Eş, dost, aile eşrafı olsun, otostopta tanıştığım kimseler olsun, sürekli yinelenen sorular var ve benim de bir "sık sorulan sorular"ımın olma vakti geldi de geçiyor galiba ((:
Bloga ilk kez gelenlere veya daha önce gelse de beni pek tanımayanlara kısacık ön bilgi: 2012 Temmuz'undan beri çalışmıyorum. 2012 Eylül'ünde evimi de boşaltıp iki yıla yakın -göçebe olarak- kafama ve kalbime göre takıldıktan sonra Mayıs 2014'ten beri üç kişiyle bir köy evini paylaşıyorum.
- Nasıl geçiniyorsun?
Elbette ki sık sorulan sorular listesinde açık ara bir numara! Geçim konusu en yakıcı konu ve birçoklarımızın hayatının tam merkezinde. Her şey bunun etrafında dönüyor ve düşünülmesi gereken daha önemli bir konu yok. Bu durumu kendi hayatımda değiştirdim ve daha çoklarının hayatında değişmesini umuyorum.
Bu soruyu cevaplamak için önce "geçim"den benim ne anladığımı söyleyeyim. Geçim, -öncelikle temel- ihtiyaçlarımı ne şekilde karşıladığımdır; parayla, değiş-tokuşla veya başka bir yöntemle... Barınma (kira), yemek ve iletişim (cep telefonu, internet) dışında olmazsa olmazım yok. Hatta çok önem vermekle birlikte iletişim masraflarımı bile kesebilirim gerekirse. Yani bunlara "mecbur" hissetmiyorum kendimi ama memnuniyetle kullanıyorum, ayrı. Eh, barınma, yiyecek ve faturalar için ayda 450 TL'nin rahat rahat yettiğini zaten geçenlerde yazmıştım.
Ben bu 450 TL'yi düzeltmenlik ve düzenlediğim(iz) çeşitli atölyeler ve zaman zaman yaptığım diğer ufak tefek işlerden, bir de tanıdığım veya tanımadığım eş dostun destekleriyle sağlıyorum. "İllaki kendi paramı tamamen kendim kazanıcam." deseydim de bu meblağı kazanmak atla deve sayılmaz di mi? Yani katiyen gözde büyütülecek bir şey yok aslında.
Ama bin(lerce) küsur lira kira verir, durmadan kazağımıza kazak, kravatımıza kravat ekler (bu arada ne saçma bir icattır, ayrı), sürekli telefonumuzu yenilersek; stres dolu hayatımızda bir nebze rahatlamak için avuntuyu sigarada, alkolde ararsak tabii ki geçinmek zor olur, tabii ki çok paraya ihtiyacımız olduğu yanılsamasına düşeriz.
- Sana parasal destek olan eş-dost da bu sistemin parçası değiller mi? Onlardan para aldığında sistemden gelen parayı kullanarak samimiyetsizlik yapmış olmuyor musun?
(Çok önemsediğim ve çok meşru bulduğum bir sorudur bu ve başlarda cevaplamakta zorlanıyordum. İçime sora sora bu konuda da epey netleştim. Soranlara, sıkıştıranlara selam olsun.)
Bana destek olan ve sistemde olan biri, en "şeytan" şirkette bile çalışsa, orada çalışıyor olma nedeni beni desteklemek değil. Yani orada "zaten" çalışıyor ve bu çalışmanın sonucunda kazanıyor olduğu bilmem kaç liranın yirmi lirasını bana armağan ediyorsa bunla ilgili içim rahat. Ha, bana sorsa, orada çalışmamasını ve bana armağan verememesini tercih ederim. Ama zaten çalışıyorsa, buradan bana ayırdığı pay beni rahatsız etmiyor. Ama mesela -olmaz ya- o şeytan şirket gelse ve "Emrecim" dese "biz senin ideallerini acayip destekliyoruz, sana destek olmak istiyoruz.", bunu kabul etmezdim. Aradaki farkı görebiliyor musunuz, bilmiyorum. Onlardan para almak, o şirketin yaptıklarını meşrulaştırmak olurdu. Kişiden almayı öyle görmüyorum.
Ayrıca büyümeye dayalı, faizli ekonomik sistem kocaman bir sermaye birikimi yarattı ve bu birikim sonrasında acayip dengesiz bir dağılım var dünyada. Hayalini kurduğum(uz) dünyayı yaratmak için de bu birikimi kullanmak işleri çok hızlandıracaktır. Aynı mantıkla, mesela bir ekoköy kuracaksak, kurumsal sosyal sorumluluk projeleriyle yaklaşan samimiyetsiz şirketlerin olası desteklerini kabul etmek istemezdim ama zengin birtakım kişiler dünyanın geleceğini ekolojik bir hayatta gördüklerini söyledikleri ve bunu reklam için yapmadıkları takdirde onların paralarını kullanırdım.
- Ailen ne diyor bu işe? Endişelenmiyorlar mı?
Valla öncelikle ailemin benim için endişelenmeleri onları bağlar. Onlar endişeleniyor diye hayatıma "normal" yollardan devam etseydim, şu anda mutsuz bir insan olurdum. Halbuki şimdi, geçtiğimiz günlerde otostop çektiğim arabadaki adamın sorusuna verdiğim cevapta olduğu gibi, ve gerçekten de, tanıdığım en mutlu insanım. Benim kadar mutlu olduğunu düşündüğüm birkaç kişi daha var bu arada.
Ha yine de cevap vermek gerekirse, endişelendiler tabii. Özellikle göçebe günlerimde -ve özellikle annem- benim için epey endişelendi. Elinde olsa yolumu değiştirmemi de sağlardı muhtemelen ama neyse ki değildi ((:
Endişeler ve "yarın ne olacak"lar o kadar baskın ki zihinlerde, "şimdi"ye bakan yok, daha doğrusu çok çok az.
- Hastalanınca ne yapıyorsun?
Öncelikle hastalanmıyorum. Bünyem ve bağışıklık sistemim zaten kuvvetli olduklarından mütevellit eskiden de pek hastalanmazdım gerçi ama şimdi hiç hastalanmıyorum. Kaldı ki hastalansam bile doktora gitmeyi pek sevmem. Modern tıpla da pek aram yoktur zaten. Mini mini bir şeyler olduğunda da (hastalık değil de köy hayatında ayağa odun falan düşebiliyor mesela) Burcu'nun temel homeopatik bilgisi ve ilaçları gayet yeterli oluyor.
Ha yine de batı tıbbını toptan çöpe atıyor değilim. Batının iyi yanlarını almak lazım, di mi ama? Gerçekten ihtiyacım olduğu ve daha iyi bir çözüm yolu olmadığı takdirde tıpkı diğerleri gibi ben de sağlık ocağına, hastaneye vs. gidebilirim.
- E çalışmıyorsun hocam, nasıl oluyor o iş? Para?
Şimdi genel sağlık sigortası (gss) diye bir şey var, TC vatandaşı olan herkesin dahil olması zorunlu bir sistem (zorunlu sigortanın varlığı apayrı bir komiklik, di mi?). Yani çalışanı da GSS'li olacakmış, çalışmayanı da. Çalışınca kesintiler, şunlar-bunlar otomatikman ayarlanıyor da benim gibi çalışmayanlar başvuru yapıp gelir tespiti yaptırıyorlar. Birkaç kamu kuruluşu, birkaç banka ziyareti sonrasında kurum çalışanları evde ziyaret ediyorlar ve sonrasında, bir gelirin de yoksa primlerini devlet ödüyor, oluyor bitiyor. Bu, zaten eskinin yeşil kart uygulaması.
- Hadi şimdi iyi, yaşlanınca ne olacak? Kim bakacak sana?
Buna vereceğim cevap herkes için doyurucu olmayabilir ama orası doymayanları ilgilendirir. ((:
Öncelikle bu soruyu soranlar yaşlandıklarında ne olacak? Artık emekliliği de 65 yaşına kadar çektiler, eskisi gibi görece genç yaşta emekli de olunmuyor. Hemen hiç kimsenin iş güvencesi olmayan bir dünyada -ve ülkede-, mesela 50 yaşında işten çıkarıldığın takdirde o yaşta nasıl tekrar iş bulacaksın? Bu arada yaşlanacağından nasıl bu kadar eminsin? Yarın bir trafik kazası geçirmeyeceğinin, kanser vs. olup hayata veda etmeyeceğinin bir garantisi var mı? Hakkaten nerden biliyorsun ki yaşlanacağını?
Ayrıca bu soruya -bence- daha da güzel başka bir soruyla da cevap verebilirim: "Peki şimdi ne oluyor?" Hep yarın, hep endişe, hep garanti arayışıyla didinirken şu anın tadını çıkarabiliyor, gerçekten yaşıyor musun? Nefes aldığının farkında mısın? Yediklerin için, dostların için şükrediyor musun?
Kontra sorularla geldim de kendi cevabım da hayata olan güvenimden ibaret. Şu anki yaşam tarzım ve her geçen gün daha da fazla dikkat ettiğim beslenme düzenimden dolayı istatistiksel olarak daha iyi bir yaşlılık geçirme ihtimalim yüksek, yani yaşlanırsam. Bu kadar az tükettiğim ve her geçen gün kendime yeterlik konusunda adımlar attığım dünyada paraya olan ihtiyacım da her geçen gün azalacak; bu bir kehanet değil, olgu. Kaldı ki topluluk olarak yaşama, dayanışma hayalleri kuran biri olarak, bu hayallerim gerçekleştiğinde böyle şeyler için endişelenmeme hiç gerek kalmayacak.
- Peki hadi kendini kurtarıyorsun bu şekilde, keyfin tıkırında ama diğerleri ne olacak?
Yine kontra soru ile gelme ihtiyacım var. Senin yaşam tarzın "diğerlerine" gerçekten kalıcı bir fayda sağlıyor mu? -Çoğunluk için söylüyorum- sistemin içinde çalışıp dev firmaların işleyişinde yer alırken, ekonomik ve militarist düzenin uzantısı devlete yığınla vergi öderken, her yıl yüzlerce kilo ambalajlı ürün tüketerek çöp ülkelerinin oluşmasına katkıda bulunurken, aktivist vs. de olsan gerçekten de değişimin bir parçası olabiliyor musun ki? Yani görmek istediğin dönüşümün kendisi olabiliyor musun? Bence mesele bundan ibaret.
Krishnamurti'den en çok bu konuda etkilendim ve söylediklerini içselleştirdim sanırım. Toplum dediğin bireylerden oluşuyor ve bireyler dönüşmedikçe; ideallerle, fikirlerle toplumun dönüşmesi nasıl mümkün olabilir? Yapabileceğimiz en iyi şey kendimizi dönüştürmek, içimizdeki çatışmaya, içimizdeki kötüye bakmak ve onu zamanla dönüştürmek. Diğerleri için ise, bu dönüşüm sürecini görünür kılmaktan, yani yazmaktan daha fazlasını çok istesem de yapamam.
- Köyde sıkılmıyor musun?
I ıhh, hemen hiç sıkılmıyorum. Yani sıkıldığım dönemler oluyor elbette ama şehirdekinden daha sık ve daha uzun süreli değil. Doğayla, ormanla, daha da güzeli kendimle iç içe yaşarken, sadece istediğim şeylere vakit ayırıp -yapacak, edecek, okuyacak, yazacak, araştıracak o kadar çok şey var ki- bunlara bile vakit yetmezken nasıl sıkılırım...
- Peki şehri hiç mi özlemiyorsun? Ya kültürel etkinlikleri, konserleri, şunu-bunu?
Şehirden ziyade çoğunluğu şehirlerde yaşayan arkadaşlarımı özlüyorum. Şehre gittikçe veya onlar köye geldikçe birlikte zaman geçirip arayı kapatmaya çalışıyoruz. Çalışıyor ve şehirde yaşıyor olduğum zamana göre çok daha verimli görüşmeler olduğunu söylemeye gerek var mı, bilmiyorum.
Konserleri, festivalleri, şunları bunları da özlediğim oluyor elbette. Geçen ay son İzmir'e gidişimde bi' barda birer bira içtik de nasıl güzel geldi anlatamam. Neyse ki köyde yaşıyor olmak oraya prangayla bağlı olmak değil. Canım istediği zaman şehre gidip biramı da içiyor, canlı müzik de dinleyebiliyor, film festivallerinde -çalışmadığım için gündüz seansları da dahil olmak üzere- istediğim kadar film de izleyebiliyorum. Bunları "ha" deyince yapamıyorum elbette ama o kadar da olur, ne yapalım...
- Köylülerle aran nasıl, anlaşabiliyor musunuz?
Tabi tabii. Gayet iyi anlaşıyoruz her biriyle. Hiç sıkıntı yok.
- Hiç pişmanlık hissettiğin oldu mu, oluyor mu?
Ne göçebe zamanlarımda ne de köyde yaşamaya başladıktan sonra, pişmanlık hissettiğim tek bir an bile olmadı. Kaldı ki pişman olacak ne var ki, büyük bir keyifle yaşıyorum. -Olacak iş değil ama- bir gün tekrar eski hayatıma veya bir benzerine tutunmak isterse içim, gider bu yeni hayata tutunurum, olur biter. Almış olduğum hiçbir karar beni sonsuza dek bağlamak zorunda değil ki.
-----------------------------------------
Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden!
Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:
Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yazıyla ilgili yorum yapmak için...