***
Bu yazıda paraya dair iki anı'mı ve bunlardan çıkardıklarımı paylaşmak istiyorum. Kıtlık bilincinin, verme korkusunun bendeki tezahürlerinden birkaç örnek. Dün de yazdığım üzere, bunları tamamen aştığımı iddia etmiyorum ama yol katettiğim kesin.
Ama anılara geçmeden önce araya şunu gireyim: Umarım, gerek dün gerekse daha önce yazdıklarım, sadece değişik ve ekstrem birinin sayıklamaları gibi tınlamıyordur. Umarım ben kendi deneyimlerimi anlattığımda, siz de kendi deneyimlerinize bakıyorsunuzdur. Umarım benim kendimle uğraştığım gibi siz de kendinizle uğraşıyorsunuzdur. Bu yazdıklarım rahatsız ediyor mu, hayatınıza karışmak gibi görünüyor mu bilmiyorum ama yazma nedenim tam da bunları sağlamak olduğu için, bunları düşünmeden edemiyorum. Derdim kendimi anlatarak "vayy bee, helal olsun"ları toplamak olsaydı daha kolay olurdu ama övgülerden hoşlanmakla birlikte, kendime, okuyanların değişim-dönüşüm ateşini harlamak gibi bir misyon biçtiğim için (bana ne oluyorsa) bunların etkisini merak etmekten alıkoyamıyorum kendimi.
Anılar demiştik. Birincisini epey utanarak anlatacağım; paraya benim de ne kadar acayip ve sağlıksız yaklaşabildiğime dair bir tane...
Bilen bilir (bu da ne komik laftır), yaşadığımız köye toplu taşıma ile ulaşmak için, önce Dalyan'a gelmek, sonra -tahminen- bi' 600-700 metre kadar yürüyüp kanalın öbür tarafına geçmek üzere kayığa ulaşmak ve kayıkla karşıya geçmek gerekiyor. Oradan bizim eve ulaşmak için ise kalan 4 km'yi katetmek gerekiyor. Bir gün, o zamanlar sevgilim -şimdi hâlâ canım- olan Burcu bir yerlerden geliyordu ve beni arayarak -ya da belki sms ile-, ağır bir yükle geldiğini ve karşıya geçip onu Dalyan'da karşılamamı rica etti. Bense onu, kanalın diğer tarafında motorla karşılamayı düşünüyordum ve "kem-küm"ledim. Zira o sıralar (iki buçuk yıl önceden bahsediyoruz bu arada) az harcama konusunda adeta kendimle rekabet ediyor ve her geçen gün paraya daha az ihtiyaç duyduğumu kendime ve başkalarına kanıtlamaya çalıştığım için en ufak bir harcamayı bile düşünerek yapıyordum. Karşıya geçip geri dönmek bana 2 (yazıyla iki) TL'ye mal olacağı içindi kem-kümlemem; "Biraz masraf olur tabii ama olsun." gibi bir şeyler geveledim ve Burcu da doğal olarak "Yok, tamam, istemiyorum!" dedi. Yaptığımın farkına vardım ama biraz geç oldu, ısrar etmeme rağmen karşıya gelmemi istemedi, bizim taraftan onu motorla aldım ve eve geldik. Bu arada çok iyi biliyordum ki o zamanlar ciddi sırt ağrıları vardı. Tabii akşamında bu konu bir şekilde gündeme geldi ve epey göz yaşı dökmeme neden oldu. Bana ne olmuştu? Neyin peşindeydim? Ne yapıyordum?
Ama bu minik yaşantı belki de milat oldu. O günden sonra yaklaşımım biraz daha dengelendi galiba. Kayığa, çay bahçesinde 75 kuruşa içtiğim çaya falan takılmamaya başladım. Ki bunlar, tam da dünkü yazıdaki benden nereye gidiyorun güzel ve temiz örnekleriydi. Kayıkçı Sevim Abla'ya, yerel çay bahçesini işleten Sercanlara giden para gitsin abi; helâl olsun!
Bu hikâyeye dönüp bakınca, tam da şimdi şunu düşündüm: Tıpkı parayı kötü veya iyi şeyler için kullanmayı seçerek dünyanın nasıl bir yer olduğuna her gün kolektif olarak karar veriyor olduğumuz gibi, parayı kullanmayı seçmediğimiz, tutmayı tercih ettiğimiz zamanlarda da yine, aynı kararı veriyoruz. 2 TL'ye kıyamayıp karşıya geçmediğim an Burcu'nun sırt ağrılarına bir katkı sunmakla kalmadım, belki de ilişkimizde büyük bir sıkıntıya neden olabilecek bir şey yapmış oldum; üstelik hem onun hem kendimin üzülmesine neden oldum vs. Öte yandan, yukarıda yazdığım üzere bu olay benim farkındalığımı artırdı ve biraz daha dengeye gelmemi de sağladı; dolayısıyla olumlu bir yanı da yok değil. (Yukarıda ben de öyle yargılamalar yaptım ama bir şeye iyi ya da kötü demek epey yersiz bir şey aslında; o an kötü görünen, büyük resimde olumlu bir sonuca yol açabiliyorken bunun tam tersi de mümkün olabiliyor.)
Benzer şekilde, sıkışık durumdaki dostlarımız varken bankada veya yastık altında tuttuğumuz paralar da benzer bir durumu yansıtıyor. Aldığı krediler için sürekli faiz ödemek zorunda kalan arkadaşımıza bankada duran paramızı -koşulsuz paylaşmaktan geçtim, en azından- borç vermediğimizde, iki yakası bir araya gelmeyen bir sevdiğimiz olmasının yanı sıra, semirmeye doymayan bankaların daha da fazla kazanmasına da -en masum ifadeyle- göz yumuyoruz. Ama ya geri öde(ye)mezse, di mi?
Velhasıl, parayı ne için ve ne şekilde kullandığımız sorularının yanına, ne için kullanMAdığımızı da eklemenin ve bunun arkasındaki hisleri mercek altına almanın önemi çok fazla gibi görünüyor.
***
Bir anı daha, bu sefer yine -ama daha az- utanacağım bir tane... Hadise yine Emre'nin kıtlık bilinciyle ilgili:
Dünkü yazıda da bahsi geçen ve yerlere göklere sığdırmakta zorlandığım Charles Eisenstein 2012 yılında, Avrasya Bilişim Zirvesi'nde bir konuşma yapmak üzere Türkiye'ye geldi. Hem bu konuşmayı dinledim hem de bundan birkaç gün sonra Zumbara'daki arkadaşların organize ettikleri tek günlük atölyeye katıldım (ki bu atölye, sonraki zamanlarda Filiz Telek, Begüm Erenler, Esra Debreli ve benim çeşitli kombinasyonlarda, -ikili, üçlü ve tek olarak- kolaylaştırdığımız Armağan Ekonomisi 101 atölyesini ve daha da fazlasını doğurdu). Armağan ekonomisine, Charles'ın geçmişteki birçok düşünürün fikirleriyle harmanladığı Kutsal Ekonomi'ye, hayatta gerçekten yapmak istediğimiz şeylere ve önündeki engellere baktığımız güzel bir çalışmaydı. İngilizce olması, zaman zaman kopmama neden olduysa da epey faydalandığımı söylemeliyim.
Etkinliğin belirli bir fiyatı yoktu ve bu ilk kez karşılaştığım bir örnekti. İsteyenin istediğini vereceği ve bunun illaki para olmasına gerek olmadığı, içimizden gelen ve Charles'la paylaşmak isteyebileceğimiz herhangi bir şeyi verebileceğimiz söylenmişti bizlere. Üstünde çok durmadım açıkçası, nihayetinde illaki bir şey verme zorunluluğu yoktu, demek ki vermeye gerek de yoktu. Kaldı ki ben o sıralar çalışmıyordum ve sınırlı kaynağımı en idareli şekilde kullanmam gerekiyordu. Parayı tutmalıydım. Ve tuttum! Bir tam günlük bu çalışmanın sonucunda Charles'a para kabîlinden zırnık koklatmadığım gibi hatıra vs. bir karşılık da kopmamıştı gönlümden. O sıralar yeni işten çıkarılmış olduğum için almış olduğum 6-7 bin liralık tazminatım varmış, Nisan ayına kadar 700 küsur TL işsizlik maaşı alacakmışım, ne gam! Hiçbir şey vermedim ve üzerinde düşünmedim bile. Çok doğaldı vermemek; parayı sıkı sıkı tutmak, kaptırmamak, kendime saklamak...
Lütfen 12 dakikanızı ayırıp şu güzel videoyu izleyin ve hem Charles'ın yüreğinize ve zihninize dokunmasına izin verin hem de benim nasıl biriyle -üstelik bir tam günlük emeğinin karşılığında- hiçbir şey paylaşmadığımı görüp suratıma tükürün ((:
Etkinlikten elimi kolumu sallayarak ve en ufak bir suçluluk duygusu yaşamadan ayrıldım. Sonraki bir yıl içinde Kutsal Ekonomi Türkçeye kazandırıldı ve onu okudum; yukarıda bahsettiğim atölyeleri gerçekleştirmeye başladım ve dün bahsettiğim gibi bunların sonucunda aldığım karşılıklar beni sıkça hayâl kırıklığına uğrattı ve aymaya başladım! Ben de Charles'a hiçbir karşılık vermemiş ve içim rahat bir şekilde mekândan ayrılmıştım; aynısı şimdi benim başıma geliyordu. Ve bir yıl sonra konuya dair huzursuz hissetmeye başladım. Nasıl olmuştu da en küçük bir şey vermekten imtina edebilmiştim! Buradan "Öyle davranırsan sana da böyle olur işte." gibi bir sonuca değil, alma-verme dengesinin eksikliğinin sıkıntılı bir durum, sıkışık bir enerji yarattığına geliyorum. Sonra ne mi oldu? 2013 sonbaharında Charles, -benim katılamadığım- başka bir etkinlik için tekrar Türkiye'ye geldi; Begüm'ü aradım (o katılacaktı) ve Charles'a, durumu açıklayarak, benim adıma 20 TL vermesini rica ettim. Yine gayet düşük bir tutar olmakla birlikte, hem verme kanallarım yeni yeni açılmaya başladığı hem de bu sefer gerçekten çok daha züğürt olduğum için, dönüp baktığımda miktarla ilgili olarak kendimi yargılamıyorum. Küçük de olsa bir karşılık vermiştim ve ohh, artık daha rahat hissediyordum.
***
Sanırım "para"ya dair yazılar devam edecek*.
* Ki ertesi gün etti: para -3
-----------------------------------------
Blog yazarının üç notu:
1 - Belki bilmiyorsundur, benim bir kitabım var, ismi "Yeni"ye Doğru. Okumak istersen, facebook sayfasına giderek en üstte sabitlenmiş olan iletide, onu nerelerde bulabileceğini öğrenebilirsin. Olmadı, yaz bana.
2 - Bu blogdaki ve hayattaki tüm üretimim, bütünden beslenip bütüne akmaktadır. Her türlü üretimimi, izin almadan, kısmen ya da tamamen paylaşabilir, çoğaltabilirsin. Hiçbir hakkı saklı değildir. Kaynak gösterirsen memnun olurum.
3 - Eğer yukarıdaki veya başka bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa ve bunun sonucunda bana bir karşılık iletmek istersen bana ulaşır mısın?
emreertegun@gmail.com
Galiba bir kaç yazı sonra atacağım o adımı. Az kaldı. Ömrüne bereket Emrecanım.
YanıtlaSil