Sayfalar

28 Kasım 2017 Salı

ver(ebil)mek - al(abil)mek

Aslında bu dünyaya vermek için geliyoruz. Yaşadığımızı gerçekten hissettiğimiz an'lar armağanlarımızı paylaştığımız, hizmet ettiğimiz an'lar, fırsatlar. Fakat ne hikmetse hayatın akışı; birçoğumuzu, vermekten, armağanlarımızı paylaşmaktan alıkoyuyor ve istemediğimiz işleri icra ederek geçen günkü yazıda değindiğim para kazanma yarışına sokuyor. Bunun ne hikmet olduğu aslında açık: Charles Eisenstein, geçen haftalarda üç ya da dördüncü kez okuduğum muhteşem kitabı Kutsal Ekonomi'de bunu uzun uzun anlatıyor. Ben bu yazıda bu koca konunun birkaç yerine dokunabileceğim.

Vermek ve almak ilişkiyi kuran, topluluğu inşa eden şeylerin başında geliyor. Ancak bu verme ve almayı basit bir değiş-tokuş işlemi olarak icra ettiğimizde maalesef ki çoğu zaman böyle bir ilişki kurulamıyor. Para karşılığında ürün/hizmet, ürün/hizmet karşılığında da para alınıyor ve ortada bağ kuran herhangi bir durum oluşmuyor. İşte bu, paranın soğuk yüzü. Bu soğuk yüz, özellikle de fabrikasyon ve kişiliksiz ürünleri alıp satarken iyice buz kesiyor, tir tir titretiyor hepimizi.

Bu soğuk yüzü ılıtmak açısından, pazarda köylü teyzeden kendi ürettiği pekmezi almamızla marketten fabrikasyon, "el değmeden" üretilmiş ürünü satın almamız arasında dünyalar kadar fark var (Köylü teyzelerden aldığımız pekmezlerin yapıldığı üzümlerin de muhtemelen ilaçlı, hormonlu vs.li olması ayrı bir konu. Hani çok da romantize etmeyelim...). Aynı şekilde eczaneden bir krem almakla, doğa ve insan dostu yöntemlerle ve el emeği ile üretilen kremleri almak; insanları tektipleştiren batı tıbbındaki hazır reçeteleri kullanmakla sizi tanıyan, size vakit ayıran bir homeopat veya ayurveda uzmanı tarafından tedavi edilmek, asla aynı şey değil; karşılığında önceden belirlenmiş bir tutarı ödüyor olsanız bile.

Ortamı biraz daha ısıtmak için, daha da sıcak bir seçeneğin ise armağan ekonomisi uygulamalarını hayatımıza geçirmek olduğunu düşünüyorum. Geçen gün de yazdığım üzere, armağan ekonomisi uygulamalarında, -"armağan" kelimesi yanıltmasın,- ürünü sunan kişilerin bunun karşılığında hiçbir karşılık almadığı bir durumdan bahsetmiyoruz ama ne vereceğini, ne kadar vereceğini, ürünü alan kişilerin belirlediği bir alışveriş ilişkisi söz konusu. Buradaki anahtar kavram minnet. Alan kişi, içinde hissettiği minnet çerçevesinde ve bütçesine uyan karşılığı veriyor. Veren kişi, -mümkün olduğunca- güven duygusuyla veriyor ve gelecek olan karşılığa kendini açıyor. Bu uygulamada, klasik anlamda bir satış işlemi yapıldığını düşünmüyorum, karşılığın önceden belirlenmemiş olması epey kritik bir önem arz ediyor. Yapılan işlem, alan ve veren arasında bir ilişki yaratıyor ve zaten topluluğun duvarlarını ören taşlar bu ilişkiden başka bir şey değil.

Armağana daha da saf olarak bakıldığında, aslında karşılık armağanının hemen verilmesi bile onun ruhunu zedeliyor. Kutsal Ekonomi'den öğrendiğim -ve aslında içime de sindiği ve aklıma da yattığı- üzere, kadim kültürlerde karşılık armağanı hemen verilmez, zamana yayılırmış. Bazen, gerçekleştirdiğim etkinliklerde karşılık armağanını, mesela bir haftalık (ya da herkesin kendisine kalan) bir sindirme sürecinden sonra almaya dair bir fikir dolanıyor içimde. Sanırım deneyeceğim. Zira aldığınız şeyin karşılığına siz karar verdiğinizde bile, bunun hemen gerçekleştirilmesi, ürünü ya da hizmeti alan tarafında "sana borçlu kalmak istemiyorum" gibi bir anlam ifade ediyormuş, ki bu da aklıma yatıyor.

Buna en basit bir örnek, kitabımı alan bazı okuyucuların, elime para tutuşturmak için yanıp tutuşmaları. Her seferinde, önce kitabı okumaya yönlendiriyorum onları; diyorum ki "Bu kitap belki senin için zaman kaybı olacak, belki de hayatını değiştirecek. Ne vereceğine okuduktan ve sindirdikten sonra karar versen?" Yani okur okumaz bile değil belki...

"Minnet bizi karşılık armağanı vermeye esinlendirdiğinde bunu çok çabuk yapmamalıyız, yoksa parayla satın almaktan pek de farklı olmayan basit bir işleme dönüşür. Verenle alanı birbirine yakından bağlamak yerine yükümlülüğü iptal eder." Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi
çizim: Ayfer Andaç

Ve bu, bizi diğer bir can alıcı noktaya götürüyor. Kimseye borçlu kalmak, kimseye ihtiyaç duymak istemiyoruz. Bağımsız, kendine yeten küçük adacıklar hâlinde yaşama ilüzyonundayız. Bunun hiç de iyi bir şey olmaması bir yana, gerçek olmaktan da o kadar uzak ki... İyi bir şey değil, zira insan sosyal bir varlık ve kendini gerçek anlamda bilmesi, keşfetmesi, ilişkiler ağının içinde mümkün olabiliyor fakat yaşamaya çalıştığımız ilüzyon bu ağı parçalıyor. Gerçek olmaktan çok uzak, zira yakınımızdaki kişilere ihtiyaç duymazken binlerce kilometre ötede üretilen ürünlere ve dolayısıyla hiç tanımadığımız ve tanımayacağımız kişilere muhtacız. Velhasıl hele ki günümüz dünyasında, çok uç örnekler bir yana, kendine yetmek diye bir şey aslında m-ü-m-k-ü-n d-e-ğ-i-l.

Birbirimiz için bir şeyler yapmak, paylaşmak, ilişki kurmanın bir numaralı yolu. Birbirimize verecek hiçbir şeyimiz yoksa nasıl ve neden ilişki kuralım ki... Ama şu başının çaresine bakma hikâyesi çok kuvvetli ve bu durum şehirde de aynı, köyde de... Bu satırları okuyanlar şehirlerdeki durumu biliyordur zaten ama pastoral köy romantizmi düşüncelerindeyseniz orada durun. Birkaç yıldır gözlemlediğime göre, köylüler de en az şehirliler kadar almaktan, birilerine ihtiyaç duymaktan korkuyorlar. İmecenin, yardımlaşmanın, dayanışmanın pek esamesi okunmuyor desem abartmış olmam sanırım. Her şey birey ya da aile bazında yaşanıyor burada. Herkes başının çaresine bakıyor. Yılda üç kere kullanılacak olan pekmez vs. kaynatma kazanlarını bile ortak kullanmak kimsenin aklına gelmiyor; herkesin kendi kazanı var. Bizim köyde yaşayan bir teyze (galiba dünyanın en tatlısı) kazanı olmadığı için nar ekşisini bilmem kaç gün geç yaptı mesela da birinden bir günlüğüne ödünç almak istemedi. Vermeye gelince hepsi buna açık, sağ olsunlar ama almaya gelince bir o kadar kapalılar. Dedim ya, almak demek, minnet duymak ve -olumlu anlamda söylüyorum- borçlu kalmak demek ve bunu hiç ama hiç istemiyorlar. Bunu, düşük bir pozisyon gibi algılıyorlar. Sonuç: her koyun kendi bacağından asılıyor.
"Armağanlar doğal olarak yükümlülük yaratır; (...) Armağan almak istemiyoruz, çünkü kimseye karşı yükümlü olmak istiyoruz. Kimseye bir borcumuz olsun istemiyoruz." Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi
Birbirimize verecek hiçbir şeyimiz yokken nasıl ilişki kurabiliriz? Yaşadığım ufak tefek örneklerde, birbirimiz için bir şeyler yapabilmenin nasıl da güzel dostluk, ilişki fırsatları yarattığını görüyorum. En basitinden bir örnek: Köyde yaşayan arkadaşımız Pınar'ın evinde interneti yok ama gerek iş gerekse sosyalleşme vs. için internete ihtiyacı oluyor ve bu ihtiyacını gidermek için sık sık bize geliyor. Bu durum, gel zaman git zaman, kaçınılmaz olarak bir ilişki yarattı, yaratıyor. Geldiğinde sohbetler ediliyor, kahveler içiliyor, paylaşımlar yapılıyor... Zamanla, birlikte üretim fırsatları ve heyecanları doğuyor ve hayata geçiriyoruz (nar ekşisi vs.); bunlar birbirlerini besliyor ve daha çok bir araya geliniyor, daha fazla birlikte yenip içiliyor, daha fazla birlikte bir şeyler yapma isteği oluşuyor... Şimdi Pınar'ın evinde internet bağlantısı olsaydı, eminim ki biz yine arkadaş olurduk ama yine eminim ki işler daha yavaş ilerlerdi. Oluşan ve gittikçe gelişen arkadaşlığımızın tek müsebbibi internet değil tabii ki ama en azından katalizörlerden birinin bu durum olduğu çok net. Formül ne kadar da basit: Ona verecek bir şeyimiz vardı, verdik; onun ise bizden alabileceği bir şey vardı, aldı; ve işler gelişti. Şu an ise yoğun bir alışveriş, yoğun bir ilişki içerisindeyiz.

Başka bir örnek: Birkaç hafta önce temiz, ekolojik, kimyasalsız üretim yapan bir üreticiden esmer pirinç almak istedim ve bu durumlarda sıkça yaptığım gibi bunu Güneybatı dolaylarında yaşayan kişilerin dahil olduğu grupta paylaştım ve toplamda 20'yi aşkın kişi 100 kg.a yakın bir sipariş verdik. Eee ne olmuş?! Şu oldu: Bu sipariş sayesinde bir sürü insanla yazışma, haberleşme, tanışma imkanı buldum. Köyde, bizim gibi İstanbul göçgünü başka insanlar da varmış, onlardan haberdar oldum ve -şimdilik- iki tanesiyle tanıştım. Çandır'da yaşarken tanıştığım, aslında sevdiğim ama nedense fazla görüşme imkânı yaratmamış olduğumuz iki arkadaşım birkaç gün önce bize uğrayıp Dalyan tarafından gelen siparişleri aldılar ve götürdüler; böylece onları da görme fırsatım oldu. O gün aceleleri vardı ama buraları da çok beğendiler ve bir ara çay-kahve için de gelecekler. Ayrıca 7-8 kişinin pirinçleri onlarda, götürüp dağıtacaklar ve onlar için de birileri için bir şeyler yapmış olma ve -yine!- ilişki kurma şansı doğacak. Bunun yerine sadece kendimiz için sipariş verseydim, yukarıdakilerin hiçbiri gerçekleşmeyecekti.

Tüm bunların yanı sıra, bol miktarda hayır duası ve teşekkür aldım; daha ne isteyebilirim ki!

Burada sadece iki tanesini paylaştım ama aldığım ve verdiğim bir sürü örnek ekleyebilirim. Birileri için bir şeyler yaptıkça ve birileri benim/bizim için bir şeyler yaptıkça, işte o zaman hayat bayram oluyor bence. Bu nedenle her fırsatta bu olanağı yaratmaya çalışıyorum. Bir şeye ihtiyaç duyduğumda son an'a kadar satın almıyor, alternatif yolları araştırıyorum; birileri için yapacak bir şeylerim varsa bunu duyuruyor, seve seve yapıyor, elimden geldiğince buna alan açmaya çalışıyorum.

Herkese de heyecanla öneririm ama bu kendi kendine olmuyor. Biraz emek istiyor, bir de zamanla bu bakış açısını refleks hâline getirmek. Yani sadece kendim(iz) için yaşamak yerine başkaları için bir şeyler yapabilme fırsatlarını kollamak ve herhangi bir şeye ihtiyaç duyduğum(uz)da, hemen satın almak yerine ilişkiler ağımızın yardımı ile nasıl kotarabileceğimizi araştırmak...

Gerisi iyilik güzellik...

"(...) günümüzdeki para sistemi birkaç yıl içinde kolayca çökebilecekken, armağanların yarattığı minnet bağları tüm toplumsal kargaşaları atlatacaktır."
Charles Eisenstein - Kutsal Ekonomi

Önemsediğim bir Not: Yazılarımı beklentiyle, karşılığında bir şeyler almak için yazıyor değilim. Zaten birçoğu kendiliğinden akıyor ve içimdekileri paylaşabiliyor, kendimi duyurabiliyor olmak başlı başına kocaman bir armağan. Bunla birlikte, bilinen anlamda çalışmadığım ve ürettiklerimin, yani dünyaya verdiklerimin çoğunun maddi karşılığı olmadığı için, her türlü karşılık armağanına da açık tutuyorum kendimi.

Velhasıl okudukların bir yerlerine dokunuyorsa, sana iyi geliyor ve bir şeyler katıyorsa, herhangi bir karşılık armağanı vermeye davet ediyorum seni. İçinden ne gelirse; para, kitap, ekolojik yöntemlerle üretilmiş gıdalar, yün çorap, masaj; ne olursa... 

Hatta bu yazıyı, çok sevdiğim tahin masraflarına adamak istiyorum ((: Aldığım tahinin kg.ı 15 TL. Ayda ortalama 2 kg kadar tahin yiyorum. Katkı sağlamak ister misin? Bu davetim, birkaç aylık ya da kim bilir, belki bir yıllık tahin harcamamı karşılamamda bana yardımcı olur mu ki... 😊

emreertegun@gmail.com


Bonus çizim: -yine- Ayfer Andaç :))
pirinç çuvalı ve ben...

19 Kasım 2017 Pazar

armağan ekonomisi ve ben

1

Buna dair daha önce de yazmış olmalıyım: Parayı edinme serüvenimizi para kazanma olarak tanımlamamız, olayı tek başına tüm çıplaklığıyla gösteriyor aslında. Para, kazanılan bir şeydir ve bunun karşısında parayı kaybeden birileri vardır; yani sürekli bir rekabet hâli...

Dile getirdiğimiz kelimeler gerçeğimizi tanımlıyor ve yeniden üretiyor ya, bir süredir para kazanmak yerine parayı edinmek, paraya erişmek gibi kullanımları tercih ediyorum. Bu, sadece bir laf ebeliği değil; gerçekten de bir şey kazandığım yok, zira kaybeden yok. Yaklaşık beş yıldır paraya ulaştığım yolların tamamını armağan ekonomisinin* taşlarıyla döşedim ve yapıp ettiklerim, yazıp çizdiklerim, düzenlediğim buluşmalar vs. sonrasında insanlar bana içlerinden gelen ve bütçelerine uyan miktarı -ve/veya para dışı muhtelif armağanlarını- iletiyorlar. Dolayısıyla beş yıldır parayı kazanıyor hissetmiyorum hiç; ediniyorum.

Armağan ekonomisinin 5n1k'sını, anladığım şekliyle, üç yıl önce bu blogda yazmıştım: http://icimdensohbetler.blogspot.com.tr/2014/09/armagan-ekonomisi-5n1k.html

Armağan ekonomisi uygulamasının önemli ayakları, karşılık armağanının ne olacağını ve miktarını alıcının belirlemesi ve bu karşılığın, ürün/hizmet edinildikten sonra verilmesidir. Bu kavram ile anlatılmak istenen, ürün ve hizmetlerin hiçbir karşılık almadan verilmesi değil ama mümkün mertebe karşılık beklemeden verilmesi ve gelecek olana güvenilmesidir.

Bunların hiçbirinde tamamen saf olan noktaya; yani sıfır beklentili, hayata sonsuz güvendiğim bir alana ulaşmış görmüyorum kendimi. Gerçekleştirdiğim buluşmaların birçoğunda, karşılık armağanlarına alan açacak olduğum son gün yaklaştıkça, "acaba ne gelecek" diye düşünürken buluyorum kendimi. Katılımcıların, -bilebildiğim kadarıyla- maddi durumları aklımdan geçiriyor, verme kanallarının ne kadar açık olduğunu falan hesap -ve tahmin- ediyorum ve son gün geldiğinde toplanan para miktarının -ve diğer armağanların- ne olduklarını saymak için resmen heyecanlanıyorum. Evet, henüz bir aziz değilim ama bunlardan dolayı utanıyor falan da değilim; insanım nihayetinde...

Ama galiba her geçen gün saf olan noktaya yaklaşıyorum ve bu, gerçekleştirmiş olduğum etkinliklerden almış olduğum karşılık miktarlarıyla hem ilgili hem de değil. İlgili, zira bu konuda kendimi daha iyi ve daha açık ifade etmeye başladıkça, gelen karşılıklar her geçen gün benim için daha doyurucu olmaya başladı. İlgili olmayan kısmı ise, belki tüm benliğimle ve her an o noktada olmasam da; yapmış olduklarımın, dünyaya vermiş olduklarımın karşılıklarını, bazen çok daha dolaylı yollardan da olsa bir şekilde aldığıma dair inancımın çoğu zaman yüksek olması. Bunu unuttuğum olmuyor değil ama bir süre sonra hatırlıyorum.

Yine de dramların en büyüğü olan karşılaştırma illetinden sıyrılmış değilim. Son yıllarda gerçekleştirilen muhtelif etkinliklerin, atölyelerin, inzivaların birçoğunu gereksiz pahalı buluyorum mesela ama buna rağmen bana gelen karşılıkları, gereksiz pahalı olduğunu düşündüğüm etkinliklerin fiyatlarıyla karşılaştırdığım vuku buluyor. (Üstelik, tüketim anlamında çoktandır epey küçültmüş olduğum yaşamıma göre, aslında beni tatmin eden miktarlar toplandığında dahi yapabiliyorum bunu.) Bana hizmet ediyor mu? Tabii ki hayır!

Bazı durumlarda ise gerçekten de suistimal edildiğimi hissettiğim oluyor ve fakat bunun nedeni, kişilerin kötü niyeti falan değil elbette (çoğu zaman sadece verme, eksilme korkusu). Gerçekleştirdiğim bir buluşmanın sonunda, hem parası olan hem etkinlikten fazlaca faydalandığını gözlemlediğim ve bunu kendisinden de duyduğum hem de başka etkinliklere bir sürü paralar verebilen birinin, benim etkinliğin sonunda, cebinde akrep belirmesi ve çok düşük bir meblağ iletmesi beni epey huzursuz edebiliyor. Haa, neye göre "çok düşük": o kişinin standartlarına göre. Ama bu durumda bile buna takılmak istemiyorum; nihayetinde verme korkusu varsa vardır ve ver(e)memiştir. Hepsi bu.

Ve fakat, bu durumlar yaşandığında ve yukarıdaki gibi hissettiğimde bile, az verdiğini düşündüğüm kişileri suçluyor değilim en azından. Tüm hayatımı armağan ekonomisi mantığıyla geçirmeyi, etkinlikleri ve diğer tüm "iş"lerimi bu şekilde yapmayı seçen kişi ben olduğuma göre bunun sorumluluğu da bana ait.

***

Bütün bunları anlatıyorum, zira bu kocaman bir süreç. Eski'yi bırakmak ve yeni'ye kavuşmak her zaman bir anda olmayabiliyor. Ama bir yol'a gerçekten inandığımızda, o yol'un bizim için doğru olduğunu sadece zihnimizle değil, kalbimizle bildiğimizde, o'nu takip etmekten başka bir seçenek kalmıyor. Hayatımı armağan ekonomisi ruhuna uygun bir şekilde geçirmekten çok ama çok memnunum ve benim için bu, galiba, takip etmekten kendimi asla alıkoyamayacağım bir yol. Zaman zaman zorlanabilirim, zaman zaman alma-verme dengesinin sağlanmadığını hissedebilirim, zaman zaman daha fazlasını hak ettiğimi düşünebilirim, zaman zaman karşılaştırma yapıp kendimi üzebilirim, zaman zaman gerçekten parasız kalabilirim ama tüm bunlar, armağanlarımı daha da özgürce paylaşmamı, verdiklerimi ne kadar samimi bir şekilde ve ne kadar gönülden verdiğimi görmemi sağlayan muhtelif sınavlar olacak ve eminim ki beni bir olmaya ve güvenmeye daha da yaklaştıracak, bütüne daha da bağlayacak.

Son derece cömert olan dünyamıza daha çok uyum sağlayıp daha da fazla vermek, karşılık beklentisinin yokluğunda vermek için kanallarımın sonuna kadar açılması için neler gerekiyor? Bu kanalların genişleyip her yeri, herkesi sarması için neye ihtiyacım var? Gerçekte var olan ama nedense (!) deneyimleyemediğimiz bolluk dünyasını deneyimlememiz için tek tek ve kolektif olarak neler yapabiliriz?

***

2

Bunu yapmamak daha iyi, daha ulvî, daha ideal midir bilmem; etkinliklerde ve mesela blog yazılarının altında paylaştığım notta, vermeyi kolaylaştırmaya çalışıyorum. Bunu, hem gerçekten de almaya ihtiyaç ve istek duyduğum için yapıyorum hem de dolaylı olarak, birçoğumuzda kapalı olan verme (ve aslında aynı zamanda alma) kanallarını açmak için güzel bir fırsat oluyor.

çizim: Burak İlhan

Blogu takip edenlerin fark etmiş olacağı üzere, bu aralar yazma kanallarım açık. Yazma, paylaşma dürtüsü bir geldiğinde durdurabilene aşk olsun. Büyük bir keyifle yazıyor, paylaşıyorum içimden sohbetler'imi, deneyimlerimi, duygularımı, düşüncelerimi. Bunu, bir karşılık beklentisi ile yapmıyorum; yazıyor, paylaşıyor ve bunun sonucunda okunuyor, duyuluyor olmak başlı başına öyle büyük bir armağan ki yazmaya devam etmek için fazladan bir karşılık almama gerek olmadığı kesin. Bunla birlikte, tüm bu güzelliklerin üstüne bir de muhtelif karşılıklar geldiğinde iyice muhteşem oluyor. Zira almaya ihtiyacım var, hem madden hem de manen...

Velhasıl sevgili okuyan, 

Eğer ki blogda veya kitabımda yazdıklarım veya eylemlerim, var oluş hâlim sana herhangi bir şekilde ilham veriyorsa; senin daha iyiye, yani daha kendin olmaya gitmeni kolaylaştırıyorsa; daha güzel bir dünyaya inanmana ve bu yola kendi taşlarını koymana destek oluyorsa; ve tüm bunlar karşılığında içinde hissettiğin minnetin somut bir ifadesini bana sunmak istersen ben buradayım; kollarımı, avcumu, şapkamı açmış bekliyorum.

emreertegun@gmail.com

15 Kasım 2017 Çarşamba

ding dong

- --ding dong--

- kim o?
- benim. iyi ki doğdun!
- bugün doğum günüm değil ki! hem sen de kimsin?
- doğum günün olmasına gerek yok; iyi ki doğdun!
- nereye iyi ki doğdum allahaşkına; şu yaşamıma bak! hem nerede olduğumu kim söyledi sana?
- her ne yaşıyorsan, iyi ki doğdun. ayrıca nerede olduğunu her zaman biliyorum, ben hep sen'leyim.
- ...
- ...
"dinle" - funda aydın

- nasıl yani?
- ben sen'im.
- sen ben'sen ben kimim?
- sen de ben.
- yoksa...
- evet.
- yani...
- evet.
- o zaman beni yaratan sen'sin!
- evet ve...
- seni yaratan da ben'im!
- aynen öyle.
- vay bee!
- (gülerek) yaaa...
- yani sen...
- (gülerek) evet o'yum.
- ...
- ...
- peki neden ben, neden şimdi?
- aslında sadece sen değil, herkes; aslında sadece şimdi değil, her zaman.
- ...
- ...
- o zaman neden ben duyuyorum, neden şimdi duyuyorum?
- duymaya hazır olanlardan biri olduğun için sen duyuyorsun, duymaya şimdi hazır olduğun için şimdi duyuyorsun.
- ...
- (gülerek) ne diyorsun?
- aklıma yatıramıyorum ama kalbime...
- aklın bunu algılayabilecek araçlardan yoksun. kalbine yatıyorsa ne âlâ...

ama bil ki buradayım, hep buradaydım ve hep burada olacağım. beni duymak istediğin an duyabilirsin; çünkü ben zaten sen'im. kendini, tüm koşullanmalardan sıyrılmış hâlini, özünü gerçekten duyabildiğinde zaten ben'i duymuş olursun. çünkü sen zaten ben'sin.

ve asla yalnız değilsin.

--------------------------------------------------------------

blog yazarının üç notu: 

1 - eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. hiçbir hakkı saklı değildir. her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

10 Kasım 2017 Cuma

kutlama/yas

Funda'yla her gece kutlama/yas yapıyoruz. Bu uygulamayı, geçen ilkbaharda birlikte gerçekleştirmiş olduğumuz etkinlikte bana öğreten Hülya'cığımın kulakları çınlasın. O gün yaşadıkların arasından en özel, en güzel bir taneyi seçip kutlama olarak; içini en cız ettiren, üzüldüğün, tadını kaçıran bir tanesini ise yas olarak grupla paylaşıyorsun. Müthiş bir uygulama olduğunu düşünüyorum ve hem sonraki etkinliklerime hem de günlük hayatıma hemencecik geçiriverdim. Güne genel bir bakış yapma şansı olması; kendini ifade etmek, bazen senin için önemli olan küçücük detayları diğerleriyle paylaşmak için yeni bir fırsat vermesi; aynı şekilde, diğerleri için nelerin öne çıktığını görerek onları daha yakından tanıma, bağları ve safları sıklaştırma şansı ortaya çıkarması gibi güzellikleri var. Eh, evde biz bize yapınca, bir tane ile sınırlı kalmama lüksü de var; bitmekte olan günün üstünden hızlıca geçmek ve kutlamaları, yasları paylaşmak pek güzel oluyor; üstelik bazen tam da bunlarla ilgili bazen de bambaşka konulara, sohbetlere, daha derin paylaşımlara sürüklüyor bizi. Pek seviyorum, sevgiyle ve coşkuyla herkese öneririm!

İki gün önceki kutlamalarımdan biri, belki de şimdiye kadar kurduğum en büyük cümleydi: "Tam da olmam gereken kişi olduğumu, tam da yapmam gereken şeyleri yaptığımı hissediyorum." Zira özellikle son haftalarda öylesine keyifli, öylesine güzelim ki daha iyisini hayâl etmekte zorlanıyorum. Ama şimdi evrene yanlış iletiler göndermeyelim. Daha iyisi, daha güzeli her zaman mümkün ve dahası için kollarımı sonuna kadar açıyorum.

Yukarıdaki cümleyi kurmuş olmak ne büyük lütuf, ne büyük sevinç! Fakat gerçekten de daha farklı şeyler yapamazmışım, daha farklı biri olamazmışım. Şimdikinin üst sürümlerine (daha da coşkulu, daha da kendiliğinden, daha da beklentisiz, daha da oyunbaz, daha da kabûl hâlinde ...) sonsuza kadar ilerleyebileceğimi biliyorum ama bambaşka bir yol'da da yürüyemezmişim sanki.

Bu sonuçlara nasıl ulaşıyorum peki? Nasıl oluyor da tam da olmam gereken kişi olduğuma, yapmam gereken şeyleri yaptığıma dair bu kadar güçlü bir his sarıyor her yanımı. Yanıt, içimdeki dev huzurda saklı. Yazının başında bahsettiğim kutlama/yas ayini sonrasında kendimi uykuya öyle bir huzurla bırakıyorum ki, günü öyle bir keyifle ve kutlama hâliyle kapatıyorum ki...

Son günlerin aşırı keyifli olması bir yana, büyük resme bakabildiğim zamanlarda, yani çok şükür ki çoğu zaman, o kadar da keyifli olmayan durumları da, yani yasları da kutluyorum. Yani gelen her şeyi geldikleri gibi almaya, kabul etmeye çalışıyorum; daha doğrusu çalışmıyor, öyle yapıyorum. İstisnai durumlar bir yana, her şeyi anında kabul etme gibi -bence kocaman- bir armağanım var.

Bir diğer önemli nokta ise "az"la yetinmek galiba. Yalnız burada bir açıklama yapmam lâzım; azla yetinmekten kastım az tüketmek aslında. Yoksa, tam aksine hayatımda birçok şeyden çok var ve bunların neredeyse tamamı, hayatta gerçekten değerli olanlar parayla satın alınabilecek, tüketilebilecek şeyler değil. Zira bunların hiçbiri kıt kaynak değil, hepsinden bolca var; herkese yetecek kadar bol... Hayatımda tertemiz orman havası var mesela; gerek yüz yüze gerekse sosyal medya üzerinden bildiğim, haberleşebildiğim, dev sevdiğim ve sevildiğim -tanıdık ve tanımadık- çok fazla insandan oluşan kocaman bir çemberim var mesela; en önemlisi, gerçekten sahip olduğumuz tek şeyin zamanımız olduğunu düşünürsek, zamanımın tamamına hükmettiğim bir yaşamım var. Yalnız bu sonuncusu öylesine büyük ve değerini hiçbir şeyle karşılaştıramayacağım bir şey ki...

"Az"la yetinmeyi tercih -ya da akıl- edemeyip zamanının -ve tüm hayat akışının- büyük kısmını başka biri(leri)nin iki dudağı arasına havale etmiş biri olduğum günleri hatırladığımda üstüme ateş basıyor. Pazartesi günleri, milyarlarca insanla birlikte işe gittiğimi (işe gitmek!) düşündüğümde, pazar öğleden itibaren başlayan stresi hatırladığımda aklım çıkıyor. Böyle bir şeyin bir daha olması, -evet dünyanın binbir türlü hâli var ama- düşünebileceğim en akıl almaz senaryoda bile nasıl da uzak, nasıl da olmayacak şey.

***

Ve hâlâ inanamıyorum bazen. Sabah kalkıyorum (ister erken, ister geç) ve eğer canım istiyorsa bir saatimi ya da fazlasını yoga, meditasyon vs. ile geçirebiliyorum. Dünden kalan bulaşık varsa, istersem onlarla başlıyorum. Pek yapmasam da istesem ormanda yürüyüş yapar, istesem bisiklete biner, istesem kitap okurum. İstesem başka şeyler yapar, istesem hiçbir şey yapmaz, istesem gider yine uyurum falan. Hazırlanması ve yenmesi toplamda iki saat kadar süren kahvaltı ayinim(iz) var mesela. Hemen her gün aşırı keyif aldığım, sofram(ız)a her oturanın bayıldığı, yaptığım(ız) her şeyin tarifini aldığı bir  kahvaltı. Mutlulukla bir ilgisi olduğuna şüphe olmayan kahvaltıya her allahın günü bu kadar vakit ayırabilmek (ayırmayı seçmek!) en büyük keyif değil de ne... Sonrasında da ofis saatiymiş (okuma-yazma-çizme, mektuplara-mesajlara cevap verme vs.), bazen bahçe işleriymiş, bu aralar çok şükür ki artan gıda üretimleriymiş (zeytin, pekmez, nar ekşisi yapımı vs.), yeni buluşmalara, etkinliklere dair akıl fikir yürütmeymiş, akşam yemeğiymiş, film izlemeymiş derken hopp bir harika gün daha sona eriyor; ölüyor ki yeniye yer açsın. Ardından gelen yenisi yine çok güzel, çünkü tüm zaman'ım yine ben'im.

Bu kadar güzel olması bazen hâlâ inanılmaz geliyor ve sevinip duruyorum. Klasik anlamda bir işte çalışmayalı neredeyse 5,5 yıl olmuş, hâlâ şaşırıyorum bu duruma. "Nasıl yani," diyorum bazen, "nasıl oluyor da sadece ve sadece istediğimi yaptığım bir hayat yaşayabiliyorum?" Olması gerekenin zaten bu olduğunu biliyorum ama dünyanın acı dolu bir yer olduğu, yaşamanın zor olduğu, istemediğin şeyleri yapmanın hayatın kaçınılmaz bir parçası olduğuna dair katî bilgiler (!) öyle kuvvetli ki hiç de öyle olmayabileceğini bizzat yaşayarak görmeme rağmen şaşırıyorum da şaşırıyorum. Gerçi iyi oluyor, bu sayede tekrar ve tekrar şükredip duruyorum; tekrar ve tekrar...

Gerçi benim şaşırmam ve şükretmem için böyle büyük şeylere de ihtiyacım yok. İki yıl önce başka bir yazıda da benzer bir şey yazmışım; her çiş yaptığımda, her burnumu temizleyip -ohh- rahat bir nefes alabildiğimde, içimden her yazı taştığında ve paylaştığımda ve gelen her yorumda, mektupta; beni heyecanlandıran, yaşadığımı hissettiren her fikirde; her yemekte, her sevişmede şaşırıyor, tekrar tekrar şükrediyorum.

Dünyanın kAtlanması zor, acı dolu bir yer olması gerektiği düşüncesi hâlâ gelip gidiyor, "Bunları hak edecek ne yaptım?" diye soruyorum bazen ve hemen Korhan geliyor aklıma; İstanbul'da Dikilitaş'ta boğazı ucundan gören güzel manzaralı bir ev tuttuğumuzun ilk akşamında -şu an hiç de beğenmeyeceğim- şehre bakarken aynı soruyu sormuştum ve son derece gurusal, bilgelik dolu bir cevap vermişti: "Hak etmeyecek ne yaptık Emrecan?"

Dünyanın kUtlanması kolay, neşe-keyif-sevgi dolu bir yer olması için acaba neler mümkün? Tek tek ve hep birlikte...


"hayat kadını"
burcu ertunç

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

5 Kasım 2017 Pazar

sevgililik, arkadaşlık, tek eşlilik, çok aşklılık ...

Arkadaşlık ilişkileri nadiren bitiyor, büyük sıkıntılar yaşamadığımız sürece ayrılmıyoruz dostlarımızdan; olsa olsa zaman zaman uzaklaşıp yakınlaşıyoruz. Yine çoğu zaman, çok fazla sorgulamıyoruz da; bunun ne olduğunu, ne zaman başladığını, nasıl gittiğini... Daha kendi hâlinde gidiyor sanki arkadaşlık ilişkilerimiz.

Oysaki sevgililiklere, romantik ilişkilere bakışımız farklı. Daha net bitiş ve başlangıç an'ları olsun istiyoruz. Tanımlamak, netlemek istiyoruz ("Şimdi biz neyiz?"). Zira güvende hissetmiyoruz. Tanımladıktan sonra da yapışıyoruz tanımlarımıza, güvenli (!) limanlarımıza. 

Ayrıca yine sevgililikleri daha çok sorguluyoruz. İyi mi gidiyor, kötü mü; yakın mı hissediyoruz, uzak mı; devam edecek gibi mi, yoksa sönüyor olabilir mi? Dalgalanmaları daha yakından takip ediyor, daha fazla endişe yüklüyoruz bu ilişkilere. Endişeler ise kendi kendilerini doğruluyorlar ve bir süre sonra çoğu ilişkiyi çöküşe götürüyorlar sanki.

Bu tanımlama ve sürekli sorgulama ihtiyacı, tek eşlilik kültürünün getirdiği bir durum olsa gerek. Dostlarda, arkadaşlarda böyle tanımlamalara gerek kalmıyor, zira bir dostumuz varken bir tane daha olmasında, bir diğeriyle kahve içmekte bir sorun görmüyoruz. Yakınlaştığımız, daha fazla zaman geçirip daha fazla şey paylaştığımız kişiler zaman zaman değişiyor ve bunu bazen fark etmiyoruz bile. Kendiliğinden oluyor zira ve nadiren bunun üstüne kafa yoruyoruz. Doğal bir akış var sanki orada. Tüm ilişkilerde bulunan yaşam-ölüm-yaşam döngülerini, arkadaşlık ilişkilerinde büyük oranda kabul etmişiz ve çok daha az endişe yüklüyoruz bunlara.

Sevgililik öyle değil. Tüm bu karmaşada, binbir güçlükle birini ("the one"ı) bulmuşum, çok dikkatli olmalıyım. Her an gözüm üstünde olmalı ilişkinin: Ne oluyor, nasıl gidiyor, ne yapmak lâzım... Gözüm üstünde olmalı karşı tarafın: Beni hâlâ seviyor mu? Ne zamandır söylemiyor da... Beni hâlâ beğeniyor mu? Başkasına bakıyor mu? Ya bakarsa? Ya giderse? Ya onu kaybedersem... Dikkatli olmalıyım, özenli olmalıyım, doğru davranmalıyım, kaybetmemeliyim...

Çünkü sadece O var hayatımda. O'nu seçtim ve O da beni seçti. Çünkü romantik ilişkiler bunu gerektirir; birim zaman aralığında bir kişiyi sevebilirim. Başkasını sevemem, başkasına göz ucuyla bile bakmamalıyım. Bakarsam yanlış yaparım. İhanet etmiş olurum. O da yalnızca beni sevsin. Başka kimseyi beğenmesin, kimseyle bakışmasın, kimseyle flört etmesin. Çünkü sadece Ben varım hayatında. Ben'i seçti ve Ben de onu seçtim.

Sevgililik böyle bir şey, birbirimizin her şeyi olmalıyız. Birlikte gülmeli, birlikte ağlamalı, birlikte yemeli, birlikte tatil yapmalı, sadece ikimiz sevişmeli, en güzel yemekleri birbirimiz için yapmalı; mutfakta aşçı, sokakta efendi, yatakta ateşli olmalıyız; ve bunların hepsini her an yapabiliyor olmalıyız. Bir ya da birkaçı sekteye uğradığında sorun var demektir. Çok dikkatli olmalıyız. Üstüne titremeliyiz ilişkinin ve birbirimizin.

Özen göstermek iyi de iş titremeye gelince sıkıntı, bunun korku titremesine dönüşmesidir. Korkuyla titrediğimiz takdirde ise hatalar yapma olasılığımız artar, hatta kaçınılmaz olur.

***

Peki ne yapmalı? Nasıl etmeli de daha hafif yaşamalı şu romantik ilişkileri, sevgililikleri?

Buna bir formül vermeye cüret edecek değilim. Yukarıda tek eşlilikte yaşanan sıkıntılardan bahsettim ama bu sıkıntıları, çok eşlilik/aşklılık tecrübelerine ve denemelerine, oldukları gibi taşıma ve çok daha fazlasını davet edip ortalığı iyice karıştırma ihtimali hiç de az değil.

Yine de son birkaç yıldır çevremdeki birçok kişinin (ben dâhil) buna dair kafa-kalp yorduğunu, bunu bir şekilde denediğini ya da en azından denemeyi düşündüğünü, bunun çiftler arasında konuşulduğunu, bir şekilde gündemde olduğunu gözlemliyorum. Epey çetrefilli bir yol bu ve iki kişinin bir başlarına kotarabilecekleri bir konu da değil. Free love (özgür sevgi/aşk) konusunda sıra dışı deneyimleri olan bir topluluk olan Tamera'dan (Portekiz'de bir eko-köy) akan deneyimler, bunun ancak ve ancak topluluk desteğiyle kotarılabilecek bir konu olduğu konusunda gayet kesin bir çerçeve çiziyor. Gerçekten de sevgi dediğimiz şey öylesine kirlenmiş, öylesine korku dolu ki hemen hepimiz bir şekilde kıskançlık, yetersizlik, sevilmeme gibi -aslında özümüzde olmayan ama bir şekilde üstümüze yapışmış- zorlu duygularla cebelleşirken böyle bir şeyi bir başımıza denediğimiz takdirde bunların altında ezilme ihtimalimiz çok ama çok yüksek. Velhasıl bu zorlu işe girişmek isteyenlerin desteğe ihtiyaçları oldukları bariz.

***

"sevgililer" - Ebru Adıyaman

İllaki çok aşklılık vb. deneyimler için değil; her koşulda, hepimizin birbirimizin desteğine, şefkatine, ilgisine ihtiyacı var. Daha klasik bir ilişki yaşamak -ya da bu tarz bir ilişki yaşamamak- istiyorsak da yazı boyunca değinmiş olduğum zorluklarla sağlıklı bir şekilde ilgilenebilmek için, yine desteğe, yine topluluğa, yine şefkate, sağlam kucaklaşmalara, paylaşacak güzel kalplere ve ağlanacak omuzlara ihtiyacımız var.

Birbirimiz için gerçekten burada olmaya ihtiyacımız var.

Not: Çok aşklı bir deneyime dair kısacık ama bence çok kıymetli bir video var, bağlantısı şurada: https://www.facebook.com/playgroundenglish/videos/555481678118500/ (Dili İspanyolca ve İngilizce alt yazılı)

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

3 Kasım 2017 Cuma

ilişkiler ve domates

Birkaç yıldır, doğayla olan bağımı hatırlayıp yeniden tesis etmeye başladığım bir süreçten geçiyorum. Bazen bu süreçte onla yeterince haşır neşir olmadığımı düşündüğüm ve ilişkimin asgaride kaldığı zamanlar olduysa da bu kadarı bile ondan öğrenmeme, ilhamlanmama ve hayata dair birçok ipucunu orada görmeme neden oldu, oluyor. (örn. İnsanın çırası & ormanın fısıldadıkları adlı yazılarım)

Son bir yıldır, kafamda, ilişkilerle bitkilerin yetişmesi arasında bağlar kuruluyor mesela ve ilginç metaforlar ortaya çıkıyor. Kompozisyonu kurabilecek miyim bilmiyorum ama bir yerinden tutmaya çalışacağım.

Akıl yürütmemi adım adım götürmeye çalışayım:

1 - Hayata bakışım ve onu yaşayışım büyük oranda çabasızlık ve kendiliğindenlik temelli. Bir şey için ne kadar çaba harcıyorsak, o kadar az kendiliğindenlik, o kadar fazla ol-dur-ma enerjisi vardır diye düşünüyorum. Oysaki kendiliğinden oluveren şeyler hem daha sağlıklı oluyor hem de daha uzun ömürlü. Gerek ilişkileri gerek ürünlerin yetişmesini kendi hâllerine bırakmaktan bahsediyorum yani. Ne olursa ve ne kadar olursa...

2 - Fakat sonra şunu düşünüyorum: İlişkiyi domatesle eşleştirecek olursak, eğer ki domates yemek istiyorsak, bunun için emek harcamamız -özellikle ilk zamanlar için- neredeyse zorunlu. İstisnai durumları bir yana bırakırsak, hassas bir bitki olan domatesin tohumlarını öylece bostana attığımız takdirde işimiz zor. Domates, yumuşak ve organik maddesi bol bir toprak, özellikle ilk zamanlarında bolca su ister. Ayrıca genellikle bahar aylarında çimlendirilir ancak hava henüz yeterince ısınmadığı için, bu iş sera veya seracıklarda yapılır, süreç itina ile takip edilir. Zira ilk zamanlarda dışsal koşullara karşı çok hassastır domates. Ayrıca tavuklara veya diğer canlılara karşı korumak istiyorsak, bir de bostanın etrafını çevirmemiz gerekir. (İlişkinin etrafını da çevirmeli mi?)

Bu şekilde bakınca, ilişkiye de özel bir itina gösterme gerekliliği ortaya çıkıyor. Zira Mart ayında tohumu doğrudan toprağa gömdüğümüz takdirde, başına hiçbir şey gelmeden serpilmesi ve yaz aylarında meyvelerini bize sunma ihtimali çok ama çok düşük. Galiba tam da bu sebeple, özellikle romantik ilişkilerin ilk aşamalarında, her şeyi tamamen oluruna ve kendi hâline bırakmak epey riskli olabiliyor. Önce onu ayrı bir yerde özenle büyütüyor ve fide hâline gelene kadar özel ihtimam gösteriyoruz. Belki fazladan jestler, sürprizler, irili ufaklı güzellikler... Biraz büyüdükten sonra ise ilişkiyi gerçek yerine, bostandaki bölümüne alıyoruz. (Bunun zamanlamasına da dikkat: Vaktinden önce şaşırtılan ve yeni yerine alınan fide yaşamayabilir de. Nisan ayında hâlâ dolu yağabiliyor zira. İlişki henüz bebekken büyük adımlar atma durumu <birlikte yaşamak, evlilik vs.> riskli olabilir.) Şimdi belki biraz daha normalleşiyor durum. Sürprizler ve jestler biraz azalıyor belki ama tamamen de koyvermiyoruz çoğunlukla. İlişkiyi besleyecek adımlar atmaya devam ediyoruz; bitkiyi zararlılardan, toprağı ilişkinin gelişmesini engelleyebilecek yabani otlardan temizliyoruz, gübre ve kompost ile besliyoruz. Ve böylece domatesimiz, yani ilişkimiz bostandaki yerine zamanla alışıyor, kök salıyor ve her geçen gün daha az müdahale ile yaşayabilir hâle geliyor. Ta ki ciddi sıcaklar başlayana dek (krizler, tartışmalar!). O günlerde onu sulamaya, gerekiyorsa yarı gölgeler yaratmaya dikkat!

Bu arada bitki yetiştirirken bitkiyi değil de toprağı beslemenin öneminin altı çizilir hep. Burada da bitkiye ilişkinin kendisi, kökleneceği toprağa ise ilişkinin tarafları olarak bakarsak, ilişki üzerine yoğunlaşmaktansa kişilerin hayattaki genel hâlleri üzerinde çalışmalarının, tüm hayatlarını ve dolayısıyla ilişkiyi de beslediğini, onu hafif ve tatlı bir şekilde yaşama şansı oluştuğu sonucuna varıyorum. Kendi olabilen, kendini besleyebilen kişilerin kurdukları ilişkiler de sürdürülebilir ve sağlam olacaktır yani.

Çizim: Yaprak Kaymak Özgür
3 - Sonra da aklıma şu geliyor ki yabani otları, ormanları kimse sulamıyor ve pekâlâ hayatta kalıyorlar. İlişkiyi, yani domatesi sulamak, onu kendi hâline bırakınca yetişemeyeceği, yani aslında uygun olmayan bir yerde yetiştirmek için çaba harcamak değil mi? (Ayrıca zamanlamayı da zorluyor olabilir miyiz? Domatesi Mart'ta seraya değil de Mayıs'ta doğrudan toprağa eksek olmaz mı? <Yapanlar var.> Benzer şekilde ilişkiyi oldurmasak da kendi kendine yeşermesini beklesek?)

Cevap evet ve fakat insanoğlu yabanlıktan o kadar uzak bir durumda ki, hâl böyleyken ilişkileri yaban bir şekilde yaşamaya çalışmak ne kadar makul, ne kadar sağlıklı olur? Üstelik biz yaşayan yabani otları, ağaçları görüyoruz belki ama çok daha fazlası kök, ışık rekabeti gibi sebeplerle hayatlarına devam edemiyorlar. E bu durumda, yaşatmak istediğimiz ilişki için gerekli emeği vermemiz gerekiyor gibi bir yere varılabilir. Hem yabani otların ve kendiliğinden yetişen ağaçların hepsinin meyvesi yenmiyor ve 365 gün bunlara ulaşmak mümkün olamayabiliyor. Dolayısıyla hem aç kalmamak için hem de sadece yabani bitkilerle beslenmeyi tercih etmeyebileceğimiz zaman, özel olarak domates yetiştirmek iyi olabilir. Hem birçoğumuz yabani otlardan daha çok seviyoruz onu.

(Gerçi olmadık yerlerde kendi kendine yetişen domates fideleri gördüğüm oluyor. Bir şekilde tohumu düşmüş ve hopp diye serpilivermiş. Buna ne demeli... Ama... Yeter mi?)

4 - Yine de bir önceki maddeden yola çıkarak; daha doğal, daha gerçek bir ilişkiye ulaşmak için, çabamızı asgari düzeyde tutmamızın, abartmamamızın da iyi olabileceğini düşünüyorum. İlişkiye çok sık su verdiğimizde ve sürekli olarak dışarıdan beslediğimizde köklenmesi az olacaktır. Zira gerek nemi gerekse besini toprağın derinliklerinden bulabilecekken tembelleşecek ve derine güçlü kökler salmayacaktır. Bu nedenle onu bir süre (ergenliğe kadar desem, konuyu çocuk yetiştirmeye de bağlarım aslında) hayatta tutacak asgari takviye ve özeni ona sağlayıp ötesini kendi dinamiği içinde halletmesine izin vermek uzun vadede çok daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Üstelik bir şey daha var ki, domatesin meyve vermesi için biraz strese girmesi gerekir. Bol ve sık su verdiğiniz takdirde boya gider ama az çiçek açar, az meyve verir. Suyun miktarını ve sıklığını kıstığımız takdirde ise, hayatta kalabilmek ve kendini devam ettirebilmek, meyve ve dolayısıyla tohum verebilmek için pıt pıt açmaya başlar sarı çiçeklerini. (Büyük kavgalardan sonra büyük sevişmeler yaşandığı söylenir ya hep...)

5 - Sonra aklıma tohum topları geliyor. Şimdiye kadar hiç uygulamamış olmakla birlikte: birçok tohum kil bir topağın içinde yuvarlanıyor ve doğaya / bahçeye rastgele atılıyor ve kendi hâline bırakılıyor. Bu tohumlar içinden o koşullara en iyi uyum sağlayacak olanlar yeşeriyor ve en uygun olanları toprağa kök salıyor, hayatta kalıyor. <Umarım süreci kabaca da olsa doğru anlatmışımdır.> "İlişkilerde de bunu mu yapmak lâzım acaba" sorusu uyanıyor böylece. Aynı an'da birden fazla ilişki yaşamaya ve kendiliğindenliğe alan açmak ve bazılarının kendiliğinden köklenip hayatta kalmalarına izin mi vermek gerekir ki? Hem hep domates hep domates, nereye kadar; ne kadar gerçekçi...

6 - Peki ya bu ikisini birlikte yapmak nasıl fikir? Yani tohum topu atmak ve ister bir isterse birden fazla tohum yeşermiş olsun, onları dördüncü maddede değinmiş olduğumuz asgari destekten de yoksun bırakmasak (arada bir sulama, arada bir ot temizliği vs.) ve olana baksak?.. Böylece hem -son derece amiyane tabirle- yumurtaları tek sepete koymamış oluruz hem de aslında farklı bitkilerin <ilişkilerin> bir aradalığından (kardeş bitkiler yöntemi veya patatese aşılanan domates gibi) 1+1'in 2'den daha büyük bir sonuç verebileceği duruma da kapıyı aralasak nasıl olur? (Metaforların anlaşıldığını ve bu maddenin ilişkilerdeki karşılığını yazmaya gerek olmadığını umuyorum.)

Son iki madde için bir tarafım evet derken, son derece karmaşık olan insanı ve -kendimizle olan ilişkimizden gayrı en az iki kişiden oluşan- ilişkileri göz önüne aldığımızda ve buna yabanlıktan ve doğallıktan uzak olduğumuzu da ekleyince hayır diyen diğer tarafım da hareketleniyor. Koşullanmalarımız, kültürümüz, binlerce yıllık tek eşlilik dinamikleri, kıskançlık gibi birtakım -aslında doğamızda olmadığına inandığım- duygular nedeniyle dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan da olmamız söz konusu olabilir. Risk mi, risk! ((: Denemeye değer mi? Emin değilim ama, sanki...

***

Sonuç olarak herhangi bir basit konuda bile kesin sonuçlara varmaktan bu kadar uzak bir insan olarak böylesine çetrefilli bir konuda "bu, budur" diyecek değilim elbette. Tüm yaptığım aklım ve tecrübem yettiğince konuya dair biraz atıp tutmak, bir de metaforlar yardımıyla farklı pencerelerden bakmak.

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

                                                          emreertegun@gmail.com