Sayfalar

3 Nisan 2018 Salı

kendime doğru

Görsel: Meltem Türkan Alagöz

İki ay kadar önce olmalı, bir arkadaşımla güzel bir kahvaltı sofrasında oturuyorduk, ki şu soruyu sordu: "Eeee, Likya Yolu etkinliği* yapacak mısın?" Son iki yıldır kıştan bahara, yazdan güze dönerken, bu fikir hemencecik zihnimde beliriyor ve yine, çoktan belirmişti. Nasıl belirmesin; ortalama 10 kişi ile son derece keyifli üç ya da dört gün, sevdiğim ve faydasını gördüğüm şeyleri birileriyle paylaşma fırsatı, topluluğumun genişlemesi ve bütün bunlar yetmezmiş gibi, etkinlik sonunda gönüllerinden geçen para ve diğer armağanları benle paylaşmaları neticesinde maddi ihtiyaçlarımın önemli bir kısmını bu yolla karşılamak... Bir Emre daha ne isteyebilir ki?! Fakat cevabım müspet olmadı, tam olarak menfi de değildi; sanıyorum ki kelimesi kelimesine şunu söyledim: "Valla yine zihnime düştü tabii ki bu fikir ama kalbime düşmedi henüz; bakalım..."

* 2016'nın ilkbaharında başlayan, sonbaharında tekrar eden, 2017'de de her iki mevsimde ikişer kere daha gerçekleştirdiğim; içinde doğa yürüyüşünün, çemberlerin ve oyunların olduğu bir etkinlik.

Bir zamandır eylemlerim, çoğunlukla, kalbime düştüklerinde zuhur ediyorlar. Bu şekilde yaşadıkça her şey daha bi' keyifli, hayırlı oldu; öyle olduğunu gördükçe de bu şekilde yaşamak için daha fazla güç buldum, buluyorum. Keyifli bir açık döngü var sanki; salyangozun spiral kabuğu gibi, merkezden başlayıp dışarıya doğru genişleyen, gittikçe büyüyen...

Hayatımın her anını kendime, yani kalbime ve ruhuma göre yaşadığımı söylersem abartmış olurum. Bunu yapamadığım zamanlar; alışkanlıkların veya korkuların, endişelerin kendilerini gösterdikleri ve beni yönettikleri anlar olmuyor değil; bunları bazen fark etmiyorum bile ve beni yoğurmalarına izin veriyorum, bilmeden; bazen ise farkındalığım bütün bunları kapsayacak şekilde genişliyor; bu durumda onları görüyor, selamlıyor ve içlerinden geçiyorum. İşte o zamanlar pek güzel oluyor. Bu arada alışkanlıklar derken, olumlu görünenleri de içeriyorum; ezbere, farkındalıksız yaptığım her şeyin farkındalıklı seçimlere dönmesine niyet ediyorum. Buna, sabah çayını koymak da dahil...

Zihnime düştü ama kalbime düşmedi gibi cümleler kurarken yarattığımız zihin-kalp ikiliği diye bir şey gerçekten var mı, yoksa bu ikiliği yaratan yine bizim zihnimiz mi? Bilmiyorum... Lakin şu an anlatmaya çalıştığım şeyi anlatmak için faydalı bulduğum için bu şekilde başladım. Yoksa aslolan, bana kalırsa, ben olan ve ben olmayan; ve burada tam olarak bir ikilik yok aslında. Daha ziyade, Osho'nun -çok beğenerek okuduğum- Tantra kitabından ödünç alacağım tabir ve akıl yürütmeyle, karanlık-ışık ilişkisi var gibi. Karanlık ışığın zıttı değildir, demiş Osho abi, ışığın yokluğudur. Ve bir yere ışık girdiği an'da karanlık yok olur, çünkü aslında karanlık yoktur. Işığın karşısında durması mümkün değildir.

Aynı şekilde, herhangi bir an'da ben varsam, varlığıma alan açıyorsam, ben olmayanın var olmasına imkân yoktur. Burada bahsedilen ben, elbette ki anbean değişen ve ele avuca sığmayan bir ben. Kesinlikle sabit değildir; sabit olduğu an ölmüş demektir... Ele avuca sığmayan ben'i yakalamak için yapabileceğim tek şey farkındalığımı artırmaktan ibarettir; farkındalığımı artırmak için ihtiyaç duyduğum üç şey ise, galiba, yavaşlamak, yavaşlamak ve yavaşlamaktan...

Velhasıl yukarıda bahsi geçen ikilikte; kalp, an'dan an'a değişen ben'i, zihin ise alışılmışlıkları, öğrenilmişlikleri, ezberleri yansıtıyor diyebiliriz. Yalnız zihni bir düşman gibi görmemeyi hatırlayalım. Krishnamurti'nin de dediği gibi, evime gitmek için evimin yolunu, caddeleri, sokakları; akan trafikte nasıl yol alacağımı vs. bilmem gerekir, bu zihinsel bir süreçtir ve bunda yanlış bir şey yoktur. Burada zatıalilerinin pratikliğinden faydalanıp hayatımızın akmasını sağlıyorsak ne âlâ. Kendisi şahane bir kolaylaştırıcıdır, yeter ki efendimiz hâline gelmesin.

Ne kadar hızla hareket ediyor, ne kadar hızla düşünüyor, ne kadar hızla konuşuyorsam; o kadar alışkanlıklarım ve halihazırda bildiklerim rehberlik ediyordur bana. Yani an'daki ben değil, an'ların sonucunda oluşmuş benliğim. Benlik olgusu ben'e düşman değildir, onun en güzel bir yardımcısı olma potansiyeline sahiptir. Fakat günümüz insanı ben'i unutup benliğe yapışıp kaldığı için acı çekmektedir (bence). Zira oluşmuş olan benliğe yapışıp kalınıyor ve anbean yeni sürüme güncellenmek isteyen ben'in kim olduğunun farkına bile varılmıyor. Bu, bir şekilde oluşmuş ve yüzümüze yerleşmiş bir maskeyi çıkarmayı akıl bile edememek gibi bir şey. Oysaki gerçek ben, maskelerin ardında gizli ve bunları çıkarmadığımız süreci kendi anlık suretimizi kendimiz bile görmüyoruz; aynaya baktığımızda da yine, maskeyi görüyoruz.

Maskeyi çıkarmak için durmam, nefes almam, yavaşlamam gerekiyor. Yavaşlayayım ki farkına varayım. Hayatın koşturmacası içinde iken kendimi çok güzel oyalayabilirim, "çok mühim işler" peşinde koşturabilirim, bir sürü, bir sürü şey yapabilirim ama benim dışımdaki tüm bu şeylerle ilgilenirken en yakınımda durup duran içimdeki ben'e erişemem. Erişemediğim ve ulaşamadığım ben, içimde titreşir durur, türlü yoldan kendini hatırlatmaya çalışır; lakin kendimi görmek, duymak için dikkatime ihtiyaç vardır. Dikkatim, odağım neredeyse onu görür, onu duyar, onu yaratırım. Kendimden uzak düştüğüm, dikkatimi kendime vermediğim ezbere bir hayat yaşıyorsam, kendimi yaşayamaz, kendimi gerçekleştiremem. Şeyler olur, olur, olur; ben de onlarla birlikte, bir şekilde süzülür giderim, içimdeki ben'e gerçek anlamda hiç dokunmadan.

Tepkilerle yaşarım; duvar tenisindeki duvara dönüşürüm. Üstüme bir top gelir (etki), gelişine yapıştırırım (tepki). Topun yönünü değiştirme iradem yoktur. Top bana hangi açıyla ve hangi falsoyla çarparsa ona göre bir yere düşer. Verdiğim şey karşılık değil, tepkidir. Ve tepki, hızla verilir; zamana, sindirmeye fırsat yoktur. Düşünmeye, hissetmeye gerek yoktur; ne zaman ne yapacağım, hangi söze nasıl cevap vereceğim, hangi davranışı nasıl yansıtacağım bellidir.

Karşılık vermek öyle değildir. Karşılıkta duvar bir çeşit süngere dönüşür; gelen topu soğuruverir, bir süre onla kalır, hemhal olur ve bu süreç sonucunda bir yerlere iletir onu, kendi varlığından bir şeyler ekleyerek. Karşılık vermek için zamana ihtiyaç vardır; geleni almak, bir süre onla kalmak ve bunun sonucunda iletmek icap eder. Konuya, duruma, kişiye göre bu zamanın uzunluğu değişebilir ama en basit karşılıkta bile, an'daki ben'in farkına varabilmek için en az bir nefes almak ve bu an'a dönmek icap eder. Bazı karşılıklar ise birkaç dakikayı, saati ya da günleri, haftaları bulabilir. Gelen topun niteliğine ve o topu işleyebilme yeteneğime göre değişir bu.

***

Karşılık veren çok matah da tepki veren çok mu kötü yani? Tabii ki hayır. Sadece ve sadece, hayata tepki yerine karşılık vermeyi becerebilen -ya da becerdiğini sanan- ve bunun mutluluğunu yaşayan biri olarak, doğru bildiğimi paylaşmak hoşuma gidiyor, hepsi bu.

Maskeyi çıkarmamak, ben olmaya uzak düşmek, benliğine yapışıp kalmak; bunları da kötü diye adlandırmam; ne haddime... Ancak bu durumda; varoluşun keyfine, neşesine erişmek ne mümkün! Şu an içimde bu neşe ve coşku oluşuyor mesela ve bu yazı, bunun sonucunda ortaya çıkıyor.

Bu satırları, tam da şu an'daki oluşumun gerçekliği çerçevesinde yazıyorum. Nefes alıyorum, nefes veriyorum; içimin kıpraştığını hissediyorum; kıpraşmaya bakıyorum ve ne zamandır dikkat kesilmiş olduğum bu konu "yaz artık beni" diye zıplıyor orada bir yerde; çağrıyı duyuyor ve cevap veriyorum: Ne yazacağıma dair bir fikrim yok, sadece ilk paragraftaki örneği ekrana dökeceğimi ve kelimelerin beni bir yerlere götüreceğini biliyorum. Bu süreci asla ve kat'a kurgulayamam, ne yazacağımı bilemem. Süreç kendini var etmek için titreşiyor ve beni göreve çağırıyor; bense titreşime kendimi bırakıyor ve kendiliğinden çıkmakta olan cümlelere araç oluyorum.

Becerebildiğim ölçüde yavaşlıyorum, boşalıyorum ve yaşamın beni doldurmasına, beni kullanmasına izin veriyorum. Sanki...

***

En başa dönmek gerekirse, Likya Yolu etkinliği halen kalbime düşmüş değil mesela ve bu nedenle, beni bunu yapmaya çağıran tüm o güzel nedenlere rağmen, şu hâlimle, şu ruhumla böyle bir çağrı yapmayacağım. Yarın veya bir hafta sonra bütün bunlar değişirse, neden olmasın... Ama içimde böyle güçlü çağrılar hissetmeksizin mümkünse hiçbir adım atmayayım. Niyetim budur.

***

Okuyucuya not: 

Eğer ki bu satırlar bir yerlerine dokunuyorsa ve sürecimi, yaşamımı desteklemek istersen lütfen bana ulaş. 

Bu yazıyı, iyice yavaşladığım ve bir şeyler yapmak için kendimi iteklemediğim şu zamanlarda, bana çok iyi gelen yoga derslerine adamak istiyorum. Kim bilir, belki bir ya da birkaç aylık ödemem, bu yazı aracılığıyla gelip bulur beni. Pek de sevinirim. 😊

emreertegun@gmail.com

2 yorum:

  1. OSHO'ya istinaden: http://www.imdb.com/title/tt7768848

    YanıtlaSil

Yazıyla ilgili yorum yapmak için...