Sayfalar

13 Nisan 2016 Çarşamba

Siyah popolar

Her şey ne kadar ezber
Mesela
Üretmek, çalışmak hep iyi şeyler olarak anılırlar
Lakin
Ne üretmek
Ne için çalışmak
Neye hizmet etmek
Bunları soran çok azdır

Her şey ne kadar ezber
Başlangıçlar hep olumlu olarak
Bitişler ise
Üzülerek anılırlar
Halbuki
Ne başlıyor, nasıl başlıyor, neye hizmet ediyor
Peki ya ne bitiyor, neden bitiyor
Bütün bunları bilmeden
Başlangıçlara şakşakçılık
Bitişlere vahvahçılık
Bilmeden, etmeden
Cık cık cık

Farkında mısın
Neredeyse tüm tepkilerimiz, tüm düşüncelerimiz ezber
İkinci el insanlar olduk demiş ya hani
İşte aynen öyle
Gösteriyorlar bir şeyler
Ve uymamızı bekliyorlar
Biz de üstümüze düşeni yapıyor
Yüzlerini kara çıkarmıyoruz
Oyunuyoruz üstümüze düşen rolü
Şu kocaman piyeste
Gösterildiği gibi
Öğretildiği gibi
Ezberletildiği gibi

Arada birkaç aykırı çıkıyor karşımıza
Helal olsun falan diyoruz ama
Konfor alanlarımız o kadar konforlu geliyor ki
Bırakamıyoruz rahatımızı, konforumuzu
Çıkaramıyoruz pencereden dışarı başımızı
Korkuyoruz
Korkuyoruz
Ve korktukça
Daha da çok sarılıyoruz
Öğretilene, dayatılana, ezberletilene
Ve korktukça
Daha da çok uzaklaşıyoruz
Tam içimizdeki "esas ben"den

Ama bilin ki yeni dünya
Yani o güzel dünya
Hani mümkün olduğunu söylediğimiz başka bir dünya
Hani kalplerimizin bildiği daha güzel, çok daha güzel dünya
İşte o var ya
Konfor alanında zinhar değil
Uzaktan seyrederek ona ulaşamazsınız
O dünyanın oyuncusu ve yaratıcısı olmak istiyorsanız
Valla kusura bakmayın ama
O siyah popolarınızı kaldırıp azıcık yola düşmeniz gerekecek
Az gitmek uz gitmek dere tepe düz gitmek gerekecek
En başta kendi içine dalmak gerekecek
Bu hikayenin gerek şartı budur hocam
Yeter şartını henüz ben de bilmiyorum

Ama arıyorum
Kendimi arıyorum
Çok eskiden kaybettirilen
Daha doğrusu
Tam anlamıyla bulmama hiç fırsat verilmeyen
Doğuştan beri hükümsüz olan
Kendimi arıyorum

Kişi devinir demiştim ya bir keresinde
Tam da öyle
Ara ara bitmez
Durum statik değil çünkü
Dinamik
Hep değişiyor insan, hep
Değişmekle kalsa iyi
Hep gidilecek daha derin benler var benden içeru
Git allah git
Bitmez

Tunca'ya selam olsun
Jam için "never ending breakfast" demişti bir keresinde
Kendini arama süreci de öyle
Adeta hiç bitmeyen bir kahvaltı

Ezberleri aşmanın tek yolu ise
Bu sofrada daha fazla oturmak
Bıkmadan, usanmadan
Yorulsan bile
Devam ederek
Belki küçük bir aradan sonra
Ama hep devam

Hep devam...

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

12 Nisan 2016 Salı

Bugün bahar geldi!

Dedim ki bir saat kadar önce: "Bugün bahar geldi!" Birkaç gündür iyice hissediyordum ama bugün tam oldum sanki! Ne oldum, bilmiyorum.

Uzun zamandır hissetmediğim bir şükür haline girdim biraz önce. -Bilenler bilir- bizim evin önünde kendi yaptığımız bir köşk (platform) var. Gökyüzündeki son aydınlık kırıntıları yok olmadan -ama iyice de kararmışken- oraya oturdum, elimde tabağım yemeğimi yedim. İnce bir rüzgar esiyordu, hafif serin. Ama çok hafif; yani ben tişörtle oturabiliyordum, demek ki normal bir insan ince bir uzun kollu ile, bilemedin az kalın bir sweatshirtle falan oturabilirdi. Sağ üstte, artık yarım aya iyice yaklaşmış, hilalliğini kaybetmek üzere olan ay vardı. Zaten gözümün alabildiği her yer ağaç... Derken, varlığını bile unuttuğum bir arkadaş geldi: Bir ateş böceği! Çok heyecanlandım! Önce yanlış gördüm sandım ama bir baktım yanıp sönmeye, bana güzel görüntüler vermeye devam ediyor. Yarım dakika kadar oynayıp gitti. Ehh, daha sezon başı. Prova sayılır; buna şükür.

İşte o an döküldü ağzımdan "Bugün bahar geldi" cümlesi. (Ateş böcekleri bahardan ziyade yaz başı hayvanıdır aslında ve mantığım orada "yaz geldi" cümlesi söylemek gerektiği konusunda bıdıbıdı yapıyor lakin o an ağzımdan dökülen cümlecik başka bir yerimden döküldü demek, mantığımdan değil) Sonra kalakaldım orada. Zaman durdu sanki. Durmadı da anlamını tümüyle yitirdi. Belki de ilk kez, her şeyin tastamam olduğu duygusu bu kadar yoğun geldi, yerleşti içime.

Tam o sırada, yukarıda gördüğünüz cümlelerin bir kısmı, farklı hallerde kafamda dolanmaya başladı. Yazmak istedim. (Şükür! Yazamıyordum bir süredir.) Bir o kadar da oturup kalmak istedim. Cümleler, hissiyatım uçacak ve paylaşamayacağım diye korkarken, öte yandan o an'ı yaşamanın onu paylaşmaktan daha önemli olduğunun da bilincine vardım ve -neyse ki- biraz daha oturdum, iyice sindirdim ve öyle içeri girdim.

Mevsim olarak çoktan gelmiş olabilir ama bahar bana bugün geldi. Bugün, yeniden, "aşırı şükür" haline geçtim. Bugün, yeniden, olana güven duydum. Bugün, yeniden, huzur, tüm varlığıyla buldu beni.

Zaten bugün, kaç gündür ilk kez erken kalktım (buradayken geç kalkmak dediğim, 9 falan bu arada).

Zaten bugün, epeydir ilk kez iştahım yerindeydi.

iştah demişken, bugün kendime yapmış
olduğum güzelliği de paylaşayım.

Zaten bugün, epeydir ilk kez midemde hiç şişkinlik olmadı; hiç yanmadı.

Zaten bugün, epeydir ilk kez biraz yoga (güneşe selam) yaptım.

... ... ...

Bugün bir şeyler döndü benim için.

Bugün mevsim döndü, bugün mevsimim bahara döndü.

Bugün asıl, akşam üstü, uzun zaman sonra ilk kez bir şeyler yazdım. Bi' ara bi' an yazacağımı hissettim, koşarak bilgisayarın başına geldim. Açtım hemen! 10 sn. geçti, bilgisayar daha ne oldum demeden hop geri kapadım ve aldım defteri, çıktım bahçeye, oturdum az önce bahsi geçen köşkün yakınında duran masaya (yani onun önündeki sandalyeye) ve bir başladım ki tutabilene aşk olsun! Bir anda iki şiir(imsi) yazıverdim (biraz düzenleyebilirsem burada paylaşacağım tabii ki - ertesi günden not: bir tanesini yayımladım bile), ki hayatımın ilk 34 yılına sığdırdığım tek şiir(imsiy)i geçenlerde yazmış ve bu blogda paylaşmıştım. Yetmedi, üstüne bir de düz yazı bir şeyler yazdım (muhtemelen onu da paylaşırım).

İyi de -kendime aldığım notlar, bazen de mini günlükler hariç- ben hiç kağıt kalemle yazmıyorum ki bin yıldır! Yazdım işte. Yazdım da değil; yazıverdim. Geldi resmen kelimeler, cümleler; saldırdılar sanki bana ve o yoğunluktan sağ çıkmanın tek yolu bunları kağıda dökmekti; döktüm. Yani... Döküverdim. Dökülüverdiler.

Bugün kutlama günü oldu!

Zaten her şeyi kutlasak ya artık!

Hayatın zıtlıklardan ibaret olduğunu; yaşamı var edenin ölüm, birlikteliği var edenin ayrılık, iyiyi var edenin kötü, neşeyi var edenin keder olduğunu anlasak ya... Bütün bunları kabul etsek ve hepsini kutlasak ya artık. Bugün ayrılığı, yarın kederi, öbür gün ölümü...

Yaşamı kutlamanın tek yolu, onu bütünüyle ve her haliyle kabul etmek değil de ne!

Bugün bahar geldiyse ve bu kadar canlı hissediyorsam, kıştan yeni çıktığım için. Kış olmasaydı bahar neyi takip edip konuverecekti içime?

Hımmm?

----------------------------------

Madem bugün bahar, Oya-Bora'dan gelsin*!



* Gelsin gelmesine ama geçen günkü yazımdan sonra fark ettim ki paylaşmış olduğum videolar, blog abonelerine giden e-postada görüntülenemiyor. Videoyu da izlemek isterseniz, bağlantıya tıklayıp bloga gelmeniz gerekiyor. Bilginize...

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

7 Nisan 2016 Perşembe

"Yeni"ye Doğru çıktıııı!!

"Yeni"ye Doğru doğdu sonunda! Hatta doğumun üstünden üç hafta geçti, neredeyse lohusalığım bitecek ancak ben yazmaya şimdi fırsat bulabiliyorum. Bir ay önce, kitap henüz matbaadayken son durumları yazmıştım, şimdi ise güncelleme yapma zamanı:

Kitap, 14 Mart'ta matbaadan çıktı. Ve çıkar çıkmaz, tıpkı önceki süreçte olduğu gibi, kocaman bir destek mekanizmasının içinde buldum kendimi. Ya da "bu mekanizmayı oluşturdum" diyelim. Kendi kendine olmuyor bu işler. İstemek, isteyebilmek çok ama çok önemli.

Laf istemeye gelince, -hiç adetim değildir ama- bir videoyu araya sıkıştırmak istedim: Amanda Palmer'ın "The Art of Asking - Sormanın Sanatı" videosunu izlemenizi coşkuyla ve ısrarla öneririm:



Tabii istemekle bitmiyor iş! "Karşılık alabilecek misin?" "Ne kadar alacaksın?" "Alamazsan ya da düşündüğünden, beklediğinden az alırsan nasıl hissedeceksin?" gibi deli sorular dolanıyor kafada. Benim isteme, alma/alamama süreçlerime hem kitapta hem de bu blogda muhtelif zamanlarda şahit oldunuz ve görünen o ki olmaya devam edeceksiniz. Acayip bir konu bu! Müthiş bir birlik duygusunu, kimi zaman da kırılganlığı getirip midenin ortasına yerleştiriveriyor. Anlatması güç. Yazmayı, anlatmayı ara ara deniyorum ama olanı ne kadar yansıtabildiğimden şüpheliyim.

Uzun zamandır yazmadığım için çok şey birikti zihnimde, ruhumda. Gördüğünüz gibi, konudan sapmaya son derece teşneyim, sayın seyirciler. Hadi konuya dönelim.

"Dakika bir, gol bir"! Kitabın basıldığı gün, kitabın süreçlerinde epey emeği geçen Özcan Özen'le (H2O Kitap) konuştum. Topkapı'daki matbaaya gidip kitabı teslim almak üzere organizasyon yapmaya çalışıyordum. Lakin Özcan demesin mi "Ben zaten o taraflara gidicem bugün, alıveririm senin kitapları." diye. Beni kocaman bir işten kurtardı ve gidip kitapları teslim aldı; sonra 360 tanesini, o sıralarda İstanbul'dan Çanakkale'ye gidecek olan İdil Ateşli'ye ulaştırdı.

İdil demişken... Ona öyle borçluyum ki hakkını nasıl ödeyeceğimi hiç bilmiyorum. Kitabın dizgisini yaptığı, son ayarlamaları birlikte yaptığımız günlerde beni evinde ağırladığı yetmezmiş gibi kitapları aldı ve önce hoop Çanakkale'ye götürdü, oradan da dağıta dağıta (Küçükkuyu, İzmir, Çandır, Antalya) Güney'e indi. Yetmedi, bu yolculukta beni İzmir'den aldı ve kitaplarla birlikte köye kadar getirdi. Neyse ki hiç olmazsa bir gün misafir edebildik onu. Yetmez ama güzel!

Birinci dakikada gol oldu olmasına ama aslında maç başlamadan önce, daha ben sormadan başkalarından bir sürü destek teklifi aldım. Eski dostlarımdan Ali, birlikte matbaaya gidip kitapları almayı teklif etmişti mesela. Daha ilginci, bir buçuk yıl önce permakültür eğitiminde tanıştığım ve bir daha da haberleşemediğim arkadaşım Yasemin, yurt dışında olduğunu ve arabasının evin önünde durduğunu, ihtiyacım varsa annesinden anahtarları alabileceğimi yazdı mesela. Bazen, gerçekten de topluluk tarafından fazla şımartılıyor gibi hissediyorum. Arabayı almadım ama taa nerelerden desteğe koşması, bunu teklif etmesi ne kadar da harika! Yine Deniz Beykont'un, ben daha İstanbul yolundayken arayıp "Senin için ne yapabilirim?" diye sorması ve daha niceleri...

Nerede kalmıştık...

Özcan, kitapların kalanını Altunizade'deki ofisine getirdi, akşam üstü gidip taşıyabileceğim kadarını sırtıma attım ve Kadıköy'ün yolunu tuttum. Gündüzden de bir çağrı yapmıştım, haydi spontan bir buluşma/kutlama/imza günü yapalım diye. Bir önceki gün gerçekleşen Ankara patlamasının gerginliğine ve yas halimize rağmen yaptık bunu. Rastgele oturmuş olduğumuz bir barda birkaç bira* eşliğinde kitapları dağıttım, her birini imzalaya(maya)rak. Zira bu imza işi bende o kadar eğreti durdu ki herkese küçük notlar yazıp altına ismimi yazmayı akıl ettim ama gerçek anlamda "imzalamayı" düşünemedim ((: Yani ilk günün kitapları tam anlamıyla imzalanmadılar aslında! Komik!

birinci gelenksel spontan imza gününden...

Sonraki günlerde, dağıtım tam gaz devam etti. Kitapları önce İstanbul'da - Kadıköy'de Naboo Kafe'ye, sonra Nefess Yoga'ya, Mutlu İnsan Mutfağı'na; sonra Beyoğlu Galata Şifahanesi ve Beşiktaş KafeNA'ya ulaştırdık. Kitabın ana deposu olan Evrim Tabur'un Yeldeğirmeni'ndeki evinden (ki kitapları H2O'dan alıp Evrim'in evine de başka bir dost ile, Barış Efe ile götürmüştük) Asil'cim ve Ömer ile Kadıköy iskeleye götürdük kitapları, oradan karşıya geçtim ve Ceylanla buluştum. Kitapların bir kısmını "ilginç" bir mini yolculuğun sonunda KafeNA'ya bırakırken bir kısmını Ceylan'ın evine götürdük.

Sonra kitapların Bursa'ya ulaşma hikayesi... Bursa'ya nasıl göndereceğimi düşünürken, hiç tanımadığım Emine'nin kitap hesabı üzerinden bana ulaşması ve akşamında eşi Yunus'un gelip kitapları benden alması ve ertesi gün Bursa'ya götürmesi, ilk fırsatta kitapları halama bırakmaları ve sonrasında babamın halamdan alması...

Kargo diye bir şey var kardeşim, neyin peşindeyiz biz? El cevap: Topluluğun, dayanışmanın, destekleşmenin güzelliğinin; kurumlara o kadar da ihtiyacımızın olmadığının anlaşılmasının peşindeyim, kendi adıma!

Ankara'ya gidiş ayrı hikaye! Ceylanlara götürmüş olduğumuz kitapları, başka bir dost (aslında yazılarım üzerinden bana ulaşan <hatta eşiyle birlikte Çandır'da bizi ziyaret bile eden> dostun eşinin abisi :)) ) ondan teslim aldı ve Ankara'ya götürdü ve Seda'ya ulaştırdı. Seda, hemen bir toplaşma organize etti ve isteyenlere kitabı ulaştırdı, o gün gelemeyenler için ise Mandala Yaşam Atölyesi'ne bıraktı bir miktar.

Kargo yerine tüm bu organizasyonlarla uğraşmanın gerçekten delilik olduğunu düşünüyorum ama çorbada daha da fazla kişinin tuzunun olması olayı öyle güzelleştiriyor ki!

Başka bir dost Ayşegül (yine yazılarım üzerinden bana ulaşanlardan) kitapları Eskişehir'e götürecekti ama ufak bir pürüz nedeniyle olduramadık. Kitaplar gider, gitmez, geç gider; hiç biri sorun değil de Ayşegül'ün bu duruma çok üzülmüş olması beni üzdü. Yoğunluğumdan ve zihinsel-ruhsal yorgunluğumdan dolayı yeterince teselli de edemedim kendisini. Azıcık sorumlu hissediyorum kendimi, bundan dolayı...

----------------------

Durumlar şimdilik böyle işte. Kitaplar -istediğimiz yerler arasından- şu an için sadece Eskişehir'e ulaşamadı. El atmak isteyen varsa buyursun lütfen ((:

Kitabın facebook sayfası ise burada. Her türlü bilgilendirmeyi, yeni dağıtım noktalarını ve diğer paylaşımları buradan yapıyorum.

Bu arada kitaba dair -benim bildiğim- üç tane yazı yazıldı şimdiye kadar: Birincisini Ceylan Yurdakuler Yeşil Gazete için (bağlantı içi buraya tıklayın); ikincisini Bora Eke kendi blogunda (işte burada), üçüncüsünü ise Burak Dindaroğlu goodreads adlı sitede (o da burada!) yazdı. Her üçü de çok çok keyifli yazılar olmuş. Büyük bir keyifle okudum.

Bu yazılar haricinde kitaba dair almış olduğum mektuplar, mesajlar vs. de var. Çok çok güzel tepkiler aldım şu an için. Bunları okumak büyük bir keyif. Belki bunlardan da bir şeyler paylaşırım önümüzdeki günlerde (tabii yazanlardan izin alarak). An itibariyle olumsuz şeyler içeren bir geri bildirim almadım ama -varsa- o tip duygu ve düşünceleri duymayı da çok ama çok isterim.

Bu arada Burcu, Council inzivası için bize gelen misafirlerimizin de desteğiyle bana şöyle bir doğum günü videosu hazırlamış. Tema "Yeni"ye Doğru olduğu için paylaşıyorum:



Mesajların yanı sıra, kitapta davet ettiğim üzere, okuyanlardan bana karşılık armağanı vermek isteyenlerle haberleşiyorum, kimisinden aldım bile. ((: Bunun bu şekilde olması da çok iyi hissettiriyor bana. Tam bir armağan ekonomisi uygulaması. Okuyucuyu, kitabı, herhangi bir karşılık vermeksizin alır, okur; sonrasında hissettiği karşılık armağanını yazara sunar, gönderir...

Son bir not: Dün ve önceki gün, dağıtım noktalarındaki arkadaşlarımla haberleştim de... Sandığımdan daha yavaş dağılıyor sanki. Yani belli bir beklentim yoktu gerçi ama duyduğum sayılar, tahmin edebileceğimden düşük. Bunu dert ediyor muyum? Pek sayılmaz. Lakin dünyadaki yeniye doğru dönüşümün bir örneği ve parçası olan bu kitabın daha büyük bir hızla ve daha geniş kitlelere ulaşmasını istiyorum aslında. Üstelik, okuyanlardan bu kadar güzel şeyler duydukça bunu daha da fazla istiyorum. Neyse aceleye de mahal yok. Her şeyin zamanı var. Kitap olayının güzel yanlarından biri de akmaması, kokmaması. ((: Ama siz siz olun, ulaşıp bi' okuyun bence. Ve beğendiğiniz, takdirde başkalarının okumasını da sağlarsanız, tadınızdan yenmez.

Velhasıl "Yeni"ye Doğru dolaşıma çıkmıştır ve okunmayı beklemektedir efendim! Kitabevlerinde, "dienar"'larda bulamazsınız. Topluluk dağıtım noktalarına veya -ihtiyaç halinde- bana ulaşınız.

Bitti.



Bu da canım Neslihan Ilgar'ın harika hediyesi!