorlar, öldürüyorlar, göz yumuyorlar; evet de... Bunların hiçbiri yeni değil ki... Binlerce yıldır ve özellikle de son yüzyıldır bütün dünyada yaşanan katliamların haddi hesabı mı var! Çok eskiye gitmeye gerek yok, son 10-15 yıla baksak yeter. Irak'ta milyonun üstünde insan öldü yahu! Suriye'de birkaç yıl içinde yüzbinlerce insan öldü! Türkiye'deki katliamları yazmaya artık kalbim dayanmıyor; kronolojik mi gitmeli, ölüm sayısına göre mi sıralamalı... İnsanlarla kalsa yine iyi, hayvanı-bitkisi, binlerce canlı türü yok oldu ve daha da hızlı bir şekilde yok olmaya devam ediyor! Toprağı çoktan mahfettik, doğru düzgün gıdaya ulaşmak için bin dereden su getirmek gerekiyor! Dünyanın akciğeri olan ormanların çok büyük bir kısmını 50 yıl içinde hallettik, yağmur ormanlarını bile! Buzullar eriyor, yerküremiz ısındıkça ısınıyor! ...

Dostum, sen yine istersen acele etme ama bil ki sen yoksan bir eksiğiz. Otuzuncu tişörtünü, yirmibeşinci gömleğini almaya devam ettiğin sürece toprağı mahfeden kitlesel pamuk üretimi ve ayrıca Uzakdoğu'da insana yakışmayan çalışma halleri, ve tüm bu ürünler oraya buraya gönderilirken karbonlar salınmaya devam edecek. Sen gıdana dikkat etmemeye devam ettiğin, Ekvator'dan gelen muzu, Şili'den gelen cevizi yediğin, bol ilaçlı, fenni gübreli kitlesel tarım ürünlerini tükettiğin sürece toprak tamamen yok olmaya, yine bolca karbon salınmaya, -bunla kalsa iyi,- yediğin kötü gıdalar seni hasta etmeye devam edecek.

Dostum, sen yine kendi durumlarına göre davran tabii ama unutma ki sen yoksan bir eksiğiz. Bu sistemi sürdürülebilir kıldığın her kararın bizi sona yaklaştırıyor. Yahu bırak sona yaklaşmayı falan da hayatlarımız çok kuru, tatsız tuzsuz değil mi sence de? Bu mu yani hak ettiğimiz? İt gibi (benzetmenin çirkinliği de ayrı mesele) çalışıp kendimizi tekrar edip başkalarıyla aynılaşmaya çalışıp yaşayıp gitmece... Cidden, bunun için mi geldik yahu bu dünyaya?

Nerde kahkahalar, nerde güzellikler, nerde umut, nerde sevgi... "Dünya, Türkiye bu haldeyken nasıl umutlanalım, nasıl gülelim, nasıl sevelim?" diyenler çoğunlukta, biliyorum. Ve diyorum ki bir kezliğine olsun dünyadan önce kendimize bi' bakalım. Kendimiz neyi besliyoruz? Umudu, aşkı mı çoğaltıyoruz, nefreti, kini mi? Keyif mi almak istiyoruz, intikam mı? Birleşmek mi istiyoruz, daha da ayrışmak mı?

Yani -Durukan'ın Berkin öldükten sonra yazdığı yazıdan ödünç alacağım tabirle- diyeceğim o ki, Ankara'da yüzün üzerinde arkadaşımız öldü, peki biz geride kalanlar gerçekten yaşıyor muyuz? Yaşayacak mıyız?

-Bu yazdıklarım içinde yankılananlar için söylüyorum,- bu yazıyı "like etmek"le, belki paylaşmakla yetinip "evet abi yaa" falan deyip onbeş dakika sonra unutup kaldığınız yerden devam mı edeceksiniz; yoksa ...

İşte bu üç noktayı her şeyden önce kendimiz için doldurmaya başladığımızda dünyada cenneti yaşamaya başlayacağız. Bir kısmımız çoktan başladı, bekleriz...

Not: Ben de bütün bu yazdıklarımın muhatabıyım, sütten çıkmış ak kaşık falan değilim. Deniyorum, elimden geleni yapmaya çalışıyorum...

Bir de...

Yöneldiğin hayatı değiştirmek istiyor ve neresinden başlayacağını bilemiyorsan lütfen bana ulaş. Hizmetindeyim!

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

13 Ekim 2015 Salı

Senin için ne yapabilirim?

Dün içimde yanan bir şeyler vardı, ne olduğuna baktım baktım ve en sonunda aşağıdaki satırlar çıktı ve facebook'ta yayımlandı. Buradan da paylaşmak istedim. Çağrı, açık çağrıdır ve muhatabı herkestir. Bu, herkesin taleplerine koşabileceğimi garantilemez ama elimden gelen herhangi bir şey olursa tereddütsüz yapacağımı gösterir.

Bu arada şunu da eklemek isterim ki hayatımda belki hiç olmadığı kadar egosuz bir şekilde yaptım bu çağrıyı. Yani birileri için bir şeyler yapmayı her zaman severim, onun bunun yardımına koşmayı falan da öyle. Diğer koşuşlarımda "iyilik" yapmanın yanı sıra, sanki kendimi tatmin etmek, önemli olmak, işe yaramak gibi konular da vardı perde arkasında. Bu sefer çok daha saf bir şekilde kendimi ortak kulanıma açma, "bir"in içinde erime hissiyatı ile yaptım bu çağrıyı. Benim için milattır!

Sabahtan beri kafamda tek soru var ve hatta nedense İngilizce olarak dönüyor: How can I serve? Yani: Nasıl hizmet edebilirim?
Özellikle şu günlerde yaşadıklarımıza dair ama aynı zamanda "genel"e de dair... "Nasıl daha fazla hizmet edebilirim?"
Hatta bunu bir çeşit açık çağrı gibi mi yapmalı...
Dostlar, canlar, neye ihtiyacınız var? Sizin için ne yapabilirim? Zamanım var; konuşabilir, yazışabiliriz; belki İstanbul'a, Ankara'ya, oraya buraya gelebilirim. Çemberleyebiliriz, birlikte susabiliriz, sarılabiliriz, sarılma eylemleri yapabiliriz. Ne bileyim işte...
Birçoğunuzun değiştirmek istediğini bildiğim hayatlarınıza dair konuşabiliriz ya da her neye ihtiyacınız varsa, birlikte ona zaman ve dikkat verebiliriz...
İçimde bir yan da "otur oturduğun yerde" diyor. Sakin ve dengeli kalmaya devam et. Mesela haftaya, planladığın gibi, yürüyüşünü yap vs.
Kendime "Sen de kim oluyorsun!" diyen bir yanım da var elbette. Dinlememeye çalıştığım...
Ama bilmiyorum...
Ortaya (bu mesajı gören herkese) bi' sorasım var: Senin için ne yapabilirim?

4 Ekim 2015 Pazar

Yukarıdan bakınca...

Üç gün önce, -artık alışkanlık haline getirmeye başladığım- sabah meditasyonumda kendime, otururken yukarıdan baktım. (Sanki kamera yavaşça yükseliyor gibi düşünün)

Sonra kamera, sanki evin tavanı yokmuş gibi, herhangi bir engelle karşılaşmadan yükselmeye devam etti. Yükseldikçe, evde uyuyan arkadaşlarımı da gördüm. Bir an için düşündüm, bu üç kişinin kendince sevinçleri, huzursuzlukları, egosal halleri vs. var. Yükselmeye devam etti kamera, az daha çıkınca hemen yandaki evi, o evin içindeki kişileri, onların içindeki mutlulukları, hayal kırıklıklarını, beklentilerini görür gibi oldum.

Kamera yükseldi, yükseldi... Arka taraftaki komşuları, sonra bütün mahalleyi ve zamanla bütün köyü; sonra Göcek'i*, Muğla'yı görmeye başladım.

Devamını görmedim galiba. Zihnim başka yere kaydı gitti. Ama kaymadan önce, en son, bunca kişinin kendince çok önemli olan kişisel durumlarının, bütünün içinde nasıl eridiğini, birbirimize görünmez bağlarla bağlı olduğumuzu hissettim. Bir yandan herkesin ve tüm tecrübelerin ne kadar kıymetli ve mühim olduğunu, bir yandan da onca büyüttüğümüz dramalarımızın -ve aslında her türlü yaşanmışlığımızın- aslında ne kadar küçük ve önemsiz olduğunu...

Özellikle de hırslarımıza, üzüntülerimize, sadece kendimiz yaşadığımızı sandığımız ve "kötü" -atfettiğimiz- şeyleri anlamaya çalıştım. Doymak bilmeyen ilgi beklentimize; sevilme, onaylanma ihtiyaçlarımıza, serzenişlerimize, küsmüş olduğumuz ama bundan haberi olmayan dağlara baktım.

Şu anda yaşayan ve geçmişte yaşamış on milyarlarca insan... Yüzmilyarlarca, trilyonlarca sevinç, mutluluk, gözyaşı, acı, öfke, keder... En büyük güzellikler, en büyük acılar, hayata dair her şey...

Kamera daha yükseğe çıktığında; ülkeye, tüm dünyaya baktığında... Sonra dünyadan da uzaklaşıp dünya yavaş yavaş ufacık bir nokta haline geldiğinde... Var ya öyle videolar... O zaman bu dünyada yaşanmış en harika veya en beter şeyler bile ne kadar da küçülüyor. 6 milyar insan aynı anda kahkaha atsa, uzaktan bakınca görülen aynı mavi küre (belki de değil tabii, bilinmez); 6 milyar insan aynı anda savaşa tutuşsa, milyonlarca silah patlasa, uzaktan bakınca görülen yine aynı mavi küre...

Öyle bi'şeyler işte...

* Göcek'te bi' arkadaşımdaydım da.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

1 Ekim 2015 Perşembe

Kitap destek çağrımda son durum

Kitapla ilgili destek çağrımı blogda paylaşalı 18, öncesinde adres defterimdekilere e-posta göndermeye başlayalı yaklaşık 25 gün olmuş. Bu 25 günde -çok şükür ki epey bir geri dönüş aldım. Şimdi son durumları paylaşmak ve destek çağrımın devam ettiğini hatırlatmak için yazıyorum.

An itibariyle 55 kişiden, destek vermek istediğini paylaşan geri dönüşler geldi. Bunların içinde para yollayan (veya yollayacağını söyleyen) da var, kapak tasarımına destek olmak isteyen de, dağıtım zamanı geldiğinde ucundan tutmak istediğini söyleyen de; hatta bunların ikisine veya her üçüne de gönüllü olan da...

Benim bu üç talebimin yanı sıra, kitabın basım sürecine dair önerilerini sunanlar, kitabın içine çizimler yapabileceğini söyleyenler, 4 TL çok olmuş, bunu daha da ucuza bastırabiliriz diyenler de olmadı değil. Topluluğun desteğini derinden hissediyorum ve bu, çok iyi geliyor.

Bugün itibariyle para armağanlarına ihtiyacım devam etmekte (diğer konularda desteğe de halen açığım elbette). Şu an için 15 kişi para verdi/gönderdi, ayrıca bi' 17 kişi daha göndereceğini/vereceğini söyledi. Bu 15 kişiden gelen toplam tutar ise 1.680 TL. Buna bir de bir arkadaşımın, borç verdiği kişiden alacağı 500 TL'yi olduğu gibi bana vereceğini eklersek 2.180 TL'ye ulaşıyoruz ki hiç fena sayılmaz. Şimdiden yarıyı geçmiş durumdayız. Bu arada özellikle o arkadaşımın ve henüz yüz yüze bile tanış olmadığımız ama 300 TL'yi bir anda gönderiveren kişinin cömertlikleri için çokça şükran doluyum.

Bunla birlikte, tüm samimiyetimle paylaşmak isterim ki daha da önemli olan, ne kadar destek olunduğundan ziyade bu desteğin kalpten sunulması. 5 TL de 500 TL de olsa, bu yola koyacağınız her taş beni çok mutlu ediyor. Yani destek olmak istiyorum ama durumum uygun değil diyenlere hatırlatmak isterim ki bir kitabın maliyeti 4 TL (belki de düşecek). Çorbaya tuz atmak istiyorsanız eğer, miktarı önemli değil; mesela bir tanecik kitaba sponsor olsanız o da yeterli...

Şu an için durumlar böyle. Gelişmelerden haber ederim. Maddi manevi destek olan her cana tekrar tekrar teşekkür!

emreertegun@gmail.com

28 Eylül 2015 Pazartesi

Hikaye: Ceyda ile Burak

Geçenlerde bir büfede sandviç yerken kulak misafiri olduğum, -isimleri aklımda yanlış kalmadıysa- Adem ve Burak'ın tartışmasının dökümü -biraz eksiğiyle- aşağıdadır.

A - Evet abi tamamen haklısın. Tüm kabahat onda.
B - ...
A - Abi, noldu? Durdun birden.
B - Bi' dakka düşünüyorum.
A - Neyi?
B - Tam şu anda, çok büyük bir ihtimalle, Ceyda da Neşe'nin yanındadır ve aynı kavgayı kendi bakış açısından anlatıyordur.
A - Eeee?
B - Ve -yine çok büyük bir ihtimalle- Neşe de Ceyda'yı tamamen haklı buluyordur ve tüm kabahatin bende olduğunu düşünüyordur.
A - Normaldir abi, bütün kadınlar aynısını yapmıyor mu zaten? Her şeyi sadece kendi bakış açılarına göre değerlendiriyorlar işte.
B - Peki burada bizim yaptığımız ne?
A - Dertleşiyoruz abi.
B - Dertleşiyoruz da tam da senin kadınlara atfettiğin şeyi yapıyoruz. Olanı kendi bakış açımızdan değerlendiriyoruz. Hatta o bile değil; ben, olanı kendi bakış açımdan değerlendiriyorum, sen de beni haklı buluyorsun.
A - Bulucam tabi abi, arkadaşlar bunun için değil midir?
B - İşte az önce tam da bunu düşünüyordum. "Arkadaşlar ne içindir"i.
A - ...
B - Düşünsene, şu anda senin yerinde Neşe, Neşe'nin yerinde sen oturuyor olsaydınız, çok büyük bir ihtimalle Neşe beni, sense Ceyda'yı haklı bulacaktın. Yani olayın kadınlıkla, erkeklikle falan ilgisi yok aslında.
A - ...
B - Görmüyor mus...
A - Abi?!
B - Bi' saniye... Daha büyük bir şey keşfettim!
A - ??
B - Sen ve Neşe üzerinden geliştirdiğim akıl yürütmeyi Ceyda'yla olan kavgamıza genişletebiliriz!
A - Nasıl yani?
B - Bak şimdi, Ceyda'yla kavga nedenimiz neydi?
A - Ceyda'nın ...
B - Dur dur, bi' dakka! Kavga nedenimizin ne olduğu da önemli değil. Şimdi anlamaya başlıyorum.
A - Nasıl yani? Neyi anlıyosun? Bilmece gibi konuşmaya başladın!
B -  Kavga nedenimiz de önemli değil! Bugün X için kavga ederiz, yarın Y için. Önemli olan kavga durumuna neden olan şeyin ta kendisi, yani farklı bakış açısı!
A - ???
B - Bak şimdi. İki insan neden kavga eder? Birinin "ak" dediğine diğeri "kara" dediği için. Peki bu neden olur? Doğru, tek değildir de ondan. Birinin bir şeye ak ya da kara demesi, büyük oranda o kişinin değer yargılarından, geçmişinden, deneyimlerinden ileri gelir. Kaldı ki çoğu zaman bir üçüncü kişinin aynı şeye "gri" deme olasılığı da yüksektir. Ve daha da ilginci, grinin sonsuz tonu vardır, yani siyah-beyaz skalasında sonsuz seçenek vardır ve dünyada yaşayan her bir kişi, bu skalanın farklı bir yerindedir aslında, hem de hemen her konuda.
A - Bi' dakka bi' dakka! "Doğru tek değildir"e takıldım biraz. Bazı konularda tektir bence.
B - Mesela?
A - Mesela, taşı bırakırsak bir saniye içinde yere düşer.
B - Hmm... Bi' kere birincisi, taşı dünyada bırakırsak bir saniye içinde yere düşer, aynı şeyi ayda yaparsak, aynı yükseklikten yere düşmesi altı saniye sürer. Havanın olmadığı bir yerde bıraktığımızda ise yere falan düşmez. Ama zaten tartıştığım konu bu değil. Konu, biz insanların yargılarının yer aldığı bir durumda "tek doğru"nun olamayacağı.
A - Hımm... Taş konusu tamam da çok bariz doğrular yok mudur? Mesela "Aç bir insana yemek vermek boynumuzun borcudur."
 B - Güzel. Düşünelim... Aç bir insana yemek vermek boynumuzun borcuysa eğer, aç bir kediyi, köpeği, kaplumbağayı doyurmak da bize düşmez mi?
A - Ne alakası var?
B - Çok alakası var. Aç bir insanın aç bir kaplumbağadan daha kıymetli olduğuna nasıl karar veriyoruz peki? Burada değer yargılarımız devreye girmiyor mu?
A - Galiba...
B - Sen aç bir insana yemek vermemiz gerektiğini, aksinin insanlık dışı olacağını söylersin; Ahmet, bunu genişletir ve kedi-köpekleri beslemeye başlar; Ayşe işi abartıp bulduğu her türlü aç hayvanı beslemeye kalkabilir; bense dünyanın böyle bir yer olduğunu, yemek bulamayanın ölmesinin kaçınılmazlığını savunabilirim. Şimdi kim haklı?
A - Bu son söylediğin bayağı Darwinci bir görüş oldu.
B - Neci olduğu önemli değil. Kaldı ki Darwin'in kendisi, ondan sonra gelen Darwinistler gibi düşünmüyordu. Ama odaktan uzaklaşmayalım: Yukarıdaki örnekte sen, ben, Ahmet ve Ayşe'nin haklılıkları yarıştırılabilir mi? Ve nasıl?
A - Bence grinin uygun bir tonunda uzlaşabilir ve bunu doğru kabul edebiliriz.
B - Nasıl yani?
A - Yani yukarıdaki örnekte Ahmet'in davranışını makul buluyorum ve birçok insanla orada buluşabileceğimizi düşünüyorum.
B - Yani?
A - Yani?
B - Yani diyorsun ki bu seçeneklerden birini normlaştırabiliriz, hımm? Senin makul bulduğun ve çoğunluğa uyacağını düşündüğün bir seçeneği...
A - Galiba öyle yapıyorum.
B - Bu dediğin bizi nereye götürüyor, farkında mısın peki?
A - Hımm.. Galiba...
B - ...
A - Evet, bu, çoğunlukçuluk denen şeye dönüşüyor galiba. Çoğunluğun fikir ve(ya) uygulamalarının azınlığa dikte edilmesi. Onun "normal" kabul edilmesi, geri kalan fikir veya uygulamalara müdahale edilmesi vs. Türkiye'de, Sünni-Türk-heteroseksüel olmak dışındaki her türlü eğilimin yaşamasının zor olması gibi.
B - Aynen öyle dostum. Ama şu an için siyasi bir tartışmaya pek gönüllü değilim. Yaptığımız akıl yürütme, makro ölçekte bizi çoğunlukçuluğa götürüyor gerçekten de fakat şu anki derdim Ceyda'yla olan durumu çözümlemek.
A - O zaman nasıl olacak? Bu söylediklerin, kavganızda haklı tarafın olmadığı sonucuna mı çıkarıyor bizi?
B - Galiba... Bilmiyorum... Sen de biraz yardım edersen...
A - Immm... O zaman sadece sizin kavganızda değil, kişisel yargıları içeren hiçbir kavga, tartışma veya anlaşmazlıkta haklı ya da haksız taraf yoktur, çünkü ortada bir haklılık durumu yoktur diyebilir miyiz?
B - Diyebiliriz galiba. Eğer buna istisna bir şey bulamazsak tabii...
A - Ne demeye çalışıyorsun?
B - Bir şey demeye çalışmıyorum. Şu anda son çıkarımın bana makul ve geçerli görünüyor. Aklıma bir çırpıda gelen bütün örnekler için de geçerli sanki. Ama bunun aksine bir örnek bulduğumuz anda, çıkarımın geçerliğini yitirir. "Kuğular beyazdır." önermesinin beyaz kuğularla karşılaştığımız sürece doğru ancak bir tane siyah kuğu gördüğümüz anda geçerliğini yitireceği ve yeni bir şeyler söyleme zamanının geldiği gibi.
A - İyi de bir de istisnalar kaideyi bozmaz diye bir laf vardır. Az önce söylediğim büyük oranda doğruysa ve sadece nadiren, "istisnai" durumlarda doğru görünmüyorsa, biz yine de bu çıkarıma sarılabiliriz belki de, ne dersin?
B - Belki de dostum, bilmiyorum. Biz bu çıkarımı sınayalım, aklımız yettiğince, sonra duruma göre karar vermeye çalışırız. a) Çıkarımın aklımıza gelen her örnekte doğru olduğu sonucuna varırsak çıkarımı geçerli sayarız, b) bu örneklerin ciddi bir yüzdesinde (kaçtan itibaren "ciddi" bulacağımız da ayrı bir tartışma konusu ya, şimdilik %10 diyelim) çıkarımımız yanlışlanıyorsa, geçersiz sayarız, c) çoğunlukla geçerli oluyor da gerçekten istisnai durumlarda (misal, %1) yanlışlanıyorsa, yine geçerli kılarız belki ama istisnaların olduğunun da altını çizerek. Yalnız bizim ulaştığımız yer a şıkkı dahi olsa, yani bizim aklımıza gelen her örnekte doğru bile olsa, bu, çıkarımın "kesin doğru" olduğunu göstermez. Her zaman yanlışlanmaya açık bir önermeyle gelmeliyiz.
Eeee, ne diyorsun?
A - Aklıma yatıyor.
B - Hadi yapalım o zaman. Bak naapalım biliyor musun, üç bambaşka anlaşmazlık üzerinden bu çıkarımı sınayalım. Ceyda'yla olan kavgamızı, klasik bir laik-şeriatçı fikir ayrılığını ve bilime dair ahlaki bir tartışmayı ele alalım mesela. Başlamak ister misin?
A - Hay hay...

(Yaklaşık 10 dakika sonra)*

A - Beklediğimden de hızlı oldu.
B - Benim de...
A - İyi de o zaman...
B - O zaman ne?
A - O zaman, bu keşfimizi dünyayla paylaşabilsek, ortada hiçbir anlaşmazlık kalmazdı. Her şeyin göreceli olduğunu, anlaşmazlıkların da bu görecelilikten kaynaklandığını herkese anlatabilsek...
B - Valla önce Ceyda'ya anlatmam lazım. Sonrasına bakarız. (Gülerek) Artık bu konuda çalışan bir sivil toplum kuruluşu mu kurarız, eğitimler-etkinlikler falan mı düzenleriz, bu konuştuklarımızı yazıya döker yayılmasını mı sağlarız, bilmiyorum. Belki bunun için uğraşmamız beyhudedir aslında. Zamanı gelen, bir bir anlıyordur nasıl olsa...
A - Sanmıyorum. Doğruluk payın var ama hayata dair oluşan farkındalıklarımızı paylaşmazsak insan olmanın, ilerlemenin ne anlamı kalır ki...
B - Eyvah, başka bir derin tartışmaya giriyoruz. Müsaadenle ben kaçar. Yapacak önemli bir işim var.

Ve B koşar adım gider.

* İşte burası "biraz eksiği". Konuşmanın tam o kısmında uyuyakalmışım ama neler konuştuklarını tahmin etmek güç değil. Hatta hemencecik, hayal gücümle boşlukları doldurabilirim ama gerek yok bence. Bunu okuyan herkesin o kısımları kendince doldurabileceğini biliyorum.

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

24 Eylül 2015 Perşembe

Ah şu para mefhumu! - 2

Geçen gün paylaşmış olduğum "Ah şu para mefhumu!"nu biraz daha açmak istiyorum. Aslında açmaktan da ziyade, deneyimlediğim veya gözlemlediğim birkaç örnek durumu paylaşarak yazdıklarımın belki daha anlaşılır olmasını sağlamak...

Hayatımızı idame ettirmek için yaptığımız şeyleri metalaştırmak gerektiğini; şu anki sistemde bilgi, beceri ve diğer her türlü armağanımızı özgürce kullanamadığımızı falan yazdım ya, işte bunları daha belirgin hale getirmek istiyorum.

Mesela...

Mesela -galiba- benim armağanlarımdan biri, yani ikisi, düşünmek ve yazmak. Yazarken aldığım keyiften ve yazılarla ilgili aldığım geridönüşlerden anladığım bu, en azından. Sistem kriterleri çerçevesinde düşündüğümüzde, benim bu armağanı paraya çevirmek için fazladan bir çaba sarf etmem gerekiyor, normal koşullarda. Artık sosyal medyanın yaygınlığı sayesinde kişisel bloglarda özgürce at koşturabilme ve bunları kolayca paylaşabilme şansımız var ama bunu paraya çevirmek için fazladan bir çaba sarf etmek; çabayla kalsa iyi, belki biraz şanslı olmak, belki doğru kişileri tanımak vs. gerekiyor. Ancak bu durumda, yazan kişinin makaleleri, denemeleri veya romanı bir yayıncı tarafından yayımlanıyor ve ancak bu durumda bu kişi bu armağanından para kazanabiliyor. Kazanan da çok mu kazanıyor, pek değil, evet ama konumuz o değil.

Konumuz, yazan kişinin, yazdıkları ne kadar güzel olursa olsun, bundan para kazanmasının kendisinden başka etmenlere bağlı olması durumu. Yazan kişi istediği harikaları yaratsın, mesela muhteşem bir roman yazsın, doğru yayıncıyla karşılaşmadığı takdirde bunun ekmeğini yiyemiyor. Çünkü piyasa diye bir şey var ve kimin ekmek yiyeceğine ve hatta ne zaman, ne kadar yiyeceğine, her şeye o karar veriyor. İşte biz bu durumu "verili" (değişmez) kabul ettiğimiz sürece bu durum böyle devam edecek. Fakat bütün bu sorgulamaları yapmaya başlarsak eğer, işte o zaman bir şeyleri değiştirme şansımız olabilir. Değiştiremezsek de ne gam! En azından "denedik" deriz.

Ben yukarıda yazdığım şeylerden kısmen muzdaribim, kısmen bunların dışına çıkma yoluna girdim. Hala zorlanıyorum ama deniyorum; kendime yol açmaya çalışıyorum. Bu yolu açma sürecimde, başkaları da benzer yolları kullanmaya yeltensin istediğim içindir ki yaşadığım hemen her şeyi, en çok da parasal konulara dair deneyimlerimi görünür kılmaya çalışıyorum. Evet, ben kısmen bu yolun dışına çıkmaya başladım: 2 yıl önce bir çağrı ile "ahan da böyle bir hayat yaşıyorum, destekleriniz olursa buna devam edebilirim, tutun elimden" diyerek topluluğun desteğine kendimi açabildim ve bir yıl bu şekilde yaşadım. Sonrasında, o "deney"i bitirmiş olsam da her türlü armağanlaşmaya açık kalmak istediğimi paylaştım ve her blog yazımın altına eklemiş olduğum -,süreç içinde birkaç kere değişen ve şimdilik bu yazının altındaki versiyona ulaşan- bir çağrı ile bu yolda yürümeye devam etmek için armağanların sürmesine ihtiyacım olduğunu paylaşabildim. Katılmak istediğim etkinliklerden burs ya da indirim vs. talep edebildim ve çoğunlukla bu armağanları da aldım. Çok keyfi görünen (ve aslında öyle de olan) bir tiyatro atölyesinin ücretini karşılayabilmek için de çağrı yapabildim ve şükür ki bunların hepsi karşılık buldu. Şimdi de bastırmak istediğim kitapla ilgili bir çağrım var ve dönüşler gelmeye devam ediyor vs vs.

Başlarken yazmaya niyetlenmediğim bütün bunları neden yazıyorum acaba...  Galiba böyle bir özet yaparak, hem -çoğunluğun yargılarına bakmadan- bunlara cesaret edebildiğimi, hem de -benim cesaretimle iş bitmiyor tabii ki- bu kadar destek aldığımı hatırlamak iyi geldi ve kendimi acayip kollanıyor, sarılıp sarmalanıyor hissettim. (yani tam da şimdi, bu satırları yazarken...)

Bunlarla birlikte, istemek bir yerden sonra kolay olmayabiliyor. Geçenlerde zihnime gelen tabirle, topluluktaki "kredimin bittiğini" veya azaldığını hissediyorum zaman zaman. Bir yerden sonra daha zor isteyebilirmişim ve o yere çok da uzak değilmişim gibi geliyor bazen. Kitap, farklı bir konu olduğu için, -yakın zamanda- rahatça isteyebildim belki ancak şu sıralar bir atölye vs. için para isteyebilir miydim, hiç bilmiyorum. Zorlanırdım, orası kesin de...

İşte bu yüzden her yazının ve bu yazının altında asılı duran çağrıyı çok önemsiyorum. İstiyorum ki orada yazdığıma istinaden -veya ondan bağımsız olarak- daha fazla kişi destek olmak istesin bana. Burada elbette son derece kişisel durumum, yani ihtiyacım olan paraya ulaşma isteğim de var; bunun işleyen bir yol olabileceğini kendim dahil hepimize gösterme heyecanım da... Ayrıca elbette ki egosal anlamda da çok iyi geliyor bu destekler... Ama o kadar kolay akmıyor çoğu zaman. Son aylarda, kitap çağrısını ayrı tutarsak, arada sırada bu şekilde gelen armağanlar bitmedi ama çok yavaşladı ve maddi anlamdaki geçimim, büyük oranda ailemin gönderdiği paralarla gerçekleşiyor.

Yalnız ana derdim, geçimimi sağlamanın o kadar ötesinde ki bu gidişattan, yani geçimimi büyük oranda ailemin desteğiyle kotarıyor olmaktan, hoşnut olmadığımı hissediyorum bazen. Zira hep yazdığım ve söylediğim gibi, aylık harcamam olan 400-500 TL'yi bir şekilde kazanırım, bulurum vs. fakat istiyorum ki desteklerle, armağanlarla kolayca yürüyüversin bu iş. Hatta istiyorum ki çok kişiden azar azar gelsin, kimse zora da düşmeden, kendinden ciddi bir miktar kısmadan. Hani şimdi parasal olarak iyi durumda olan bir dost her ay bana ihtiyacımı karşılayacak parayı yollayacağını söylese, inanın bu da kesmeyecek beni. Tercih hakkım varsa, bir kişi ayda -mesela- 700 TL yollayacağına, 40 kişi 10'ar TL yollasın, toplamı 400 olsun; bunu tercih ederim, hem de hiç düşünmeden. Manyak mıyım, bilmiyorum!

Bu yazıyı yazmaya başladığımda kendi parasal sürecimi anlatmak yoktu aklımda ama akıverdi, vardır bi' sebebi... Ben yine örneklerle devam edeyim şimdi.

Yazma eylemi ve para ilişkisinden bahsediyordum. Düşünüyorum da yazan bir kişi için yazdıklarını uluorta paylaşmaktansa saklaması "akıllıca" bir fikir olabilir. Mesela ben örneğinde; denemeleri, yeni yeni başlayan hikayeleri blogda hemencecik paylaşmaktansa bunları biriktirmek ve daha sonra basılı bir hale getirmek için çalışmak, sisteme çok daha uygun bir yaklaşım olurdu. Fakat ben hiçbir konuda sisteme uygun falan davranmak istemiyorum ki. Olanı, hemencecik, tam da içimden geldiği gibi paylaşıvereyim istiyorum, hesapla kitapla uğraşmak zorunda kalmadan; "ay ben bunları yarın toparlar bastırıveririm" demeden... Hani yayımladıktan sonra da toparlayıp bastırabilirim gerçi (ki şu anda dünyaya gelme heyecanında olan kitabım<ız>ın önemli bir kısmı eski yazılardan oluşuyor) ama daha önce yayımlanmamış şeyleri bastırmak onları daha kıymetli yapar ya, o yüzden sonraya saklamak daha akıllıca olabilir diyorum. Ama yok, ben "akıllıca" olan değil, içimin istediği yoldan yürümeye devam etmek istiyorum. Akıllıca olmasın varsın! (Heyecanla yazdığım bir şeyi paylaşmak için ertesi günü bile bekleyemiyorum, yazıları güzelleştirip zenginleştirmek varken hemen paylaşıveriyorum, o kadar sonraya nasıl saklayayım!)

Yine kendi hayatım(ız)dan başka bir örnek geliyor aklıma ama yazınca anlaşılır olacak mı bilmiyorum, deneyelim: Mayıs ayında bizim evde yapmış olduğumuz Topluluk Candır etkinliği var mesela. Şimdi biz bu etkinliği planladık, duyurusunu yaptık, 10 arkadaşımız geldi ve hep beraber gerçekleştirdik. Bu etkinliği tanımlarken onu bir çeşit atölye olarak tanımladığımız, yani onu metalaştırdığımız için biz bundan para kazandık/kazanabildik. Aynı biz (ben, Begüm ve Burcu), iki yıl önce, yine bu evde (o zamanlar sadece Begüm burada yaşıyordu), benzer bir toplaşmaya önayak olmuştuk. Hatta Barış Köyü girişiminin ilk toplaşması idi bu. Bu toplaşmayı, arkadaşlar ve onların arkadaşları ile bir buluşma olarak tanımladığımız, yani onu metalaştırMAdığımız için bundan para kazanmadık (aklımıza bile gelmemişti zaten).

Immm... Nereye bağlayacağımı bilmiyorum, o veya bu seçimi doğrulamaya da çalışmıyorum. Sadece durumu açıkça ortaya koymaya çalışıyorum. Birbirinin çok benzeri iki etkinlik yaptığımızda, birinden gelir elde ederken diğerinden etmiyoruz ve bu farkı belirleyen tek şey, o etkinliklerden birini metalaştırma kararımız. Ve biz metalaştırmaya karar vermezsek, katılanlar da -doğal olarak- "ohh elinize sağlık, bir sürü emek verdiniz, bizi topladınız, oturumları kolaylaştırdınız; biz size ödeme yapalım." demiyorlar. Yani akla bile gelmez böyle bir şey.

Şuna benzetiyorum mesela bunu: Bir arkadaşınızın evine yemeğe gittiğiniz takdirde yedikleriniz için para ödemeye kalkar mısınız? Tabii ki hayır. Hani olsa olsa masraflara katılırsınız veya ihtiyaçların bir kısmını siz alırsınız falan ama buna "ödeme" diyemeyiz. Aynı arkadaşınız bir lokanta açtıysa ve orada birlikte yemek yediyseniz, bu sefer bir ödeme yapmak -en azından- aklınıza gelebilir (yediklerinizin mahiyetine, maliyetine ve samimiyet durumunuza göre falan değişir tabii durum ama aynı kişinin evine gitmek gibi olmayacağı muhtemel). Çünkü arkadaşınız yemek yapmayı bir iş olarak yapmayı seçmiş, yani onu metalaştırmıştır ve bunun sonucunda bu yaptığı işten para kazanması normalleşmiştir. Nihayetinde de orada yediğiniz yemeğin parasını ödemek isteyebilir, hatta ödeyebilirsiniz.

Ödemenizle ilgili sıkıntı hissediyor değilim. Sadece aradaki farkı yaratan şeyi kavramaya çalışıyorum.

Hani birinin derdini dinleseniz, hatta o derdi aşmasına ciddi anlamda yardımcı bile olsanız, bunu iş olarak yapmadığınız, yani onu metalaştırmadığınız sürece bunun için bir karşılık almazsınız (zaten beklemezsiniz) ama aynı kişi bir psikoloğa gitse ve ziyaret(ler)i hiçbir işe yaramasa dahi bir saatlik seans için 250 TL vermek hiç tuhaf gelmez ya...

Bu konular, o kadar çok katmandan oluşuyorlar ki soy soyabildiğin kadar, bitmez kolay kolay. Ve her katmanda yeni hisler, yeni fikirler, korkular... Tam da bu yüzden çok seviyorum bunları didiklemeyi.

Peki bunca kelamdan sonra ne öneriyorum? Ne yaparsak, hangi yola girersek armağanlarımızı daha özgürce paylaşabiliriz? Yaptıklarımızı metalaştırmaya gerek bile kalmadan, nasıl geçimimizi sağlarız? Şu anki dünyada bu metalaştırma hususunun dışına çıkmak çok mümkün görünmüyor ama eğer bu durumda bir sıkıntı olduğunu seziyorsanız ve başka bir yol arıyorsanız, sizi armağan ekonomisi uygulamalarını pratik etmeye davet edebilirim. Şimdilik bunun dışında bir alternatif göremiyorum. Bunu pratik ede ede para konusunu şifalandırabiliriz diye düşünüyorum. Çünkü tam da bu uygulamaları yaptığımızda (ya da yapmaya çalıştığımızda) armağanlarımızı özgürce ortaya sermeye ve her kimden, ne ve ne kadar gelirse onu kabul etmeye doğru yaklaşıyoruz. (Bu kabul de pat diye olmuyor sayın okuyucu, şahsen zaman zaman hala zorlanıyorum) Zaten severek yaptığımız bir şeyi metalaştırmamıza gerek bile kalmasa, bu armağanımızla yaşamaya başlasak; aynı şekilde biz de diğerlerinin armağanlarını daha fazla takdir etsek ve bu takdirin ve şükranımızın bir ifadesi olarak parayı kullansak... Bence oluru var!

Mesela ne alıkoyuyor ki beni, çok severek dinlediğim ve tüm şarkılarını paylaşıma açan Yolda grubu ile irtibata geçip teşekkür edip onlara 10 ya da 20 TL göndermekten? Öyle bir talepleri yok ama müziklerini keyifle dinleyen ben, onları onurlandırsam güzel olmaz mı...

Ne alıkoyuyor ki beni, dün, paylaşmış oldukları, elementlerle daha derin bağ kurmamı kolaylaştıran ve sıkça tekrar etmeye niyetlendiğim harika ekinoks meditasyonunu uyguladığım Mor Alev ile iletişime geçip bi' 15 TL yollamaktan...

Örnekleri para üzerinden veriyorum ve bir süredir öğrendiğim üzere parayı şükran ifadesi olarak, hem alırken hem verirken severek kullanıyorum belki ama para kullanımı şart değil tabii. (Hatta hayalimdeki dünyada paraya hiç yer ve gerek yok ama bugünkü dünyada güzel bir araç aslında.) Yolda'yla yine şükran duygumu paylaşarak bugünlerde neye ihtiyaçları olduğunu sorabilirim; belki aradığı/aradıkları diş hekimini ben tanıyorumdur, belki takıldıkları bir konuda on(lar)a yardımım dokunur, belki köyüme gelir beni ziyaret eder, ufak bir tatil yapmış olurlar vs. Yani hangi armağanlarımı paylaşabileceksem onları sunsam ve ihtiyaçları olanı alsalar...

İşte böyle böyle şuraya varıyoruz zaten: Bu armağanlaşma işini hayatımızın her alanında kullanmayı hatırladığımızda ve bu, tekrar yaygınlaştığında, bunun illaki karşılıklı ve iki yönlü olmasına da gerek kalmayacak (yani şu anda da yok aslında).

Mesela Yolda, müzik yapar ve onu paylaşır; bunu dinleyen ben çok mutlu olurum, iyi hissederim ve belki güzel bir yazı yazmam için ilham alırım; benim armağan ekonomisine dair yazımı okuyan Ayşe, ürettiği sebzelerin bir kısmını sokakta hiç tanımadığı birine hediye ediverir ve bu sebze hediyelerini tesadüfen alan diş hekimi, ertesi gün muyenehanesine gelen Yolda üyelerinin dişlerini ücretsiz veya indirimli olarak tamir etmeye karar veriverir. Yolda, belki de yaptığı güzel şarkılar ve bunları öylece armağan edivermesi sayesinde o dişçiye rastlıyor olabilir mi?!

Ufacık, dört öğeden oluşan bir çember uydurdum şimdi ama bunun onlusunun, yüzlüsünün, binlisinin olamayacağı ne malum? Hatta şu anda olmadığı ne malum? Belki de hayatta birdenbire karşımıza çıkan güzellikler tesadüf değildir, hımm? Belki de dün, su kaynaklarını korumak, daha az tüketmek için sifonu yarım çeken siz, tam da bundan dolayı bugün, tam da ihtiyacınız olan kişiyle tanıştınız. Kim bilir...

Bana bu aralar, zaman zaman, öyleymiş gibi gelmeye başladı da...

-----------------------------------------

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?