Sayfalar

charles eisenstein etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
charles eisenstein etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mart 2013 Cuma

ihtiyaçlar, 'sormak', para, iş, ne ararsan...

3-4 saat önce Sinan'la, arada Burcu ve Hülya'yla, akşamüstü de Levent'le yaptığımız telefon görüşmeleri o kadar iyi geldi ki... Sinan'ın ve Levent'in, ihtiyacımın olup olmadığını, benim için yapacak bir şeyleri olup olmadığını  bir kaç kere sormaları o kadar değerli ki... Ayrıca Levent'in "Sana fon oluşturalım." demesi, ki bunda çok ciddiydi. Geçenlerde Bülent de aynı şeyi önermişti. ((: Şimdilik fon ihtiyacım yok ama bunu düşünmeleri, teklif etmeleri, gidişatımı onaylamaları ve takdir etmeleri çok güçlü hissettiriyor.

Çoğunlukla en yakınımızdakilerin bile ihtiyaçlarından ve nasıl hissettiklerinden tam olarak haberdar olamıyoruz; onun için ne yapabileceğimizi sormuyoruz; ne verebileceğimizi düşünmüyoruz. Ne alabileceğimizi düşündüğümüzü de söyleyemeyiz pek. Hemen her şeyin alınıp satılan mal ve hizmete dönüştüğü ve 'Ben kendime yeterim!' anlayışının ve burnu büyüklüğünün hakim olduğu dünyamızda gitgide yalnızlaşıyoruz.

Paylaşımla ilgili yazdıklarım, almak ve vermek istediklerimi ulu orta ifade etmelerimle ilgili olarak, geçen gün Filiz (Telek değil) "Ama zaten böyle olması gerekmiyor mu?" diyerek şaşkınlığını ifade etti. Evet Filiz, zaten böyle olması gerekiyor ama böyle değil ki... Yani, genele baktığımızda dünya bir süredir böyle değil. Ama hızlı adımlarla o dünyaya dönüyoruz sanki...

Bir de şu var, ki birkaç ay önce bu konuyla ilgili kendimi sorgulamıştım. Filiz de sorguladı gibi oldu biraz. Yaptığım güzel bir şeyi blogda paylaşmıştım (http://icimdensohbetler.blogspot.com/2013/01/guzel-bir-aksamdan.html) ve sonrasında da sorular gelmişti... "Yaptığımız iyilikleri böyle bağıra bağıra anlatmalı mıyız?" gibi sorular sormuştum.

Bu soruları sorarken cevaptan emin değildim ama şu anda eminim. Emin olmam, büyük oranda Charles Eisenstein'ın konuşmalarına ve kitabına (Kutsal Ekonomi, Okuyanus Yayınevi, 2012) dayanıyor. Bize hep iyiliklerin gizli kalması, saklı tutulması öğretildi; bir elin verdiğini öbür el bilmesindi. Fakat olması gereken hiç de bu değil, sevgili dostlar. Cömertliğin ve iyiliğin bulaşıcı olduğu gerçeği var önümüzde, kabak gibi. Birilerinin güzel şeyler yapmasının hepimize ilham veriyor olması var.

Dünyaya ve çevresine karşı hassas ve cömert olan kişilerin böyle oldukları neden saklı kalsın? Neden bu kişiler, çoğunlukla herhangi bir karşılık beklemiyor olsalar da, bu yaptıklarından dolayı itibar kazanmasınlar? Neden tam da bu itibar sayesinde, onların bir ihtiyaçları olduğunda da, diğer insanlar bunu karşılamasınlar? Kaldı ki, bu bulaşıcılık sadece yapana karşı olmuyor çoğunlukla. Bir iyilik, güzellik, hoşluk yapıldığını gören bizler, bunu bambaşka kişilere de yöneltmeye eğilimli oluyoruz. (Şu günlerde hayatımda ilk kez, bir kitabın düzelti işiyle uğraşıyorum ve orada yayınlanan bir örnek, tam da buna çok uygun ama kitap piyasaya çıkmadan paylaşmak doğru olmayabilir.)

Velhasıl (bu kelimeyi ya ilk ya da ikinci kez kullanıyorum hayatımda), güzelliklerin yapan kişilere geri dönmesi, dahası yayılarak dalga dalga hepimizi sarması için, yaptığımız güzellikleri paylaşmaktan çekinmeyelim, diyorum ben.

İlk paragrafta yazdıklarımla, şimdi gelmiş olduğum noktayı bağlamak gibi bir amacım yoktu ama kendiliğinden öyle aktı. Madem öyle aktı, bununla bitireyim. Üniversite ve askerlik sonrası, çalışmıyor olduğum ve iş de aramıyor olduğum ilk dönem bu. Aynı zamanda hiç olmadığım kadar yaratıcı olduğum, hiç olmadığım kadar verici ve paylaşım sever olduğum, hayatımda ilk kez yazıp çizdiğim ve birilerine ilham verebildiğim, farklı düşüncelere kendimi açabildiğim dönem oldu. Şarkı bile yaptım yahu; son haline gelmesi için azıcık üstünde çalışmam lazım. (3-5 kişi biliyordu ben bunu yazana kadar.)

Tam da böyle bir dönemdeyken, 'para kazanmak için' çalışmak zorunda olmamak büyük şans. 8 ay boyunca almış olduğum ve bu ay biten işsizlik maaşım, son işimden ayrılırken almış olduğum tazminat, birkaç şeyimi satarak elde ettiğim bir miktar para ve en az bunlar kadar önemlisi, çok ama çok aza düşürdüğüm harcamalar sayesinde maddi bir zorluk çekmedim; bu şekilde bir süre daha idare edebilecek durumdayım. Ama öyle olmasaydı, açıkça istemekten çekinmezdim, hem kendiliğinden yardım teklif edenlerden, hem de ulu orta herkese duyurmaktan. Hatta şu anda çok merak ediyorum, ne kadar destek alabilirdim, kimler el atardı, diye... ((: Neredeyse, "keşke idare edecek param olmasa ve yaşayıp görsem..." diyecem. Gerçi bu kafayla o günler de gelecek. ((:

Yalnız paraya olan mahkumiyetimizin, hayatımızı idame ettirmek için çalışmak zorunda olduğumuzu düşündüğümüz ve çoğunlukla nefret ettiğimiz 'iş'lerimize gömülme zorunluluğu hissetmelerimizin, hayatımızın çok ciddi bir kısmını ofiste masa başında geçirmek zorunda olduğumuzu sanmalarımızın ve sistemin bize dayattığı diğer bir sürü şeyin aslında öyle olmayabileceğini, 'başka' yolların, 'başka' hayatların da var olduğunu haykırmak, bağırmak istiyorum. Elimden geleni de yapıyorum ama daha fazlasını nasıl yapmalı ki...

Çoğunlukla okumadan yayınlıyorum yazıları, bu sefer okudum. (: Kompozisyon olarak kötü bi' yazı olmuş, nereden girip nereden çıktığım belli değil; isim bile bulamadım; ama blogun adı da "içimden sohbetler" nasıl olsa. Öyle geldi; geldiği gibi yayınlıyorum. İçeriği önemsiyorum zira, kompozisyon bozuk oluversin. Sevgiler efenim...

25 Mart 2013 Pazartesi

Bambaşka bir dünyanın kapısı aralanırken...

Diğer blogu (göçebe günler) takip edenler ve arkadaşlarım az-çok biliyorlar; Armağan Ekonomisi 101 diye bi' atölye çalışması gerçekleştiriyoruz. Filiz Telek ve Begüm Erenler başladılar buna; Çanakkale, İstanbul ve Bodrum'da gerçekleştirdiler. Sonra Filiz, Esra<cım> (Debreli) ile Ankara'da, son olarak da Begüm ve ben 18-19 Mart'ta Dalyan'da, 23 Mart'ta da Antalya'da birer çalışma gerçekleştirdik.

Son bir hafta bu atölye ile çok dolu geçince, düşünegeldiğim bazı şeyleri daha fazla düşünmeye başladım. Sadece atölye değil tabii, Charles'ın 'Kutsal Ekonomi'sini ve diğer bazı ilginç kitapları okumak, bambaşka insanlarla tanışmak, doğa ile daha içli dışlı olmaya başlamak, tüm bunları özgürce ve kaygısızca yapabilmek ufkumu ve bakış açımı çok açıyor. Bunun için fazlaca şükran doluyum zaten.

Konuya giremedim bir türlü. Charles'ın sorduğu soruyu soruyorum ortalık yere, sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum çünkü. Neden güzel şeyler yapan insanlar, bu güzel şeyler için çoğunlukla para kazanamaz? Sistemi neden böyle kurgulamışız? Neden yağmur ormanlarını (ya da herhangi bir yerdeki) koruyan bir kişi, -bunun için çalışan bir sivil toplum örgütünde yer almıyorsa- ne kadar iyi bir şey yaparsa yapsın, dünyaya nasıl bir hizmet ediyor olursa olsun, bunu yaparak hayatını idame ettiremiyor? (Üzücü bir şekilde aynı ormanı kesip, yok edip kestiklerini bize satan kişiler servet sahibi oluyorlar mesela.) HES'lerle, geleceğimizi karartma riski çok büyük olan nükleer santrallerle savaşan kişiler, bunu para kaygısından özgürce yapamıyorlar?

Neden çevresini çok mutlu eden bir insanın bu özelliği yeterli olmuyor da, 'normal' bir işte çalışarak para kazanması bekleniyor? İstediğiniz kadar insanların gülümsemesini sağlayın, dert dinleyin, moral aşılayın, yardımcı olun, ufuklarını açın... Bütün bunların piyasada bir karşılığı yok! Var ama yine sistemin kendi dinamiği içinde, mesela 'psikolog' olursanız var, veya son zamanlarda yaşam koçu veya başka bir şey. Psikolog olmayı veya diğerlerini küçümsemek değil elbette ki derdim. Ama her şey kalıpların içinde, her şeyi belli kavramların, tanımların içine hapsetmişiz. Derdim bu.

Bu tarz insanlar 'normal' işlerde çalışarak körelsinler mi? Çoğunluğun cevabı, EVET! Görüyor ve artırıyorum: "Ne münasebet canım, biz eşekçi başıyız da mı çalışıyoruz?" diyecek çok insan var ve tamamen anlıyorum bu yaklaşımı. Zira öyle bir propaganda ile yetiştik ki hepimiz, çalışmanın kutsallığı safsatası her yerde. Üretmenin değil, çalışmanın kutsallığı! Buradaki 'çalışma' da, "efendi gibi", devlette, bir şirkette, üniversitede veya bir sivil toplum örgütünde çalışmak ya da kendi işini yapıyor olmak elbette. Çalışırsan, kazanırsan saygın olursun. Daha çok kazanırsan ve yüksek yerlerdeysen daha da saygın olursun. İşin kötüsü, ne iş yaptığın, nerede çalıştığın, bu dünyaya ne verdiğin ve ondan ne aldığın çok da önemli değil mevcut -ve nihayet yıkılmaya başlayan- paradigmada. Mesela, bir petrol şirketinde genel müdür olmak benim bakış açımla, beş para etmez bir iş. O adamın/kadının alıyor olduğu on binlerce, yüz binlerce TL maaşın da hiçbir kıymet-i harbiyesi yok gözümde. Üniversitede profesör olmuş ve maalesef hidroelektrik santralleri savunabilen hocalarımızın düşüncelerinin de öyle, sadece kendini tatmin etmek ve çevrelerine hoş görünmek için sivil toplum örgütlerinde çalışan 'bazı' kişilerin yaptıklarının da...

Bunlar bir yana, 780 TL için çalışmak zorunda olan milyonlarca insanın olduğu bir ülkede hangi emekten ve hangi kutsallıktan bahsediyorsak...

Kelimelere özen gösteriyorum, kimseyi yargılamak değil yapmak istediğim (mesela sivil toplumda çalışanlardan -ve belki gelecekte de çalışacaklardan- biri de bendim-ben olacağım ve bunun çok değerli olduğunu düşünüyorum) ancak sadece bazı kişilerin yaptıklarını, hayatlarını nasıl geçirdiklerini eleştiriyorum. Ve esasında bizi bu kıvama getiren mevcut sistemi... Kafanı kaldırıp bakmadığında ya da bakamadığında ya da bakmana rağmen korkarak bazı şeyleri görmezden geldiğinde bunun bir parçası olmamak çok zor.

Yazının bu kısmına kadar sabredenlere iyi haberlerim var; bütün bunlar değişiyor yavaş yavaş. Bambaşka bir dünyanın kapısı aralanıyor. Doğaya dönüş yapan insanların sayısı artıyor; dayanışan topluluklar her yerde filizleniyor, bir kısmı tomurcuk açtı bile; paranın sadece bir araç olarak önemli olduğunu gören insan sayısı artıyor, bu insanlar her yerde birbirini bulmaya başladı; sosyal medya bu konuda çok yardımcı, normal şartlarda tanışmalarının pek mümkün olmayacağı kişiler birbirini buluyor; ihtiyaçlar öylece orta yerde duyuruluyor ve birçoğu topluluk tarafından karşılanıyor; bu kişiler arasında inanılmaz bir güven ortamı sağlanıyor ve çok kısa sürelerde inanılmaz bir sevgi bağı ve dostluk ilişkileri oluşuyor.

Bütün bunları uydurmuyorum; bizzat gözlemliyor, bizzat deneyimliyorum. 1 yıl öncesi ile kıyasladığımda o kadar güçlü hissediyorum ki kendimi. Başım sıkışsa başvurabileceğim, ihtiyaçlarım -her neyse- talep edebileceğim, bir kısmını tanıdığım ama çoğunu hiç tanımadığım ya da çok az tanıdığım ve ellerini taşın altına sokacaklarını bildiğim o kadar çok insan var ki... Bütün bunlar bana özel şeyler değil; bu 'bir grup insan'ın herkese kucak açtığını görüyorum. Bu gerçekten harika! Zaten bütün bunlar bizim içimizde (hem kültürel olarak Anadolu topraklarında, hem de ondan bağımsız olarak insan doğamızda) olan şeyler; dayanışma, yardımlaşma, destek olma, kucak açma... Olsa olsa unuttuğumuz ya da unutmaya yüz tuttuğumuz şeyleri hatırlıyoruz; daha fazlası değil. Tam da bu yüzden çok hızlı büyüyoruz, bilmediğimiz bir şeyi öğrenmiyoruz çünkü. Pek güzel!!!

Ben kendimi yola attım ve burada her şey çok güzel. En önemlisi de 'bu taraflar'da herkese yer var. Benden söylemesi...