Sayfalar

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Büyük olan yanlıştır

İçimden bir şeyler tırmalamakta ama hangi birini yakalayacağımı bilemediğim zamanlardan birindeyim.

Şuradan alabilirim sanki. ‘Büyük olan yanlıştır.’ Tuhaf bir cümle oldu, farkındayım. Becerebilirsem açıklamaya çalışayım şimdi bu tuhaf cümleyi. Büyüyen her türlü kurumun, oluşumun, şunun-bunun bizi temsil etmekten -doğal olarak- uzaklaştığını, bizi biz olmaktan çıkardığını düşünüyorum. Evet karmaşıklaşıyor. Ama şu anda aklım da karışık. Deniyorum, az sabır…

Mesela ülkelerin varlığı yanlıştır. Ülke demek, çoğunlukla milyonlarca kişi demek; bunun sonucunda ortaya çıkan yönetim örgütlenmeleri demek, bunun da sonucunda ortaya çıkan temsiliyet sorunu demek. Ülke gerek yüzölçümü olarak, gerekse nüfus olarak büyüdükçe bu sorun daha da büyümektedir. Yönetim sistemleri çeşit çeşit ama en nihayetinde nüfusun çok ama çok az bir kesiminin nüfusun tamamı adına karar alması demek değil mi temsiliyet? Mesela Türkiye’den yola çıkarsak, 70 milyon kişiyi ilgilendiren yasama kararlarını 550 kişinin aldığı (hatta bizde 1 kişinin aldığını söylemiyorum bile, şeklen 550 en azından) bir sistem içinde yaşıyoruz; çok kanıksadığımız bu durum aslında çok tuhaf değil mi? Peki aynı 70 milyon kişinin yaşadığı ülkede 550 kişinin aldığı kararları uygulayan yürütmenin, yani bakanlar kurulunun da -zaman zaman değişmekle birlikte- 25-35 kişi tarafından götürülüyor olması da mı tuhaf değil? Bütün bunları Türkiye’den ve özellikle son dönemde ortaya çıkan gelişmelerden bağımsız söylüyorum.

İç ve dış savaşlar neden çıkıyor mesela? Yine bu ‘büyük’lükler ve sonuçları değil mi? Bir grubun veya ülkenin çıkarları, arzuları ve ihtiraslarının, bilemedin dünya görüşünün diğerlerininkilerle uyuşmaması değil mi? İnsanlar bunun için ölmüyor mu? Gerçekten gerek var mı bütün bunlara?

Kültüre de el atasım var. Bir süredir kültürün çoğu zaman o kadar da iyi bir şey olmayabileceği konusu kafamı kurcalıyor. Ama akademik okumalar yapıp o açıdan bakmaktansa, içime sormak beni daha doğal cevaplara götürüyor sanki (belki de kolayıma geliyordur, bir ara bunu da düşünmeli). Kültür, adetler, alışkanlıklar… Bütün bunlar bizi biz olmaktan çıkarıyor ve uymamız gereken toplu kurallarla çatışmadan yaşamak zorunda kaldığımız bir dünya meydana getiriyor olabilir mi acaba?

Üretim meselesi var mesela. Burada olan bitenin kocaman bir saçmalık olduğu konusunda şüphem bile yok. Daha fazla üretimin daha çok tüketimi kışkırtıp bizi gereksiz binlerce ürünle baş başa bıraktığından mı bahsedeyim, doğayı katletmesinden ve maliyetleri doğaya yıkmasından mı, neredeyse tüm sektörlerin üretim süreçlerinde kullanılan zehirli, kimyasal maddelerin hayatımızın her alanına sızmasından mı… Gıda üretimine gelince de durumun hiç iç açıcı olmadığını görüyoruz. Yine o korkunç kimyasallar başrolde ama bunlarla kalsa iyi; ne gibi sonuçlara yol açacağını tahmin bile edemediğimiz GDO’lar, mono kültür tarım yapılması sonucunda toprağın işlevsizleşmesi, tohumun geleceğinin birkaç şirketin eline geçmesine çok az kalması vs…

Daha çok şey var yazacak da, en azından bir de eğitim sistemine dokunmalı. Türkiye’deki eğitim sisteminin yetersizliği, zırt pırt değişmesi, sınav sistemleri ve diğer tüm şeyleri bir kenara bıraksak bile (ki bunu yapmak hiç kolay değil) koca bir toplumu aynı bilgilerin süzgecinden geçirmeye kalkmak da neyin nesi? Aynı şeyleri ezberletmek, sonra papağan gibi bunları tekrar etmelerini sağlamak falan…

Kanunlar var mesela. Suç var; mülkiyet denen baş belası var. Mülksüzler kitabının bir yerinde, kelimesi kelimesine olmasa da şöyle bir cümle vardı: Suç yaratmak istiyorsan kanun koy, hırsızlık yaratmak istiyorsan mülkiyet. Durum tam da bu değil mi? Kanun yapıyoruz da, neye göre… İlk başa dönüyoruz; 550 vekilin dünya görüşüne göre. Peki 550 vekilin dünya görüşü benim hayatımı nasıl etkileyebiliyor? Onların aldığı bir karara niye uymak zorundayım? Nasıl oluyor da birileri bir yerde nükleer santral yapmaya karar verebiliyor, ben de buna uymak zorunda kalıyorum. Yani evet, mücadele ediyoruz falan da hangi biriyle… Birini ikisini kazansak, yüzünü kaybediyoruz sanki. 5 tane HES’i durdursak, yüzlercesinin inşaatı devam ediyor mesela…

İyice karıştı di mi? Neyse ki ‘çok güzel’, ‘çok oturaklı’ veya ‘akademik’ bir yazı yazma gibi bir derdim yok. Yıllar önce bizim okula söyleşiye gelen Recep Yazıcıoğlu (Bilmeyenlere not: Efsane valilerimizdendir, ölümü azıcık şaibelidir.)'nun dediği gibi 'Kafa karışıklığı iyidir; bugün biraz olsun kafanızı karıştırdıysam ne mutlu bana.'

Peki ne yapmalı o zaman?

Becerebilirsem daha sonra buna azıcık el atmak istiyorum (gerçi daha önce kısmen el atıp durdum bu konulara); zor konular hem, derlemek toplamak pek zor ama bakalım...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yazıyla ilgili yorum yapmak için...