Sayfalar

30 Ağustos 2017 Çarşamba

motorize günlük (doğu karadeniz'e gidiş) - 2

İlk üç günün hikâyesine erişmek için buraya buyrun.

***

Gün 4

Birkaç gündür Burcu ile haberleşip duruyoruz. Kerem'le birlikte Gürcistan'a Rainbow buluşmasına gitmişlerdi ve dönüş yolundalar. Onlar Doğu Karadeniz'den Yalova'ya doğru giderken ben tam tersini yapıyorum. Ortada bir yerde buluşmayı, mümkünse bir ya da iki günü birlikte geçirmeyi umuyoruz. Ve evet, bu gece bunu yapacağız galiba.

Sabah erkenden uyandım; 1.400 metrede olduğumu fazla sallamadan, çadırın üstünü bile kapamadan, üstelik yazlık tulumumun içinde ve cıbıldak bir şekilde uyuduğum için günün en soğuk saatlerinde üşüyerek... Bir şeyler atıştırdıktan ve ormanın içlerine doğru biraz yürüyüp bir süre sonra tırsıp geri döndükten sonra çadırımı ve eşyamı toplayıp çıktım yola. Bu gece nerede kalacağımı bilmiyorum, Burcu'yla -ve belki Kerem'le- nerede buluşacağımıza göre şekillenecek. Ilgaz Dağı çevresinde güzel alanlar var gibi görünüyor, belki oralarda bir yerde kamplarız.

Yola düşüyor, bir süre sonra canım çay içmek isteyince Gerede'ye giriyorum. Hemen her ilçenin merkezinde yer alan, çayı güzel ve ucuz bir çay bahçesi vardır ya hani, işte onu buluyor ve marketten aldığım tahinli kurabiye eşliğinde çayımı içiyorum. Çaycı abiye de ikram ettiğimde önce kabul etmiyor ama sonra bir tane alıyor. Çok sevdi ki birkaç dakika sonra bir tane daha istiyor ve memnuniyetle uzatıyorum. O da bu jeste karşılık olarak fazladan bir çay ısmarlıyor bana. Armağanlaşma her yerde.

Bu küçük ilçenin sakin ve mütevazı çay bahçesinde, bir yerlerden tekrar tekrar Eye of the Tiger şarkısının ilk 15-20 saniyesi kulağıma geliyor (dıttt --- dıt dıt dıt --- dıt dıt dıt --- dıt dıt dııııııııt --- --- dıtt ...). O çirkin makineyi bulmakta zorluk çekmiyorum, 1 TL ile çalışan makinelerden biri tam karşımda ama nasıl bir oyun / para tuzağı olduğunu şimdi anımsayamadım. Saydım, ilk sekiz ölçüyü çaldıktan sonra duruyor ve 10-15 saniye sonra yeniden başlıyor ve aynı sekiz ölçü... (Belli ki saatlerce, günlerce, aylarca çalıp duruyor; bana mısın demiyor; yeter ki fişi takılı olsun! Ezberlerimizle olan ilişkimize benzetiyorum bu süreci.) Zihnim tozlu çekmecelerden -doğruluğundan emin olmadığım- bir bilgi çıkarıyor hafızamdan: Bir şarkının sekiz ölçüsünü herhangi bir yerde kullanmak için izin almana gerek yok, dokuzuncu ölçüden itibaren telif hakkı giriyor devreye.

Çaylarımı içip telefonu biraz şarj edip Burcu'yla haberleşip yeniden yola düşüyorum. Onlar da Samsun civarındalar ve orta bir noktada buluşmaya çalışacağız. Bir süre ilerledikten sonra bu sefer de Ilgaz'a (Çankırı) giriyorum. Tabii giderken yolda "Ilgaz Anadolu'nun sen yüce bir dağısın." şarkısını defalarca söyledikten sonra... Nedense Ilgaz'ı çok seveceğime dair bir his var içimde ama yok, pek de bir numarası yok Ilgaz'ın (Ceyhan ve Nihal'in oğlu Ilgaz üstüne alınmasın.). Burcular daha çoook uzakta zaten, biraz daha gitmeye karar veriyor ve bir süre sonra Tosya'ya (Kastamonu) giriyorum. Bulduğum bir esnaf lokantasında karnımı doyuruyor, sonrasında geceyi oralarda geçirme ihtimalini araştırıyorum. İlçenin az yukarısında, birkaç km ileride çamlık alanlar var ama hem düzlük pek yok hem de inanılmaz pis. Oralarda bir gece geçirmek hayata küsmemize neden olabilir. Derken belediyenin işlettiği bir mesire alanı görüyor ve oraya giriyorum. En azından biraz soluklanabilir, ağaçların altına sığınabilirim. Hava çok sıcak!

Mesire alanı da pislik konusunda hiç fena değil, maşallah. Homo Sapiens, çöplerini doğaya atıverme ve ayrıca bu çöplerle yan yana kolayca yaşayabilme konusunda müthiş bir rahatlık gösteriyor. Güzel bir alan yapmışlar ama pis işte; gıcıklanıyorum içten içe ama çok yorgunum, pek bir yere kıpırdayacak hâlim yok. Bir de çözülecek bir kamp yeri konusu var. Kafeteryanın falan olduğu tarafa doğru gidiyor ve biraz da oralarda dolanıyor, oturuyorum. Burada piknik yapmanın yasak olduğuna dair bir levha var, dolayısıyla tabii ki çimler mimler temiz bu nedenle. Birden aklıma umutsuz bir fikir düşüyor: Bir akşamcık şuraya atıversek ya çadırları; ama izin vermezler ki! Hiç de öyle olmuyor. Parkın yetkilisi olduğunu sandığım adamdan, yani Muzaffer abiden izin istiyorum ve tereddüt dahi etmeden "Tabii," diyor, "şuraya bir yere kurabilirsiniz çadırlarınızı." Tosya'ya kampçıların sıkça geldiğini falan hiç sanmıyorum; belki tam bu nedenle bu kadar kolay oldu bu iş. Büyük bir şükranla Burcuları beklemeye devam ediyorum.

Kafeteryada ve gittiğim her yerde çok kötü müzik çalıyorlar. İnsanların bunları dinlemesine üzülüyorum. Dinlediğimiz müziklerin kalitesiyle yaşam kalitemiz arasındaki bağlantıyı düşünüyorum kendi kendime. Zevkler ve renkler bir yere kadar tartışılmayabilir ama bu şarkılar gerçekten rezil be usta!

Akşama doğru (galiba saat 6'da falan) Burcular geliyor nihayet. Önce çay, soda falan içiyoruz, sonra ise gündüz yemek yediğim lokantaya götürüyorum onları. Tosya halkı muhtemelen ilk kez kampçı çantalı tipler görüyor ve yolda dönüp dönüp bize bakıyor. Üstelik bir tanemiz kadın, ayağında şalvar, üstünde askılı var; kafaları karışıyor insanların. Burcu rahatsız oluyor, şalını örtmek zorunda kalıyor omzuna. "Tosya, Burcu'ya hazır değil.", "Burası Tosya, insanı fos yaa." gibi cümleler dökülüyor ağzımdan. Birincisi biraz komik geliyor ama ikincisi muhteşem kafiyeye rağmen gerçeği yansıtmıyor. Zira gerek Muzaffer abi gerekse lokantadaki adamlar gayet sıcak davrandılar. Alışkın olmadıkları bir şey gördüklerinde merakla bakan insanları ise suçlayacak değilim; olsa olsa buna hazır değiller işte. (-:

Biz laylaylom çaylar, sodalar, yemekler oyalanırken bir anda bulutlarla dolan gökyüzünü fark etmiyoruz. Lokantadan çıktığımız an görüyoruz ki şimşekler çakmaya başlamış ve her an yağmur bastırabilir. Alelacele önce Burcu'yu mesire alanına bırakıyor, sonra ise dönüp Kerem'i alıyorum. Burcu'yu bıraktığım sıralarda rüzgâr hızlanmaya başlamış ve yağmur çiselemeye başlamıştı; Kerem'i aldığım sırada her ikisi de şiddetini artırmıştı. Son 1 km.de ise -sağolsun varmamızı sabırla bekleyen- sağanak daha fazla dayanamayarak üstümüze boca olmaya başlıyor. Yağmurda motor kullanmayı hiç istemiyordum, hele ki rüzgâr da varken. Neyseki sağ salim varıyoruz mesire yerine ve hemen kendimizi bir saçağın altına atıyoruz. Bu arada biz yoldayken elektrik de kesilmişti ve ortalık zifiri karanlıktı. Mekânın kapalı alanına 20 metre kadar uzaktayız (ya da "yakındayız") ama o kadar karanlık ve öylesine yağıyor ki nasıl gideceğimizi bilemiyoruz. Derken bir şekilde fener açıyor ve ıslanmayı göze alarak mekâna giriyoruz.

Muzaffer abi ve tüm personel bize yardımcı olmak için seferber oluyor. Allah? Ulu manitu? Karma? Bizi hemen bir locaya alıyor ve gece burada kalabileceğimizi söylüyorlar. Zaten dışarısı kıyamet yeri gibi, çadır kurmak bir yana, burnumuzu çıkarmak delilik. Burası  ve bu güzel insanlar olmasa ne halt ederdik bilmiyorum ama tıpkı akü sorunu yaşadığımda olduğu gibi (bkz. dünkü yazı), ihtiyaç olunca bir şey oluveriyor, biri sihirli değneğini dokunduruyor işte.

Locanın ne olduğu ise ayrı ve ilginç bir konu. Tesisin hem bildiğimiz tarz bir kafeteryası var hem de başkalarıyla karşılaşmak istemeyenler için özel odaları; ki bunlara loca diyorlar. Bir tesise, kafeye vs. gitmenin en azından dolaylı sebeplerinden biri de başka insanlarla aynı havayı solumak falandır benim bildiğim ve bir yere gidip basık bir özel odada takılmanın anlamının ne olduğuna dair hiçbir fikrim yok. Belki de bir gün zor durumda kalabilecek biz garibanlar için yapıldı bu localar, kim bilir.

Tesiste yedi-sekiz tane loca var ve her birimize birer loca vereceklerini söylüyorlar. Gerek yok falan diyoruz ama en azından bir tanesinin daha anahtarını veriyorlar. Çay ve çekirdek eşliğinde uzun sohbetler sonrasında önce Kerem yan locada uyumaya çekiliyor, az daha sohbet ettikten sonra da karşılıklı iki koltukta Burcu ve ben... Bu arada birkaç saatin sonunda elektrik gelmişti ama parlak florasan ışığından rahatsız olduğumuz için ışığı açmamıştık. Ayrıca tüm ısrarlara rağmen televizyonu da açmıyoruz. Bize şaşırıyorlar: "Ne yapıyorlar ki o karanlıkta?", "Ahlâksız işler yapmasalar bari." gibi cümleleri veya en azından düşünceleri duyar gibiyiz. Korkmasınlardı, bir şey yapmıyorduk. (-:

Gün 5 


Sanki akşam tufan olan yer burası değildi. Güneşli, sakin, cıvıl cıvıl bir güne uyandık. Tesisten aldığımız çaylar eşliğinde kahvaltımızı yaptık ve yola koyulduk. Bir gün önce kuyu kebabı hazırlarken gördüğüm Ahmet Abi bu sabah çaydan sorumluydu. Ayrılmadan önce borcumuzu sorduk, "istemez" dedi. Tamam, orası bir pansiyon değil ama çayları içtik, çekirdekleri çitledik, bir-iki domates biber bile aldık onlardan ama ısrarıma rağmen gerek olmadığını söyledi. En azından 10'ar TL bahşiş bırakırız diye düşünüyordum ki bir şekilde 15 TL bırakıp ayrıldık oradan. Bence cimrilik ettik, içim hâlâ rahat değil.

Kerem, Burcu ve ben; zıt yönlere gitmeden hemen önce...
Bu sefer önce Kerem'i anayola kadar indirdim, sonra ise Burcu'yu ve onlar benim geldiğim yöne, ben onların geldiği yöne doğru yola düştük. Bugünkü hedef Samsun'du; Antalya'dan tanışıyor olduğumuz ama bir süredir Samsun'da yaşayan Yeşim ve Server'in misafiri olacaktım.

Yeşim, Server ve ben; muhteşem pide öncesi...
Akşam üstüne doğru vardım. Hava çok sıcaktı ve acayip terlemiştim, üstelik en son 6,5 gün önce yıkanmıştım. Merhabalaştıktan hemen sonra, hazır ev bulmuşken banyoya attım kendimi. 1.000 küsur kilometreyi kapri denecek bir şalvarımsıyla yaptığım için özellikle de bacaklarım egzoz dumanından kapkara olmuş; lifle temizlerken fark ettim. Simsiyah çamur çıktı resmen (Yeşimlerle paylaşamadım bile, utandım.). Temizlenip paklandıktan sonra ise beni bekleyen sofraya oturdum. Birkaç günde hemen özlemişim sofra mefhumunu. Birtakım kahvaltılıklar ve birkaç zeytinyağlı vardı. Her şey çok güzeldi ama Yeşim'in kinoadan yapmış olduğu kısıra bir başka bayıldım! Kinoa alma/yeme alışkanlığım yok ama denk gelirse mutlaka yapmak üzere not aldım. Sohbet de gayet keyifliydi tabii. Karnımızı epey doyurup dışarı çıktık; önce biraz yürüyüş, sonra çay, soda vs. molası, sonra yine yürüyüş ve sonra muhteşem bir pide! Akşam üstü yediklerimi henüz sindirmememe ve aslında acıkmamış olmama rağmen -net bir şekilde- hayatımda yediğim en güzel pideleri (Pide Saray - Sezai Usta) afiyetle ve zevkle götürdüm. Sonra yine biraz yürüyüş ve bu sefer de şahane bir dondurma (Ballıbaba), ki o da ilk üçüme girer. Eve döndükten kısa bir süre sonra kendimi uykuya teslim ettim. Yılın en sıcak gününde orada olmak belki talihsizlikti ama talihli olduğum konulara bakınca (her yerde güzel dostlar, yolda güzel karşılaşmalar, şahane yiyecekler...) o kadar da olsun diyorum. 

Gün 6

Bir önceki akşam üstü babamla yaptığımız konuşmada, babam Rize-Ardeşen'e kadar motorla devam etmeye niyetli olduğumu duyunca uyarma ihtiyacı duydu; bunun bir de dönüşü olduğunu, o kadar yolu nasıl yapacağımı sordu bana. 1.000 km.den fazla gelmiştim ama bir 500 km. daha yolum vardı ve evet bu 500 km. yol dönüşe de eklenecekti. Fakat kendimi gayet iyi ve zinde hissediyordum ve "yok yok babam, hallederim." dedim; içimden de ekledim "Babaları bazen dinlemek lâzım." diye.

Sabah kalkıp kahvaltı yaptıktan sonra üstüme bir ağırlık, üşenme geldi. Babamın sözleri mi sonradan etki etti, aslında yorulan tarafım mı meydana çıktı bilmiyorum ama yol gözümde büyümeye başladı. Hadi bir şekilde giderdim de dönüş yolu nasıl olacaktı. Off, poff! Biraz kendi kendime mırın kırınladıktan, biraz da Karadeniz'de buluşacağım arkadaşlarıma kemkümledikten sonra haritaya bakmamla birlikte kendime geldim. Yol, buradan sonra çoğunlukla sahilden gidecekti ve muhtemelen çok daha keyifli olacaktı. Üstelik motorun rahatına alışmıştım ve burada motoru bırakıp otobüsle falan gitmek zor gelecekti. Böylece içimdeki mırın kırınları hallettim.

Güzel bir kahvaltı sonrasında öğlene doğru yola düştüm. Dün bacağımdan çıkan kiri görünce yoldan uyduruk kaydırık bir eşofman altı almaya karar verdim. Bir de eldiven almak lâzımdı, zira Burcu'nun Tosya'da fark ettiği üzere bütün gün güneş altında kalan ellerim ben farkına varmadan kavrulmuş, kapkara olmuştu. Farklı bir çeşit amele yanığı... Sağa sola bakınarak gittim ama günlerden pazar olduğu için olabilir, ne eldiven ne de eşofman altı bulacağım bir yer gördüm. Derken, tabelalardan Samsun çıkışında bir outlet olduğunu öğrendim ve yıllar sonra ilk kez böyle bir yere girmeye niyetlendim.

Outlet'e ulaştım, motoru park ettim ve bir-iki mağazaya girdim. İnsanların alma coşkusundan irkildim. O kadar büyük bir sirkülasyonda el değiştiriyordu ki kıyafetler ve paralar, başım döndü. Gürültü ve arka planda çalan kötü müzikler cabası. Yok, yapamayacağım bunu; içeride fazla kalamadım ve kendimi dışarı attım. Motoru çalıştırdım ve rüzgârla yeniden buluştum. Aman tanrım! Neydi öyle içerisi!!

Yola devam ettim, Ünye, Fatsa gibi görece sevimli sahil kasabalarından geçtim. Görece sevimli diyorum fakat bir yandan da hepsi çok kişiliksiz. Tüm sahil kasabaları üç aşağı beş yukarı aynı, tüm şehirlerin veya tüm karasal kasabaların kendi içlerinde aynı olduğu gibi. Benzer mağazalar, her yerde neredeyse aynı davranan dolmuş şoförleri, bir adet Hanımeli Lokantası, beton ve kişiliksiz binalar, para kazanmaktan başka aslî gayesi olmayan asık suratlı insanlar vs vs... (Haksızlık ediyorsam affola.)

Fatsa'dan sonra Karadeniz otoyolu düz devam ederken Bolaman Yolu denen yola (kuzeye doğru) saptığımızda Yason Burnu'ndan ve pek tatlış köylerden geçiyormuşuz; e öyle yaptım. Hatta geceyi de muhtemelen Yason'da geçirme niyetiyle... Burası eski ana yolmuş ve tek gidiş tek geliş olan bu yol, sonradan öğrendiğime göre yolu saatlerce uzatırmışmış. Bir kamyonun arkasında tıntın gidermişsin. Ama artık sadece biz turistikler ve o taraflarda yaşayanlar kullandığı için sakindi. Ve çok keyifli yollardı gerçekten de...

Velhasıl Yason Burnu'na vardım, şöyle bir dolandım, orada bulunan kiliseyi gezdim. Tembihlerden biri oradaki kafede fındık tatlısı yememdi, yedim. Gayet güzeldi ama doyurucu olmayan bir porsiyon tatlı ve bir çaya 12 TL vermek biraz acıttı. (Ahh bu turistik fiyatlar...) Ve galiba o günden itibaren para konusunda uzun zamandır hissetmediğim şekilde sıkıntılı hissetmeye başladım. Az harcamaya, temel ihtiyaçların dışına neredeyse hiç çıkmamaya ve temel ihtiyaçlarımı karşılarken parayı helâl ederek ve mutlulukla vermeye o kadar alışmışım ki farklı şekilde olduğunda epey zorlandım. Ayrıca bu şekilde karşılaştırmak yerli midir, yersiz mi bilmiyorum ama evde iken günlük gıda masrafımın 10 TL'nin altında olduğunu bilen biri olarak yukarıda bahsettiğim 12 TL'yi -ve benzeri durumlarda ödediğim diğer paraları- kolayca hazmedememeye başladım. Zaten motora -benim için- çok yüksek sayılabileceğim bir meblağı yatırmışım, sonra üstüne sigortası, bilmemnesi binmiş... Para konusu sonraki günlerde tekrar tekrar karşıma çıktı, belki tekrar konusunu açarım. Şimdilik devam edelim.

O gün çok terlemiştim ve duş alma imkânım yoktu lâkin önümde güzel bir deniz uzanıyordu. Karadeniz'in suları ile buluştum ama su sakin olmasına ve sıcaklık da uygun olmasına rağmen fazla kalamadım; zira deniz anaları vardı ve -hiç tecrübe etmedim ama- bir çeşit elektrik çarpma özellikleri olduğunu duyuyordum. Yine de terimi akıtmış ve serinlemiş olarak çıktım sudan; iyi geldi.

Feysbuk paylaşımımın altına yorum yazanlardan biri de İstanbul yıllarımdan arkadaşım olan ve bir süredir Ordu'da yaşadığını öğrendiğim Yosun'du. O taraflara gelirken mutlaka aramamı, onlarda kalabileceğimi falan söylemişti. Onla da bir gün öncesinden itibaren haberleşmeye başlamıştık zaten ve Yason'da kendimi iyi hissettiğimi fark edince, bir evde kalmaktansa burada kamp yapmanın çok daha keyifli olacağını düşündüm; öyle olunca da sağ olsun, Yosun Yason'a geldi (tekerleme gibi oldu, he!).

"Tam o sırada batıda gün batarken"
 Tam o sırada batıda gün batarken doğudan dolunayımsı yükseliyordu, tam dolunaya bir ya da iki gün vardı. Birkaç saat takıldık, sohbet-muhabbet, birbirimizi güncellemeler... Yolda olduğum sürece tanıdığım/tanımadığım herkes yardımcı olmaya çok istekliydi ama Yosun'un isteği bir başkaydı. Gerek Doğu Karadeniz'de gidebileceğim yerlere dair gerekse Ordu'da yiyebileceğim güzel mamalara dair ayrıntılı bilgiler verdi, yapabileceği bir şey olup olmadığını defalarca sordu. Eldiven ve eşofman altı alma ihtiyacımdan bahsettiğimde ve Ordu'da nereden bulabileceğimi sorduğumda "Dur bakayım" dedi ve babasını aradı. Meğer bir zamanlar motor kullanıcısıymış ve bir yerlerde eldiveni olabilirmiş. Sohbet biraz daha devam ettikten sonra akşam eve gittiğinde bakacağını ve bana haber vereceğini söyledi. Bu arada yedi kere falan daha benim için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. Sağ olsun!

"... doğudan dolunayımsı yükseliyordu."





Yosun gitti, günlerden pazar olduğu için gelen bir sürü piknikçi, günü birlikçi gitti; sadece ben ve sağda solda bir-iki grup kaldı. Çadırımı kurdum, içine girdim ve ay manzarasına doğru bakarken yavaşça uykuya daldım.





Gün 7

Yason'da güne böyle uyandım.
Yolculuğun sonu iyice yaklaşmıştı. Rize-Ardeşen birkaç yüz kilometre ötedeydi ve oraya ulaşmak için iki günüm vardı (çocuklarla orada buluşma günümüz ertesi gündü). Sabah bir şey yemeden, Yosun'un bahsettiği Ordu tostunun hayaliyle atladım motora. Yavaş şehir (citta slow) Perşembe'den geçerek Ordu'ya varmam fazla sürmedi. Ordu tostu yiyebileceğim yerlerin ve meşhur Denizciler Dondurmacısı'nın kapalı olduğunu gördüğüme üzüldüm. Eh, saat 9 bile değildi ben bakınırken.

Yosun'u aradım ve eldiven bulup bulamadığını sordum. Eldiven bulamamış ama çok daha fazlasını bulmuş: Epey kaliteli -ve sanıyorum ki çok pahalı- bir motorcu ceket-pantolon takımı. Dizinde ve diğer hassas bölgelerde korumaları, takıp çıkarılabilen içlik kısmı vs. Babamın ceketi de fena değildi ama bunun yanında epey basit kaldı. Kıyafetleri denedim, bana biraz büyüklerdi ama giyilmeyecek gibi de değillerdi. Şimdilik bu şekilde kullanmaya, belki sonraki zamanlarda daraltmaya karar verdim. Yosun'un bahsettiği mağazadan da bir eldiven aldım; yine para verirken zorlanarak (35 TL gibi bir şey verdim sanırım.)... Yolculuğun gidiş faslı neredeyse bitmişken nihayet aksesuarım tamam olmuştu. Kalan tek eksiğim, -kavrulmaması için- ensemi kapatabileceğim fularımsı bir şeydi, ki son iki gündür tişört koyuyordum oraya. Geçen bahar, yazılarımı ve kitabımı okuyan bir arkadaşımın hediye ettiği boyundan geçirmeli penye şeyin (bir adı var mı bilmiyorum) tam da bunun için uygun olduğunu fark edip sevindim. Şu an için uzaklardaydı ama güneye indiğimde kolilerin birinin içinden çıkacaktı. Yaşasındı!

Ordu tostu yerine uyduruk pastane sandviçi yedikten ve dondurma yerine avucumu yaladıktan sonra yola devam ettim ve önce Giresun'a vardım. Ana yoldan giderken şehirleri ve kasabaları teğet geçiyoruz ya çoğunlukla, motorize olmanın güzelliği ile kafama esen yerlere girdim, yolculuk boyunca. Giresun da onlardan biriydi, hem neye benzediğini görmek hem bir eczaneye uğramak için girdim şehre. Pek bir şeye benzetemedim; en azından güzel bir dondurma var mıdır diye eczaneye sordum (bu yaz her yerde çok güzel dondurmalar yedim, şükür!) ve şehrin diğer tarafında, benim gideceğim yönde, şahane bir dondurmacı olduğunu öğrendim. Tarif ettiler: Aşağıya anayola inip Trabzon yönüne giderken bir kilise görecekmişim, ondan 300 metre sonra sağa dönüp yokuşu tırmanacak ve orada bir yerde bulacakmışım Balkaymak Dondurmacısı'nı. Kiliseyi geçtikten en az 1 km sonra bahsedilene benzer bir dönüş gördüm, tırmandım, ettim, bulamadım. Azmettim, bir taksi durağına sordum ve bir yer tarif etti bana. Az gittim uz gittim ve Balkaymak'a değil ama sadece dondurma satan (genellikle dondurmacının iyi olmasının göstergelerinden biri budur) başka bir yere ulaştım. Yedim, hiç fena değildi (10 üzerinden 7 - 7,5 veririm) fakat çileklisi gayet kötüydü. Nedense sadece dondurma satan bir yerin gerçek meyve kullanacağını varsayıyormuşum; sordum ve aroma (ama en iyisiymişmiş, meyve özüymüşmüş) kullandıklarını öğrendim ve kim gerçek meyve kullandığını söylüyorsa yalandırmış. Porsiyon kesmedi, az bir şey de külahta istedim (bu sefer no çilekli!), bir yandan telefon şarj oldu biraz... Ayrılırken de asıl Balkaymak'ı aradığımı söyledim, meğer 100 metre aşağıdaymış o da. Bari külahta oradan yeseydim diye hayıflandım ama çok geç'ti, benim bile dondurma için bir doyma noktam vardı ve oraya ulaşmıştım. Belki dönerken Balkaymak'tan yiyeceğimi düşünerek (ki bunu yapmadım) yola devam ettim.

Bu arada, sonuç olarak, Balkaymak'a gitmek için kiliseden yaklaşık 1,5 km sonra dönmek gerektiğini gördüm. Bundan sonraki günlerde Karadenizli dostların mesafe konusundaki enteresan yaklaşımlarına birkaç kere daha rastladım. (-:

Trabzon yakınlarında Akçaabat'ın meşhur köftesinden yiyeyim dedim ve rastgele bir köftecide durdum. Burayı seçerkenki tek kriterim dev/meşhur lokantalardan biri olmamasıydı. Hemen her şeyin küçüğü daha güzel, daha mütevazı, daha lezzetli oluyor sanki. Üstelik dev mekân dev para kazanıyor ve fazla profesyonelleşmiş oluyor; Emre ise her daim küçük esnafın yanında olmaya gayret ediyor :P

Sıkı bir porsiyon köfte, kocaman bir piyaz ve en baştan ikram ettikleri yarım porsiyon kadar tatlıyı (çayla birlikte) mideye indirdim. Aklımı kaçıran bir lezzet değildiyse de güzeldi gayet. Patron(un oğlu) ile epey sohbet ettik, hem mekâna girerken hem de yemek sonrasında. Motorize olunca daha bi' ilgi çekiyorsun, nereden geldiğini, nereye gittiğini soruyorlar hep; hani benzincide falan da... O da sordu. Yemeğimin sonuna doğru ise gelip masama oturdu çocuk ve üç dakikada derinleşiverdi. 23 yaşındaymış ama 50 yaşında hissediyormuş; çok çalışıyor, dükkânı kimselere bırakamıyormuş. Bayramda üç-dört gün bizim buralara (güneye) kaçacakmış ve bunun hayâlini kuruyormuş. Tekrar ve tekrar şükrettim hâlime. Bilinen zenginlik kalıplarına göre çocuk muhtemelen beni bine falan katlardı ama dünyanın tüm zamanları benimdi; istediğim zaman istediğimi yapabilme imkânım vardı; gerçek zenginlik bu değil de neydi. Gerçekten çok şükürdü!

Yemek sonrasında bir anda kendimi inanılmaz yorgun hissettim ve Ebru'ya bugünden onlara gidip gidemeyeceğimi sordum; tabii ki gelebilirmişim. Ohh, bu akşam güzel bir duş alabilirdim!

Hesabı istedim (içimden içimden gelen, patronla bu kadar muhabbet sonrası indirim yapmaları ve hatta "bu bizden olsun abi" demeleri ihtimaline göz dikerek... Para verirken bu kadar zorlanmak çok sıkıcıymış, hatırladım!), 20 TL yetermiş. Menüye bakmadığım için normal fiyat mı, yoksa indirimli mi olduğunu bilmeden verdim; teşekkür ettim ve çıktım oradan. Bu sefer çok dokunmadı ama yine de hafif bir huzursuzlukla verdim.

Genç arkadaşımla vedalaştım ve önce Trabzon'un korkunç trafiğini biraz endişelenerek aştım, sonra ise Rize'ye vardım. Ardeşen'e yalnızca 40-50 km kalmıştı. Rize'yi de şöyle bir görmek istedim ve şehir merkezine girip az bir şey dolandım, fazla kalmadan çıktım. 1 saatten kısa bir süre sonra ise Ardeşen'deydim. Ebruların evini bulmam zor olmadı, hemencecik güzel bir duş aldım ve sonrasında pek lezzetli yemekler, sohbet... Ertesi gün ise Hey Gidi Karadeniz yolculuğumuz başlayacaktı.

Bu arada 2.250 km.de aldığım motorun rutin bakımının 3.000 km.de yapılması gerekiyordu fakat Rize'ye vardığımda 4.000'i görmüştüm bile. Bir umut, oralarda yetkili servis var mı diye baktım; çok sevgili kaderim yine yanımdaydı. Rize'de iki tane yetkili servis vardı, biri merkezde diğeri ise tabii ki 11 ilçe arasından Ardeşen'de, Ahmet Usta! (-: Ertesi sabah tüm o koşturmaların içinde bir de motoru servise götürmeyi başardım. Böylece hem rutin bakımı yapılacak hem de bir hafta boyunca güvenli bir yerde duracaktı.

Sonuç olarak 1.770 km süren yolculuk altı günde bitmiş (toplam yedi gün ama bir gün Yalova'da fazladan kaldığım için altı diyorum) ve günde ortalama 300 km. yol yapmıştım. İlk günkü yoğun rüzgârdan sonra herhangi bir riskli, tehlikeli durumla karşılaşmadan, güzel yerlerde kamplayarak, bazen güzel yemekler yiyerek bazense konserve vs. ile idare ederek ve yollarda dostlarla buluşarak, görüşerek geçti yedi gün. Samsun sonrasında ise içimde hep nasıl geri döneceğim endişesi vardı, ki dönüş yoluna çıkana kadar bu endişe orada bir yerde asılı kaldı.

***

Bitirmeden, yazının neresine yedireceğimi bilemediğim bir şeyi daha paylaşasım var: Yol boyunca (en çok da benzincilerde) motorla ilgilenenler, kaça aldığımı soranlar oldu. Buna cevap verirken hep utanıp sıkıldım; 9.750 TL demek hep zor geldi. Hatta çok komik bir şekilde hemen hepsine 9.500 TL dedim. 250 TL olsun indirim yaptım kafadan (-: Bunla da kalmayıp aslında bunun benim için çok para olduğunu ve hasbelkader elime bi' para geçtiği için alabildiğimi mırıldandım çoğunlukla. Ne oluyor diye içime baktığımda, uzun yıllardır az para ile yaşadığım için -benim için yüksek olan bu meblağdan- utandığımı fark ettim. Az para ile, sade bir yaşama çok alıştığım için olsa gerek, için için burada ters bir şey olduğuna dair bir hissiyat dolanıyordu belli ki. Oysaki ben değil miyim, en azından son iki yıldır falan paranın bir çeşit enerji olduğuna ve onu güzel giysilerle giydirebileceğimize ikna olan, "daha fazlası gelsin, güzelliklere aksın" diyen; bu şekilde ahkâm kesen... Ama işte, birazcık lüks (ki öyle olduğu tartışılır) bir yere para akıttığım anda bunlarla yüzleştim ve iyi de oldu. Buna dair içimde hâlâ bir şeyler dönüp duruyor, henüz sular durulmuş değil. Bir ara yumurtlarım muhtemelen. (-:

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

29 Ağustos 2017 Salı

motorize günlük (doğu karadeniz'e gidiş) - 1

Geçen gün, motor alma fikrinin aklıma düşmesi ve satın alma sürecine dair ufak tefek hikâyeleri yazdım; motorize hayata geçiş yazısından erişebilirsiniz.

***

31 Temmuz'da nihayet motoru aldım ve 1 Ağustos'ta uzunca bir yola çıkacaktım. Birkaç yıldır yapmak istediğim Doğu Karadeniz seyahati gerçek olmak üzereydi; tek sıkıntı ise Doğu Karadeniz'in çok doğuda, çok uzakta olmasıydı: Dümdüz gitsen 1.500 km'den fazla! Önceki günlerde, motoru aldığım takdirde onla gider miyim sorusu içimde yankılandıysa da bunun delilik olacağı ve hem tecrübesizliğim hem de Karadeniz'in hava şartlarına güvenemeyeceğim düşünceleri bir o kadar ses çıkardı ve yankının üstünü örttü. Fakat otobüs veya paylaşımlı bir araba ile o taraflara gitme fikrine o kadar uzak hissettim ki bir ara seyahatten vazgeçme ihtimalim bile belirdi. Son anda ise gaza geldim ve motorla gitmeyi en azından deneyebileceğime, olmadı bir yerlerde motoru bırakıp diğer şekillerde devam edebileceğime ikna oldum.

Ertesi gün ilk durak Yalova olacaktı, o gün ise motora biraz olsun alışmak için Ayvalık civarında turladım, Sarımsaklı'ya falan gittim. Şansıma rüzgârın şiddetli, yer yer fırtına düzeyinde olduğu günlerdi ve açıkçası biraz tırsarak attım ilk turları. Gece yattığımda ise ertesi gün bu rüzgârda nasıl gideceğim konusu beni biraz endişelendirmekle birlikte saatimi 5'e kurmuştum. Tabii ki kask haricinde herhangi bir ekipman almış değildim; kollarım kavrulmasın diye son anda babamın eski bir uzun kollusunu istemeyi akıl ettim neyseki.

Gün 1

Sabah alarm çaldı ve fazla zorlanmadan uyandım; dışarıdan rüzgârın uğultusu geliyor. "Acaba gerçekten gidebilecek miyim?", "Vazgeçmeli miyim?" soruları zihnimde dönse de onlara takılmayıp son hazırlıklarımı yapıp kendimi yola attım. Baktım olmuyor, geri dönerim.

Acemilikle şiddetli rüzgârın buluşması hiç iyi olmadı. Motor zangır zangır titriyor. En fenası ise yer yer bir anda bastıran rüzgâr dalgaları! Sürekli esinti olduğunda hazırlıklı gidiyorsun ama birden bastırınca acayip sallıyor. Sahilden uzaklaştığımda azalacağını umuyorum. Edremit'ten doğuya döndüğümde umduğumu bulamasam da İvrindi'den itibaren bir tık sakinliyor hava. İlk uzun metrajlı motorize seyahatimi yusuflayarak yapmak ilginç ve zorlu bir deneyim oluyor.

Yolda bir ara babamla konuşuyorum, görünen o ki benden yaklaşık bir saat sonra o da Bursa'ya varacak. Eskiden kullandığı motorcu montunu bana verebileceğini söyledi. Bense bir an önce yola devam edip Yalova'ya varmak, önce Funda ile buluşup İnci Ablalara, sonra ise yıllardır merak ettiğim Dergâh'a geçmek istiyorum. Oysaki bir saatin lafı mı olur, üstelik -eğer cesaret eder de yola bu şekilde devam edersem- upuzun yollar var önümde ama içim kıpır kıpır, hareket etmek istiyor. Babam biraz ısrar ediyor, iyi de yapıyor ve Bursa girişinde yol kenarında onu bekliyorum. Birkaç yıldır yaşadıkları ve galiba iki kere gittiğim evi o olmadan bulmam mümkün değil. Şehir çok büyüdü!

Babamın ceketini ve bonus olarak eski bir yağmurluğunu da alıp (evet, Doğu Karadeniz yoluna yağmurluksuz düştüğüm doğrudur!) teşekkür ediyor ve oyalanmadan yola devam ediyorum. Çok iyi oldu bu. "Babaları bazen dinlemek lâzım di mi?" diyor babam; "Evet ama bazen!" diye tatlı-gıcık bir cevap veriyorum.

Çevre yolları, otoban ve otobanımsılar sıkıcı, virajlı yollar keyifli.

Ve Yalova'ya varıyorum! İlk günümde 400 km.ye yakın yol yaptım ama acemiliğim ve yoğun rüzgâr nedeniyle tam olarak tadını çıkarmış sayılmam. Canım çok tatlı ve kazadan falan korkan bir insanım; yolda aklıma kötü kötü senaryolar geliyor. Bir yandan da o kadar dikkatli ve ihtiyatlı kullanıyorum ki bir şey olma ihtimali çok düşük. Birkaç gün içinde kendime güvenim iyice gelecek ama kötü sahneler yine ara ara zihnimi ziyaret edecek. Olumsuz vizyonlar görerek evrene yanlış mesajlar gönderiyor olmayayım!?!?

Yalova'da Funda ile buluşuyor ve İnci Ablalara, Yoga Evi Çiftliği'ne geçiyoruz. Önce İnci Abla'yla, birkaç saat sonra ise Dodo'yla tanışıyorum. Bir sürü meyve, bahçe turu, sohbet, birlikte meditasyon, yemek... derken düşündüğümden çok daha geç çıkabiliyoruz oradan. Karanlık basmadan Dergâh'a varmak istiyorum, bakalım mümkün olacak mı...

Olmayabilir! Zira acemi Emre, bahçe turu sırasında motorun farının yandığını görmüştü: kontağı açık unutmuş ve farlar otomatik! Eyvah, akü bitmiş olmasın diye motoru çalıştırmayı deniyor ve ı ıhh, çalışmıyor; farlar yanıyor, korna çalıyor ama akü azalmış olmalı. Tekrar tekrar marşa bassa da olmuyor! Fakat... Ohh, şükür; meğer motorun ayağını (sabit hâldeyken motorun düşmemesini sağlayan ayaktan bahsediyorum) kapamayı unutmuş, motor o şekilde zaten çalışmaz ki! Ayağı kapatıyor, marşa basıyor ve derin bir nefes alıyor (huhh!): motor çalıştı! Sıkıntı yok, kontağı kapatıyor ve geleceğe yeniden umutla bakıyor.

Ayrılma zamanı geldiğinde de motor tık diye çalışıyor ve yola düşüyorlar. Bir km. kadar gittikten sonra iki kelam etmek için sağa çekiyor ve motoru durduruyor. Birkaç dakika sonra bir daha marşa bastığında acı gerçekle karşılaşıyor: Motor bu sefer gerçekten çalışmıyor! Sonraki dakikalarda algıladığım üzere, meğer farlar açık kalınca akü gerçekten de bir miktar boşalmış ve çalıştığında bir süre kontağı kapatmamak ve akünün yeniden dolması gerekiyormuş. Ama Emre bunu nereden bilsin, ahh!

İlk panikle motorun 30 saat önceki sahibi Uğur'u, Ayvalık'taki motor satıcısı Ali'yi arayıp durumun ne olduğunu anlıyorum: Kesin olarak akü azalmış ve bir o kadar kesin olarak ça-lış-maz-mış. Sonra motoru bayır aşağı salarak çalıştırmayı deniyorum (otomatik vitesli araç vurdurarak çalışmaz ama o an akıl edemiyorum!), paniğim arttıkça artıyor. İlk günden bu yapılır mı Emre, ahh! Hava kararıyor, bir köy yolundayım, ne yapacağımı bilmiyor ve -hele ki ilk gün- bunlarla uğraşmayı hiç istemiyorum! Tamirci falan nasıl bulunur bu saatte ve burada! Dakikalar ilerliyor, bir-iki araba geçiyor; bir tanesi az ileride bir tamirci olduğunu söylüyor ama kapanmış mıdır ki? Önce motoru sürükleyerek götürmeye çalışıyoruz lakin yokuş yukarı 140 kg.lık motoru götürmek hiç kolay değil ve dakikalar ilerlemeye devam ediyor. Motoru yolun kenarında bırakıyor, tamirci olduğu söylenen yeri buluyoruz ki meğer kaportacıymış ve üstelik kapalı. Derken motoruyla biri yaklaşıyor, el ediyorum, durumu anlatıyorum ve "Hemen hallederiz. Şimdi ben yoldan bi' kablo bulayım." diyor. Bu adamı karşıma Allah, Ulu Manitu ya da güzel karmam çıkarmış olmalı; bu kadarına tesadüf demekte zorlanıyorum. İyi de yoldan kablo bulmak da ne demek!

Motorun yanına gidiyoruz, alıyor tornavidaları ve başlıyor motoru sökmeye, hiç tereddütsüz. İçimden dev şükür duaları ederken bir yandan da bu yaptığımızın, motorun bir yıl daha sürecek olan garantisine zarar verip vermeyeceğini düşünüyorum. Zira garantinin devamı için motorun düzenli bakımları yapılmalı ve sadece yetkili servis onu kurcalamalı. Öte yandan köy yolundayım ve burada nasıl servis bulayım şimdi! Biraz tırsıyor, daha çok seviniyorum. Kendimi Muammer Abi'ye teslim ettim; o ne derse o!

Fakat o kadar çok vida koymuşlar ki çıkar çıkar bitmiyor ve akünün olduğunu düşündüğümüz yere ulaşmak için tüm ön aksamı çıkarmak gerekiyor. Yıldız olmayan tornavidasıyla yıldız vidaları çıkardı birer birer ama iki ya da üç tanesi inatçı! Bir türlü döndüremiyor onları. Ben de denedim, olmadı! Derken Funda, İnci Ablalara gidip iki tane yıldız tornavida getiriyor. Sevincimiz uzun sürmüyor, ikisinin de ucu kötü ve namussuzlar (bastards!) vidaları adeta asla açılmamacasına sıkmış. En az bir saattir uğraşan Muammer Abi pes etmiyor, motorla gittiği evinden yıldız tornavidalarını getiriyor ve bu sefer tık diye çıkarıyor inatçı vidaları. Fakat o da ne! Akü, sandığımız yerde çıkmadı. Bir saat bilmemkaç dakikadır boşuna debeleniyormuşuz meğer. Funda internetten bakmayı akıl ediyor ama orada gösterilen yerde de değil akü! Nerede lan akü? Hava kararacak birazdan!

Orasını burasını kurcalarken nihayet buluyoruz aküyü, gözümüzün önündeymiş meğer. Muammer Abi aküyü yerinden söküyor, kendi motorunu çalıştırıyor, gerçekten de yoldan bulduğu kablo ile bu ikisini birbirine bağlıyor ve ohhh, motorum çalıştı. "Sakın kontağı kapama" diyor Muammer Abi. Kapar mıyım abi; gerekirse tüm gece çalıştırırım artık! Akü kendine gelirken motoru toparlıyor, binbir güçlükle açtığımız konsolu yerine takıyoruz. Aküyü de yerine koyuyor, üstünü kapatıyor. Hopp, bir tane vida arttı! "Vayy," diyorum, "sen de parça artıran ustalardansın demek." Gülüşüyoruz. Hava neredeyse karardı, dergâha karanlık basmadan gitme ihtimali artık yok ama en azından gidebileceğim. Muammer Abi olmasa ne olurdu bilmiyorum.

Ama oluyor da işte, tam ihtiyacım olan zaman, ihtiyacım olan kişi bitiveriyor yanımda. Galiba mümkün mertebe insanların yanında olmaya emek ve zaman verdiğim için hayatın verdiği karşılık bu. Ya da sadece bir tesadüf. Emin olmak zor! Muammer Abi para pul istemiyor, nasıl bir güzellik yapayım sana diye soruyorum ama hiçbir şey istemez diyor. Adam iki saatini verdi bu işe ve sonrasında çekti gitti, karşılık beklemeden. Belki o da başka bir yer(ler)den alıyordur / almıştır / alacaktır karşılığını. Belki hayatın çembersel döngüsünün tatlı işleridir bunlar. (bkz. Belki benim kağıt param bir şekilde döne dolaşa senin cebine girmiştir.)

Funda'yla düşüyoruz yola ama harekete geçmeden önce dalgınlıkla kontağı kapıyorum. Eyvah! Ama yok, yeniden çalıştı kolayca... Bu arada çekip gitti dedim ama ana yola kadar kendi motoruyla bize eşlik ediyor Muammer Abi. Sonrası hafif stres. Son derece yorucu bir gün ve akşam sonrası hiç istemediğim hâlde karanlıkta yol almak zorundayım, üstelik bir can daha taşıyorum. Çok fazla tır, kamyon ve çok fazla viraj var. 10 km. kadar yavaş yavaş, sağdan sağdan gittikten sonra şehir içine giriyoruz. Şehirde ve akşam motor kullanmak da stresli geldi, ilk gün için. Ama kazasız belasız Funda'yı evine yakın bir yere bırakmayı ve Termal'de bulunan Dergâh'a sağ salim ulaşmayı başarıyorum. Şükür!

Akşam Dergâh'ta birkaç arkadaşımı görmek iyi geliyor. Ama tükenmiş durumdayım; ortamı şöyle bir kolaçan ettikten sonra bir an önce çadırımı kurup kendimi uykunun şefkatli kollarına bırakıyorum.

Gün 2

İlk gün, yaşadığım akü macerası ve aşırı rüzgâr bir yana, gayet keyifli bir yolculuk yaptım ve daha uzun yollara düşebileceğime ikna oldum. En azından denemeye değer görünüyor.

Hemen bugün yola devam etme ihtimalim var ama buraya nihayet gelebilmişken en azından bir tam gün geçirmek istiyor ve orada kalıyorum. Fena geçmiyor gün ama anlatmak istediğim orada ne yaşadığım değil. O yüzden geçiyoruz.

Gün 3

Gece yatarken bugün yola çıkacağım kesin değil ama muhtemeldi. Sabah uyandığımdaki ruh hâlime göre karar vereceğim. Sabah uyandığımda ise içimden geçen tek şey var: yola düşmek! Kahvaltı bile yapmadan ayrılıyorum oradan. Arkadaşlarla, özellikle Mustafa ile vedalaşsam iyiydi ama bu sefer böyle oldu.

Her zamanki hazırlıksızlığım ile düştüm yollara. Elimde harita yok, telefonumun şarjı çok hızlı bitiyor, nerelerden geçeceğimi, hangi yollardan gideceğimi not aldım ama nerelerde kalacağımı falan bilmiyorum. İlk kez ya da uzun yıllar sonra geçeceğim kentler, kasabalar ve neredeyse hiçbir şey bilmiyorum. Üst-baş olarak ise sadece bir kaskım olduğunu söylemiştim. Viva hazırlıksızlık!

Yalova'da bir fırında kahvaltı ederken feysbuk'ta duvarıma güzergâhı yazıp buralarda gidilecek, görülecek güzel yerlere, insanlara, yenecek güzel yemeklere dair fikir danışıyorum topluluğuma; ki bundan sonraki günleri büyük oranda buraya yazılan yorumlar belirleyecek. Yaşasın sosyal medya, yaşasın teknoloji! Bir yanım ise bir süredir akılsız telefonuma dönmek istiyor nedense. Akıllı telefonlar yavaş yavaş kendi aklımızı gereksiz mi kılıyor ne! Öte yandan özellikle yollarda iken ve ben gibi plansız bir insan iken nasıl da yardımcı oluyor bana. Pıt pıt kişilere, bilgilere, haritalara ulaşabilme imkânı... Akıllı telefonlar özellikle de spontan ve an'lık yaşayanlar için büyük nimet! Ama bir o kadar da an'dan koparıyor insanları, bazen de beni. Her zamanki gibi olay, onu nasıl kullandığım(ız)la ilgili galiba. Neyse şu yolculuk bitsin, o zaman düşünürüm akılsız'a dönme konusunu.

Poğaça ve çaydan oluşan kahvaltı sonrasında yola devam. Karamürsel, Gölcük, Yalova, İzmit, Sapanca derken Düzce'ye sokuyorum burnumu. Burada bir arkadaşım var ama akşama kadar onu görme şansım yokmuş (insanlar çalışıyor). Oralarda takılmam ve akşam görüşmemiz için epey ısrar ediyor sağ olsun ama içime sorduğumda yola devam etmemi söylüyor (kesin bir bildiği vardır). Ercan'la dönüşte görüşeceğimizi umarak öyle yapıyorum. Otobanı değil de eski yolu kullanarak Bolu'nun muhteşem dağlarını mest olarak döndükten sonra Bolu'ya varıyor ve yönümü güneye çeviriyorum; zira Sevgili İnan Mayıs, Aladağ Göleti çevresinde güzel yerler olduğunu söylemiş; kamp için iyi bir seçenek olabilir.

Yine muhteşem yollardan, ormanlardan geçiyor, bir yandan bu yolculuğu motorla yapmaya cesaret ettiğim için şükredip duruyorum. Telefonun haritasından ve yoldaki dayılardan aldığım yardımlarla Aladağ Göleti'ni buluyorum. Hiç fena değil ama göl kenarında kamplamanın yasak olduğu yazıyor. Etrafından motorla devam ediyor ve Göksu Tabiat Parkı ile karşılaşıyorum. Orman müdürlüklerinin kamp mamp yapılabilen böyle parkları varmış meğer (ben bayağı cahilmişim), kapıdaki tatlı adamla biraz sohbetleşiyoruz ve kamp yapmak için 25 TL vermem gerektiğini öğreniyorum. Acaba mı diye düşünüyorum ama içime sinmiyor. Bir kez o parayı verip istediğim kadar kalabilirmişim ama ben bir gün kalacağım ki! Hem daha sessiz bir yer olsa... Tabelaları okumamışcasına, tabiat parkı dışında göl kenarında kamp yapıp yapamayacağımı soruyorum ve bazen köylülerin jandarmaya şikayet ettiklerini ve jandarmanın müdahale edebildiğini söylüyor.

Kararsızım ama şimdilik teşekkür ederek geri dönüyorum. Göl kıyısında konserve barbunya yiyor ve göleti içime çekmeye çalışıyorum. Fakat aklım nerede kalacağım konusuyla epey meşgul, tam olarak şimdi ve burada değilim. Olmazsa bu akşamlık parasını verip içeride kalayım, kafam rahat olsun diye düşünerek yola düştükten bir dakika sonra sola, ormanın içine doğru giren toprak bir yol görüyorum. (Bi' girsem ya şuradan.) Giriyor ve bir-iki km sonra sevinç çığlıkları ve kahkahaları atmama neden olan yeri görüyorum. Bu gece nerede kalacağım belli oldu: Gerçek bir ormanın, yabanın içinde, olağanüstü güzellikteki bu yerde... Bu arada yoldaki tabelada gördüğüme göre 1.400 metrelerdeyim. Aklıma hiç yaban hayvanlarından falan korkmak gelmiyor; iyi ki de gelmiyor, şimdi olsa biraz tırsabilirim mesela. Telefonu azıcık şarj etmek için Göksu'ya dönüyor, tesiste biraz dolanıp, mangalcıların dumanları arasında yürüyor, hava kararmadan kamp alanıma dönüyorum. Neyseki birkaç fotoğraf çekmeyi akıl edebildim. Gözümün gördüğü her yer ve hissiyatım o kadar güzel ki içime işlemeye çalışıyorum bu an'ları. Sakince oturuyorum, bir şeyler atıştırıyorum; havanın kararması ve serinlemesiyle çadırıma giriyor ve kendimi uykuya bırakıyorum.

Evdeyim...







***

Devamı gelecek. Çoğunu yazdım bile! (-:

Edit: Ertesi gün geldi ((:
http://icimdensohbetler.blogspot.com/2017/08/motorize-gunluk-dogu-karadenize-gidis-2.html

--------------------------------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

26 Ağustos 2017 Cumartesi

motorize hayata geçiş

Her şey onun başının altından çıktı. En azından bu son hamlemin ilk tohumlarını atan, farkında olmasa da o oldu. Sabri, Mayıs'ta gerçekleştirdiğim dördüncü Çemberli, Oyunlu Doğa Yürüyüşü etkinliğine Konya'dan, 500 km. mesafeden 125 cc.lik motoruyla gelince benim içim bi' kıpraştı. Param olduğu takdirde bir motor alıp seyahatleri daha keyifli bir şekilde yapma ve yakın yerlere kolayca ulaşabilme fikri dolanıverdi içimde. Lakin çok da üstünde durmadım, hem öyle bir param yoktu hem de o günlerde üç yıldır yaşadığım köyden ve evden ayrılacak olma konusu ile haşır neşirdim ve sonrası kocaman bir bilinmezlikti; bunu düşünmeye ne hacetti.

Bu arada 10 yıl kadar önce İstanbul'da yaşarken, yaklaşık iki yıl süren bir motor maceram (100 cc.lik bir scooter) olmuştu ve iki yılı biraz geçe motorum çalınmıştı. Polise falan gittim tabii ama bir sonuç alamadım.

Bir - bir buçuk ay kadar sonra bu fikri bir anda hortlatan olay ise annemlerin, beş yıl önce son tam zamanlı işimden ayrıldığım zaman elimde beliriveren, onlara vermiş -ve çoktan unutmuş- olduğum 8.500 TL'lik borcu geri ödeyebileceklerini ifade etmeleri oldu. Başta bu parayı, -bir şekilde elimde para biriktiği her zaman olduğu gibi- ihtiyaç duyan birileriyle paylaşırım (toplu paraya hemen hiçbir zaman ihtiyacım olmuyor) ve borç falan veririm diye düşündüysem de nöronlarımın para = motor alabilme fırsatı bağlantısını kurması birkaç gün içinde gerçekleşti ve kendimi bir anda ikinci el motor ilanlarına bakarken buldum.

İlanlara baktıkça heyecanım ve hevesim arttı. Kabaca 7 - 10 bin TL aralığında eli yüzü düzgün, işimi görecek ve fazla iş çıkarmayacak güzel maxi scooter'lar* vardı. Tabii markalar, modeller milyon çeşit olduğundan ve bu tip şeyleri derinlemesine araştırmaya ilgisizliğimden mütevellit, sonucu muhtemelen birtakım tesadüfler belirleyecekti ve gözüme güzel gelen, coğrafi olarak da çok uzaklarda olmayan bir motoru alıverecektim. Zaten motorun performansı, beygir gücü, tork'u (ne demek olduğunu bile bilmiyorum), ulaştığı hız falan biraz olsun umurumda değil(di); mümkünse az yakıt tüketimi olsun, sık sık sanayiye gitmeme gerek kalmasın; gerek şehir dışı seyahatlerimin bir kısmını yapabileyim gerekse yaşamaya başlayacağım köyden Fethiye'ye ulaşımım kolaylaşsın; derdim buydu.

* 250 cc ve üstü scooterlara maxi demeyi uygun görmüşler.

Derken karar vermemi inanılmaz kolaylaştıran bir şey oldu: Kayaköy'de arkadaşlarımla geçirdiğim günlerde, bir gün Volkan'ın şahane bisikletiyle şöyle bir köy turu atarken gözüme kestirdiğim modellerden birini üç ayrı kişide gördüm ve sonunda üçüncüsü ile konuştum. 18 yaşında genç bir çocuktu, motoru iki gün önce almıştı, gayet memnundu; sağolsun -çoğu ilgimi çekmese de- bir sürü teknik bilgi de verdi bana. Tam "olabilir aslında bu model" diye düşünüyordum ki ayak koyma kısmındaki bombe dikkatimi çekti. Bu çıkıntı işi bozardı, zira özellikle köy hayatında, önü düz olan bir scooterla dünyalar kadar eşyayı, yeri geldiğinde tüpü müpü taşımak pek kolay oluyordu; dolayısıyla bu modelden vazgeçtim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi, zira ilgilendiğim modellerin -biri hariç- hepsinin önü aynı şekildeydi ve sadece bir tanesinin önü düzdü. Böylece karar vermeme gerek kalmadı; satın alacağım marka ve model kendiliğinden belli oldu. (Nasıl bir motor alacağını sadece ve sadece böyle bir sebebin belirlediği tek insan olabileceğimden şüphelendiğimi de belirtmiş olayım.)

Bir anda gözaltına aldığım tüm diğer seçenekleri sildim ve bu modelin ilanlarına bakmaya başladım. Telefonda babama da bahsettim, ilanları ona yolladım. Onun da motor kullanma geçmişi var ama asıl, yanında çalışan arkadaşlardan biri epey ilgili bu konuyla. Yolladığım ilanlar arasında en yeni, en az kilometrede ve dolayısıyla en pahalı olanı gözlerine kestirmişler ve hemen de arayıvermişler. Motorun sahibi Serkan, Aydın-Söke'de yaşıyordu ve fakat -bu kadar olur sayın seyirciler!- ertesi gün eşiyle Dalyan'a tatile geleceklermiş. Evet, resmen üç yıl yaşadığım yere tıpış tıpış ve motorla geliyorlardı. Hayatın şahane bir mesajı değildi de neydi bu! Motora gitmeme gerek kalmamıştı, motor bana geliyordu. Muhtemelen alacaktım onu.

Ertesi gün (cuma), Çağım sağolsun bana eşlik etti ve birlikte Dalyan'a, eski memleketime gittik. Serkanlar da geldiler ve güzel güzel sohbetleştik, bir sürü ortak (Serkan da kahvaltı ve tahin hastasıymış) ve bazı alakasız noktalarımız (Serkan çok titizmiş) çıktı falan... Derken sadede, motor hususuna geldik; kısa bir deneme sürüşü yaptım, çok anladığımdan değil ama motorun gayet iyi durumda olduğuna inandım, zaten Serkan'a da güvenmiştim; fiyat miyat, 100 lira 200 lira derken çok da uzatmadan "Tamam," dedim, "alıyorum.". El falan sıkıştık gayet; hatta hemen, o anda almak istedim. Notere gidelim, işlemleri yapalım ve alıp gideyim istedim motoru. Zira ben de kuzeye doğru çıkıcam zaten, motorla çıksam ne güzel olur hesabındayım. Ama tatil süresince gezmek için ihtiyaçları olacakmış. İyi dedim, üstüme alayım, siz gezin, pazar günü teslim edin bana ve otobüsle dönün. Mırın kırın ettiler, motorla dönmek istiyorlarmış falan. Velhasıl olamayınca pazartesi, salı falan benim o tarafa gitmem ve işlemi yapıp motoru almam konusunda sözleştik. Kapora da verecektim ama son anda istemedi Serkan; "gerek yok" dedi.

Bir sonraki gün -yol açısından ters olacaktı ama- Ayvalık'a babamın yanına gittim ve hafta sonunu orada geçirdim. Pazartesi günü Serkan'la konuştuğumuzda ise fiyata dair bir yanlış anlaşılma olduğu ortaya çıktı ve 150 TL'lik bir fark çıktı önüme. Çok büyük bir para olmasa da içim biraz bulandı ve düşünmek istediğimi söyledim. Derken Ayvalık'ta, aynı modelin daha da yenisi ve hatta neredeyse sıfırı çıktı karşıma. Sadece 2.200 km.deki 2016 model bu bebek, diğerinden neredeyse 2.000 lira daha pahalıydı ve bütçemi biraz aşıyordu. Ne yapsam ne etsem derken gaza geldim, babam da biraz destek çıkabileceğini söyleyince (gerçi ben gerek olmadığını söyledim) bu sefer de Uğur'la el sıkışıverdik. Ona da kapora vermeye yeltendim, o da gerek olmadığını söyledi. Zaten ertesi sabah notere gidecek ve işlemi halledecektik. Böylece bu konu çok da uzamadan nihayetlenecekti.

Öyle olmadı. Gece önce sinekler bastırdı. Ne kadar çok olduklarını ışığı açıp -elimden başka bir şey gelmeyince- birer birer öldürürken fark ettim. Yarım saat ya da bir saat içinde yedi leşim vardı ama galiba sessizliğe kavuşmuştum. Sonra ise uykum kaçtı. Hayatımda en çok üç kere falan uykum kaçmıştır bu arada. Yattım tekrar ama uyuyamadım; zihnim fıldır fıldırdı ve odadaki sessizliğe tezat, içim gayet gürültülüydü. Motor, benim bütçeme göre yüksek fiyatlı olmakla birlikte neredeyse sıfırdı ve buna rağmen sıfır olanıyla ciddi denebilecek bir fiyat farkı söz konusuydu. Önce buna takıldım ve Uğur'un gönlünün ferah olduğundan emin olmak istedim; ben gayet memnundum halimden, en azından öyle sanıyordum. Hayalimde onla diyaloğa girdim: Ertesi gün olmuş, notere gitmişiz ve soruyorum "Abi için rahat mı?" diye. "Rahat, rahat," dedi ve ekledi "senin de rahat mı?". Bir anda yumruk yemiş gibi oldum, çünkü ağzımdan evet çıkamadı. İçi rahat olmayan benmişim meğer ve o an birden farkına vardım bunun. Kara kara düşünmeye başladım; motor almayla bitmeyecek, sigortası var, vergisi var, noter masrafı var, üstelik kaskımı, motorcu ceketimi falan vakt-i zamanında başkasına vermiştim, bunları yeniden almak gerekecek... Bunlar bir yana, motorun fiyatı benim bir yıllık tüm harcamamdan fazla. Şu an bunu verebilecek para var elimde ama buna gerek var mı(ydı)...

Ne kadar olduğunu bilmediğim bir süre içim bunlarla doldu taştı ve sabahın 4 küsurunda af dileyen ve bunu yapamayacağımı belirten bir mesaj yazdım Uğur'a. Hemen sonrasında bir mesaj da Serkan'a attım ve "Gel arada anlaşalım, bir gün sonra geleyim ve motoru alayım" dedim. Ertesi gün Uğur "canın sağ olsun" dedi; Serkan ise -başka nedenlerden dolayı- motoru satıp satmayacağından emin değildi. Böylece elde var sıfır noktasına geliverdim bir anda ama atacağım adımı içim rahat bir şekilde atmalıydım ve bu konu bir süre bekleyebilirdi.

Bu arada galiba kapora vermeyince olmuyor, niyeti maddeye bağlamanın; soyutu somutlaştırmanın önemini gösteriyor sanki bu. Üstüne düşünülesi...

***

Günler geçti, ben ilanlara bakmaya devam ettim, birkaçını gözüme kestirdim ama Çanakkale'deki veya diğer yerlerdeki motorlara bakmak hem gözümde büyüyordu hem de Uğur'un motoru kadar temiz ve sağlam olduklarına dair şüphelerim vardı. Ne yapsam etsem derken gönlüm yeniden Uğur'un motoruna kaymaya başladı. Daha önce el sıkışıp vazgeçtiğim için aramaya cesaret edemedim, biraz utanarak konuyu yeniden değerlendirdiğimi ama onun bana hâlâ satmak isteyip istemeyeceğinden emin olmadığımı yazdım ona; dostça bir cevapla döndü sağ olsun. Sonra babamla konuştum ve teklifi geçerliyse desteğini kabul edebileceğimi söyledim (geçerliymiş ama hemen olmazdı; şimdilik tamamını ben verecektim, ilk fırsatta bir kısmını karşılayacaktı). O gece (günlerden pazar oldu bu arada) bunun üstüne bi' yatıp ertesi gün kesin kararımı vermeye karar verdim.

Sabah uyandım, motoru almaya epey yakın hissediyordum ki Burcu ile yaptığımız telefon konuşması beni kesin karara götürdü. Telefonda Ayvalık'taki yeni motordan bahsetmeye başlamamla "Tabii ki yeni olanı alacaksın, ne demek!" diye ondan beklemediğim şekilde coşunca "Tamam," dedim kendi kendime, "bugün bu işi bitiriyorum." Uğur'u aradım, öğlen buluştuk; noterde hızlı bir işlem sonrasında motorun yeni sahibi oluverdim.

Sonrasında ise muhtelif hikâyelerle ve iç seslerle, sorgulamalarla dolu upuzun bir yolculuğa çıktım ama bunlar diğer yazılara kalsın.

işte yeni bebek... tam olarak maxi denen sınıfta değil ama görüntü olarak öyle.
170 cc.lik bir motoru var ve benim için yeterli galiba.

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com

25 Ağustos 2017 Cuma

resetlenmek

Anlatmak istiyorum; hislerimi, düşüncelerimi, son aylarda olan bitenleri, kafa karışıklıklarımı, korkularımı, -büyük anlamdaki- yolculuğumda nerelerde olduğumu, -geçtiğimiz haftalarda yaptığım daha küçük- yolculuğu ve içimdeki milyonnn tane abidik sesi paylaşmak istiyorum. Neresinden tutacağımı, nereden başlayacağımı bilemiyorum, o başka... Ama yazmam lâzım, zira Tanrılar Okulu'nda Dreamer'ın söylediği üzere zihnimin dağınık parçalarını birleştirmenin en iyi yolu yazmak. Eh bu son yolculuk sonrası, her daim karışık olan zihnim iyice karıştığına göre yazmam l-â-z-ı-m!

Karışıklık hâlim iyi bir başlangıç olabilir ama bu doğru kelime mi, emin değilim. Önceki gün "resetlenme" kelimesi belirdi zihnimde. Evet, resetlendim! Her şey sıfırlandı, fabrika ayarlarına döndüm sanki ve şimdi ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Daha önce biliyor muydum? Bazen evet, bazen hayır. Gerçi bilirken ne kadar biliyordum, o da tartışılır.

İlk kez mi resetleniyorum peki? Hayır! Çandır'da yaşadığım üç yıl boyunca ve daha öncesinde de birkaç kere başıma gelmişti bu. Bu seferki bir tık daha sağlam bir reset oldu ama alışık sayılırım. Ne zaman kendimi yollara atsam, yazın bir-iki ay köyden ve güneyin sıcağından uzaklaşsam ya da bir kış turnesine çıksam, oluyordu bu. Düzenim, alışkanlıklarım, rutinim alt üst oluyor* ve döndükten sonra yeni bir düzen kurmak biraz zaman alıyordu. En çok da köye, kıra, kırsala dair şeyler kayıp gidiyordu sanki elimden. Çünkü en oturmayan şeyler bunlardı. 30 yaşına kadar köy görmemiş biri olarak bu sulara sonradan girince ve bir şeyleri içselleştiremeden milyon tane ilgi alanım ve muhtelif seyahatler dikkatimi dağıtınca, dönüşlerde sıkça zorlandım. Şu çalının adı neydi; bu çiçek ne zaman açıyordu, şu tohum ne zaman ekiliyordu; mevsimler nasıl değişiyordu; köydeki amcaların teyzelerin adları nelerdi; toprağı nasıl işliyorduk, işliyor muyduk, işlemek lazımmış diyorlar ama permakültüre, Fukuoka dedeye sorarsan toprağı rahatsız etmemek lazımmış, e etmeyince de olmuyor(muş), nasıl olacak; sahi geçen yıl neyi nasıl ne zaman yapmıştık; off bu yıl nasıl yapıcaz, poff...

* Şimdi gel de Şems'i anma: "Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?"

Son birkaç yılda sıkça yaşadığım sıkıntılı hâller bunlar. Kıra, toprağa daha fazla bağlanmak isteyip ne bunu tam olarak gerçekleştirmek ne de vazgeçmek beni arada derede bırakıyor ve en çok bu konuda resetlenip durdum, duruyorum (resetlenip duru!).

Sadece bunla kalsa yine iyi. Kır-köy-toprak harici konularda da sıfırlanıp duruyorum ve bu çoğunlukla yollar, yolculuklar sonrası oluyor. Dönünce soruyorum kendime "eee şimdi ne yapıyorum", "nerede kalmıştık", "kendime dair neler keşfetmiştim" falan diye ve sonra gelsin kağıtlar, kalemler; dökülsün hayâller, niyetler; bakılsın eski notlar, defterler... Her seferinde zorlanıyorum, zira hep bir sürü şey yapmak, ayrıca hayattaki her şeyi sorgulamak istiyorum. Uzun süredir düzenli bir işim olmamasına ve günün tüm vakitlerini istediğim gibi geçirebilmeme, planlayabilmeme rağmen bu bir sürü şeyin ancak küçük bir kısmına yetişebiliyorum; tanrı-allah-evren tam zamanlı çalışanların yardımcısı olsun! Sahi tam zamanlı çalışmak nasıl bir şeydi? Haftanın beş günü (şanslıysan <!> hafta sonun ve akşamların senin) her sabah tıpış tıpış işe gitmek ve tüm gününü orada geçirmek falan...

***

Ne diyordum? Evet, bir sürü şey yapmak istiyorum; bir sürü şey! Deli danalar gibi okumak ve yazmak istiyorum (bu ikisini tek bir potada eritebiliyorum neyseki), köyden hemen hiç çıkmamak ve kağıda kaleme klavyeye gömülmek istiyorum. Blog yazıları, kitap(lar), denemeler, kurmacalar... Bir Emre bunu yapsa...

Tarımla, toprakla, ağaçlarla, ürün işlemeyle, yani daha somut üretimlerle ilgilenmek istiyorum ve fakat bu konularda yalnız başıma az yol alabildiğimden mütevellit bunları bilen biriyle yapmak istiyorum; belki bir komşu, belki yakın köylerden bir dost, belki de bir çiftliğe gidip uzun süreli bir kalış... Evet, ikinci Emre'yi bu işe veriyoruz.

Geçenlerde şöyle bir düşündüm de son beş yıldır beş-altı ayrı isimdeki etkinliği kolaylaştırmaya cüret etmişim, ki toplamda 15 kadar etkinlikten bahsediyorum. Gerçekleştirdiğim(iz) etkinliklerin, atölyelerin, buluşmaların, katılımcılara ciddi fayda yarattığını, -en azından bir kısmının- hayatlarının az ya da çok değiştiğini ve gerçekte istedikleri yöne doğru kaymaya başladığını; bunu yapmaktan, buna kanal olmaktan büyük keyif aldığımı ve üstelik bu güzelliklerin yanı sıra armağan ekonomisi yöntemi ile kendimi açtığım ve edindiğim karşılıklar sayesinde ihtiyacım olan paraya da ulaşmaya başladığımı gördükçe diyorum ki buna ağırlık vereyim. Güçlü olduğum ve güçlenme potansiyeli taşıdığım bir alan bu, hem keyifli hem sosyal hem paraya -nispeten- kolay erişim şansı; varsın nohutu başka bir dost üretsin, ben de ondan satın alayım ve böylece o kanalı da beslemiş olayım. Evet evet, üçüncü Emre bu işe eğilebilir bence.

Dahası da var: Hayatıma giren motorla birlikte (onun hikâyesini ayrıca anlatmaya niyetliyim) her yerin yakınlaşması ve nice güzel insanla kurulan dostluklar beni daha fazla yollara düşmeye çağırırken, bir süredir kısmen gerçekleştirdiğim -ama keşfedilecek yerlerin binde birini bile göremediğim- doğa yürüyüşleri, kamp fikirleri; "asıl bisiklet turları yapmalı abi"ler ve daha başka başka şeyler kafamı karıştırıp duruyor. Hadi bir Emre'yi de bunlara atasak, etti dört Emre.

***

İşte her resetlenme tüm bunları su yüzeyine çıkarıyor ve her seferinde pirincin taşını tekrar ayıklamak durumunda kalıyorum. Bu tamamen kötü, olumsuz, tu-kaka bir şey mi? Zinhar! Tam da bu durum beni durağanlıktan, bir şeyleri sırf alışkanlıktan dolayı yapmaktan koruyor; hayatıma, düşüncelerime, yapmak istediklerime tekrar tekrar bakıp güncellememi, ân'a dönmemi sağlıyor ve fakat bir yandan da dağıtıyor işte! Nasıl bir denge sağlamak lâzım acaba? Durağanlığın ve kendini tekrarın pençesine düşmezken bir yandan da en temel konularda bile başa dönmemek nasıl mümkün olabilir?

Bak en son güzel güzel caz müzikleri, grupları keşfediyordum mesela, unutmuşum; İngilizceyi daha iyi bir hâle getirme niyetim vardı, aklımdan çıkmış; topluluk olarak yaşama hayâlim arka planda her adımıma, eylemime sinmiş olmakla birlikte perde arkasına çekilmiş... İşte böyle sıkıntıları da olmuyor değil ve buraya sadece ilk aklıma gelenleri yazıyorum. Daha neler neler var(dı kim bilir)...

***

Bu seferki sıfırlanmanın neden bir tık daha sağlam olduğunu da azıcık anlatasım var. Haziran başında, üç yıldır yaşadığım Çandır'dan ayrıldım. Buna hiç niyetim yoktu fakat ev sahibi eve girenin çıkanın belli olmadığı gerekçesiyle (başka detaylar da var ama bu yazının konusu değil) böyle bir taleple gelince direnesim gelmedi (o sıralar buna dair şunları yazmıştım). Hayat beni başka bir şeye çağırıyor demek ki düşüncesiyle, her zaman olduğu gibi, ortaya çıkan yeni durumu hızla kabullenip "yeni"yi düşlemeye, merak etmeye ve beklemeye koyuldum.

Gel zaman git zaman, yaklaşık üç ay önce evden ayrıldım; bir süre için ev tutmaya veya yaşayacağım yere dair başka bir ciddi adım atmaya yeltenmeyip kısa bir süreliğine yeniden göçebeliğe dönme kararıyla... Bu kararın uzun bir süreyi kapsamayacağı hemen hemen kesindi; zira kendi düzenime, mutfağıma, çalışma masama vs.ye ihtiyaç duyuyorum. Fakat evet, en azından yaz aylarını bir şekilde orada-burada, çadırda, dağda bayırda geçirebileceğimi sanıyordum ve acele bir karar almama gerek de yoktu.

İyi de yapmışım. Çandır'daki son zamanlarda hayatıma giren dünya tatlısı Funda da kırsalda bir hayata ilgi duyuyordu ve hatta tanışmamıza da bu ilgisi ve hayatın tatlı sürprizleri vesile oldu (detaylar yüz yüze sohbetlere kalsın). Ben Çandır'dan ayrıldıktan yaklaşık bir ay sonra, Fethiye'nin bir köyünde ev tuttu ve bu satırları yazdığım yer de orası. Velhasıl şu an için buraya "yanlamış" durumdayım ve bu konu, en azından kısa vade için, bu şekilde hallolmuş oldu. Orta vade için ise başka niyetler söz konusu, belki başka bir zaman yazarım.

Nitekim bu seferki sıfırlanma bir tık daha sağlam; zira araya üç aylık bir göçebe dönem, üç haftalık motorize bir yolculuk, bir sürü yeni insan, yeni fikir, yeni tecrübe girdi; üstelik döndüğüm yerde yeni bir köy, yeni bir ev, yeni bir kadın var. Gelsin kağıtlar, kalemler, yazmalar, çizmeler; bir yandan da yeni deneyimler, yenilikler... ((-:

-----------------------------------------

Blog yazarının üç notu: 

1 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık armağanı iletmek istersen (para veya diğer) bana ulaşır mısın? 

2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Hiçbir hakkı saklı değildir. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Kaynak gösterirsen memnun olurum. 

3 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.

emreertegun@gmail.com