Sayfalar

15 Ocak 2016 Cuma

Az kaldı!

Üç buçuk yıl önce işi-gücü-şehri ve kurulu her şeyi bıraktım ve yepyeni bir hayata yelken açtım. (-Burcu'dan ödünç alacağım tabirle- 30 + 3,5 yaşındayım ve halen bir sürü şeyin başındayım.) Başlarda neye yelken açtığımdan bile bihaberdim ama bir süredir taşlar yerine oturmaya başladı. Kıpırdanmalar, artçı sarsıntılar olabiliyor ama görünür gelecekte büyük bir deprem beklemiyorum. Her artçı sarsıntı o an için zorlayabiliyor ama aslında temele daha iyi yerleşmemi, köklenmemi sağlıyor.

Yelken açtığım şey öncelikle kendim idi. Bu hayatta bana öğretilen, ezberlediğim, düşünmeden yaptığım şeylerden uzaklaşıp kendime doğru gitmeye başladım. Az gittim, uz gittim, az zamanda çok yollar gittim; -hiçbir şey öğrenmediysem- bu gidişin hep devam edeceğini öğrendim. Kendini aramak diye bir şey var, kendini bulmak diye bir şey yok. Bugünkü benle yarınki ben, şimdiki benle sonraki ben aynı değil zira. Aynı olmayan benlerin niyetleri, istekleri, yapmaktan hoşlandıkları, korkuları, endişeleri hep devinim halinde. Yani bulunacak net bir the ben yok ama araştırılacak, derinleşilecek sonsuz ben var benden içeru.

Yelkenimi, yukarıda yazdıklarımla eş zamanlı olarak dolduran paralel rüzgar ise beni hızlı bir şekilde topluluk hadisesine götürdü. Okuduklarım, yaşadıklarım; bunların sonucunda ortaya çıkan düşüncelerim, hislerim ve -bunların bileşkesi olan- yazılarım; beni koşar adım topluluk olma isteğine, buna dair çalışmalar yapmaya, deneyimler edinmeye götürdü. İçime baktıkça, yazdıkça, duydukça, okudukça gördüm ki günümüz dünyasının bize dayattığı birçok şey gibi, kendi başına ayakta durmak, başının çaresine bakabilmek, kimselere muhtaç olmamak vs. çok büyük yanılsamalar imiş. “Dayanışmak ve destek ağları yaratmak varken bunu yapmaya ne gerek var?” sorusunu bir yana koyunca bile; kendi başına ayakta duran, kimselere muhtaç olmayan ve başının çaresine bakan (!) kişilerin, yani çoğumuzun, Çin'de üretilen kıyafete, Tayvan'da üretilen cep telefonuna, Şili'den gelen cevize, bilmemnereden gelen buğdaydan yapılan una taleplerimiz olduğunu görüyorum. Yani kendine yetme rüyasını görmeye devam edenler dahil olmak üzere, aslında herkesin kocaman bir ağa ihtiyacı var. Bu ağdan ihtiyacın olanı çekip almak için paraya, ve paraya erişmek için büyük çoğunluğumuzun inanmadığı, sevmediği işler yapmasına... Çılgınlık!

Mevcut sistemin sardığı ağlar (başımıza ördüğü çoraplar mı deseydim) sayesinde, doğal kaynakları ve sürüyle insanı ve canlıyı mağdur ederek ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz belki ama bunu daha fazla sürdürme şansımız yok. Hem artık dünyamızda o kadar fazla kaynak olmadığı için hem bu kaynakların bir kısmı -çok şükür- kafasını kaldırıp bu cendereden çıkmaya niyetlendiği için hem de artık midelerimiz bu olan biteni kaldıramadığı için. Benim çikolata yemem için bir sürü canlının acı çekmesi gerekirken neyleyim ben o çikolatayı?!

Başımızı soktuğumuz evde yaşamak için neler yaptığımızı düşünsenize... Kaç günlük, haftalık çalışmamızın karşılığı doğrudan ve sadece kiramıza veya morgıç'ımıza gidiyor; bu evin bulunduğu yerde kim bilir ne gibi canlı yaşamlarına kıyıldı; nefes almayan bu evde (beton olduğunu varsayarak) yaşayarak kendimize neler yapıyor, vücudumuza neler çektiriyoruz... Doğada, doğal olmayan bir evde yaşayan tek canlı türü insan (ve insanın evcilleştirdiği kimi hayvanlar tabii); bunu kendimize yapmamız çok acayip!

Yediğimiz-içtiğimiz ekolojik yöntemlerle üretilmemiş her gıda, gerek üretim süreçleri ile doğaya ve üretimde çalışan işçiye, gerek bize ulaşırken yine doğaya, gerekse tüketim süreçlerinde vücudumuza zarar veriyor. Keyfi ya da iş güç durumları için yaptığımız her karbon salımlı seyahat doğaya ve psikolojimize (trafik, zaman vs.) zarar veriyor. Yaptığımız her ihtiyaç dışı alışveriş, yine doğaya ve psikolojimize çok büyük zararlar veriyor. Bizse bütün bunları görmezden gelip bu hayata devam etmeyi seçiyoruz! Gerçekten çıldırmış olmalıyız!

Ancak gerçek hayatlara yelken açtığımız takdirde, yukarıda bahsettiğim olumsuz süreçleri gitgide azaltabileceğimizi ve hayatımızdan çıkarabileceğimizi düşünüyorum. Kendi ellerimizle, doğal kaynaklar kullanarak -ve çok da ucuza- evimizi inşa ettiğimiz zaman doğaya ve kendimize en az zararı verecek, üstelik içinde keyifle ve sağlıkla yaşayacağız. Kendi ellerimizle tohumu ektiğimizde ve gıdamızı doğal yöntemlerle yetiştirdiğimizde, yediğimizin büyüme sürecini görecek ve büyülenecek, yediğimizde çok iyi hissedeceğiz. Üstelik bu gıdalar daha besleyici ve doyurucu olacak, bedava olacak, bize ulaşmaları için uzun yollardan gelmeleri gerekmediği için karbon salmamıza gerek kalmayacak ve aynı nedenle tazecik olacak. Bütün bunları bir de bir çeşit topluluğun içinde yaşıyor, sosyal ihtiyaçlarımızın da en azından büyük kısmını yaşadığımız yerde karşılıyorsak daha ne isteriz ki...

Gerçek hayat derken kastettiğim buydu. Üretim süreçlerinde yer aldığım; neyin içinde yaşadığımı, ne yediğimi, ne kullandığımı bildiğim; yakınımdaki güzel insanlarla birlikte yaşadığım bir hayat. Daha az piyasa, daha az sistem, daha az para gerekliliği, daha az ben... Daha çok birlik, daha çok dayanışma-yardımlaşma, daha çok şenlik, daha çok biz... Endişeleri, korkuları, sıkıntıları, topluluk desteğiyle geride bırakmak, yeniyi kurmak! -Yazılı tarih vasıtası ile bilebildiğimiz kadarıyla- şimdiye kadar yapılmamış olanı yapmak.


Artık buna hazırız! Birçoklarımızın kalbi bunun için çarpıyor ve bu kadar kalp bir yönde atıyorsa eğer, o iş zaten oldu demektir ve yaşama geçmesi sadece bir zaman meselesidir. Şu an için farklı şekillerde stajını yaptığımız, farklı şekillerde hazırlandığımız hayatlara kavuşmak üzereyiz. Az kaldığını hissediyorum ama ne kadar az, bilmiyorum. Üç ay mı desem, üç yıl mı... 

Ama az kaldı...

-----------------------------------------

Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yazıyla ilgili yorum yapmak için...