Üç buçuk yıl önce işi-gücü-şehri ve kurulu her şeyi
bıraktım ve yepyeni bir hayata yelken açtım. (-Burcu'dan ödünç
alacağım tabirle- 30 + 3,5 yaşındayım ve halen bir sürü şeyin
başındayım.) Başlarda neye yelken açtığımdan bile bihaberdim ama bir süredir taşlar yerine oturmaya başladı. Kıpırdanmalar,
artçı sarsıntılar olabiliyor ama görünür gelecekte büyük bir
deprem beklemiyorum. Her artçı sarsıntı o an için zorlayabiliyor
ama aslında temele daha iyi yerleşmemi, köklenmemi sağlıyor.
Yelken açtığım şey öncelikle
kendim idi. Bu hayatta bana öğretilen, ezberlediğim,
düşünmeden yaptığım şeylerden uzaklaşıp kendime doğru
gitmeye başladım. Az gittim, uz gittim, az zamanda çok yollar
gittim; -hiçbir şey öğrenmediysem- bu gidişin hep devam
edeceğini öğrendim. Kendini aramak diye bir şey var, kendini
bulmak diye bir şey yok. Bugünkü benle yarınki ben, şimdiki
benle sonraki ben aynı değil zira. Aynı olmayan benlerin
niyetleri, istekleri, yapmaktan hoşlandıkları, korkuları,
endişeleri hep devinim halinde. Yani bulunacak net bir the ben
yok ama araştırılacak, derinleşilecek sonsuz ben var benden
içeru.
Yelkenimi, yukarıda yazdıklarımla
eş zamanlı olarak dolduran paralel rüzgar ise beni hızlı
bir şekilde topluluk hadisesine götürdü. Okuduklarım,
yaşadıklarım; bunların sonucunda ortaya çıkan düşüncelerim,
hislerim ve -bunların bileşkesi olan- yazılarım; beni koşar adım
topluluk olma isteğine, buna dair çalışmalar yapmaya, deneyimler
edinmeye götürdü. İçime baktıkça, yazdıkça, duydukça,
okudukça gördüm ki günümüz dünyasının bize dayattığı
birçok şey gibi, kendi başına ayakta durmak, başının
çaresine bakabilmek, kimselere muhtaç olmamak vs. çok büyük yanılsamalar imiş. “Dayanışmak ve destek ağları yaratmak
varken bunu yapmaya ne gerek var?” sorusunu bir yana koyunca bile;
kendi başına ayakta duran, kimselere muhtaç olmayan ve başının
çaresine bakan (!) kişilerin, yani çoğumuzun, Çin'de üretilen
kıyafete, Tayvan'da üretilen cep telefonuna, Şili'den gelen
cevize, bilmemnereden gelen buğdaydan yapılan una taleplerimiz olduğunu görüyorum. Yani kendine yetme rüyasını görmeye devam
edenler dahil olmak üzere, aslında herkesin kocaman bir ağa ihtiyacı var.
Bu ağdan ihtiyacın olanı çekip almak için paraya, ve paraya erişmek için büyük
çoğunluğumuzun inanmadığı, sevmediği
işler yapmasına... Çılgınlık!
Mevcut sistemin sardığı ağlar
(başımıza ördüğü çoraplar mı deseydim) sayesinde, doğal
kaynakları ve sürüyle insanı ve canlıyı mağdur ederek
ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz belki ama bunu daha fazla
sürdürme şansımız yok. Hem artık dünyamızda o kadar fazla
kaynak olmadığı için hem bu kaynakların bir kısmı -çok
şükür- kafasını kaldırıp bu cendereden çıkmaya niyetlendiği
için hem de artık midelerimiz bu olan biteni kaldıramadığı
için. Benim çikolata yemem için bir sürü canlının acı çekmesi
gerekirken neyleyim ben o çikolatayı?!
Başımızı soktuğumuz evde yaşamak
için neler yaptığımızı düşünsenize... Kaç günlük,
haftalık çalışmamızın karşılığı doğrudan ve sadece
kiramıza veya morgıç'ımıza gidiyor; bu evin bulunduğu yerde kim
bilir ne gibi canlı yaşamlarına kıyıldı; nefes almayan bu evde
(beton olduğunu varsayarak) yaşayarak kendimize neler yapıyor,
vücudumuza neler çektiriyoruz... Doğada, doğal olmayan bir
evde yaşayan tek canlı türü insan (ve insanın evcilleştirdiği
kimi hayvanlar tabii); bunu kendimize yapmamız çok acayip!
Yediğimiz-içtiğimiz ekolojik
yöntemlerle üretilmemiş her gıda, gerek üretim süreçleri ile
doğaya ve üretimde çalışan işçiye, gerek bize ulaşırken yine
doğaya, gerekse tüketim süreçlerinde vücudumuza zarar veriyor.
Keyfi ya da iş güç durumları için yaptığımız her karbon
salımlı seyahat doğaya ve psikolojimize (trafik, zaman vs.) zarar
veriyor. Yaptığımız her ihtiyaç dışı alışveriş, yine
doğaya ve psikolojimize çok büyük zararlar veriyor. Bizse bütün
bunları görmezden gelip bu hayata devam etmeyi seçiyoruz!
Gerçekten çıldırmış olmalıyız!
Ancak gerçek hayatlara yelken
açtığımız takdirde, yukarıda bahsettiğim olumsuz süreçleri
gitgide azaltabileceğimizi ve hayatımızdan çıkarabileceğimizi
düşünüyorum. Kendi ellerimizle, doğal kaynaklar kullanarak -ve
çok da ucuza- evimizi inşa ettiğimiz zaman doğaya ve kendimize en
az zararı verecek, üstelik içinde keyifle ve sağlıkla
yaşayacağız. Kendi ellerimizle tohumu ektiğimizde ve gıdamızı
doğal yöntemlerle yetiştirdiğimizde, yediğimizin büyüme
sürecini görecek ve büyülenecek, yediğimizde çok iyi
hissedeceğiz. Üstelik bu gıdalar daha besleyici ve doyurucu
olacak, bedava olacak, bize ulaşmaları için uzun yollardan
gelmeleri gerekmediği için karbon salmamıza gerek kalmayacak ve
aynı nedenle tazecik olacak. Bütün bunları bir de bir çeşit
topluluğun içinde yaşıyor, sosyal ihtiyaçlarımızın da en
azından büyük kısmını yaşadığımız yerde karşılıyorsak
daha ne isteriz ki...
Gerçek hayat derken kastettiğim
buydu. Üretim süreçlerinde yer aldığım; neyin içinde
yaşadığımı, ne yediğimi, ne kullandığımı bildiğim;
yakınımdaki güzel insanlarla birlikte yaşadığım bir hayat.
Daha az piyasa, daha az sistem, daha az para gerekliliği, daha az
ben... Daha çok birlik, daha çok dayanışma-yardımlaşma, daha
çok şenlik, daha çok biz... Endişeleri, korkuları, sıkıntıları,
topluluk desteğiyle geride bırakmak, yeniyi kurmak! -Yazılı
tarih vasıtası ile bilebildiğimiz kadarıyla- şimdiye kadar
yapılmamış olanı yapmak.
Artık buna hazırız! Birçoklarımızın
kalbi bunun için çarpıyor ve bu kadar kalp bir yönde atıyorsa
eğer, o iş zaten oldu demektir ve yaşama geçmesi sadece bir zaman
meselesidir. Şu an için farklı şekillerde stajını yaptığımız,
farklı şekillerde hazırlandığımız hayatlara kavuşmak
üzereyiz. Az kaldığını hissediyorum ama ne kadar az, bilmiyorum. Üç ay
mı desem, üç yıl mı...
Ama az kaldı...
-----------------------------------------
Blog yazarının notu:
Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki...
Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:
Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yazıyla ilgili yorum yapmak için...