Bu topraklarda pek çok acı yaşandı/yaşanıyor ama nedendir bilmem, içimi en çok titreten iki tarih 19 Ocak ve 28 Aralık oldu. 28 Aralık 2011'de Roboski'de devlet 34 sivili öldürürken, 19 Ocak 2007'de -yine devlet- sevgili Hrant Dink'i aramızdan almıştı.
O zamanlar -henüz emekliliğime çok vardı ve- Arçelik'te çalışıyordum. Bugün gibi aklımda, iş dolayısıyla gittiğim seyahatin son günüydü (cuma idi), Sivas'tan Kayseri'ye doğru araba kullanıyordum ve birkaç saat sonra uçağa binip İstanbul'a dönecektim. Radyoda acı haberi dinlerken " (...) vurulan gazeteci Hrant Dink" kısmı ile "hayatını kaybetti" arasındaki çeyrek saniyede zaman bir süreliğine durmuş olsa gerek ki araya "n'oolur öldü deme, n'oolur öldü deme" yakarışlarını sıkıştırabilirdim. Ama ölmüş, sıkıştırmama rağmen ölmüş.
Çok üzüldüm! Bu ülkede insanların öldürülmesi vaka-i adiyedendir ve şerbetliyizdir aslında ama Hrant'ın gidişine ayrı bi' üzülmüştüm işte. Bi' yerden yakalamış demek ki beni, aydınlık fikirleri ve güler yüzüyle. Gece eve vardım, içimde sıkıntı, ertesi gün yine devam... İnsanlar, yüz binler Agos'un önünde toplanıyor ama bir türlü kaldıramıyorum kıçımı. Hayatımda hiçbir eyleme, mitinge gitmemişim, çevremde de henüz o tip insanlar yok (Ne mutlu ki Gezi'den sonra herkes "o tip" oldu); içimde fırtınalar kopuyor ama olmuyor, harekete geçemiyorum. Nasıl gideceğimi, gidince ne yapacağımı bilmiyorum, sanki benden bir şeyler yapmamı bekleyen birileri varmış gibi. Ve... Gitmiyorum!
Sonra yargılamalar, hızlıca yakalanan O.S.'nin bayrak önündeki fotoğrafı, işin derin devletin işi olduğunun her geçen gün daha da net bir şekilde belirmesi, şunlar-bunlar... Süreç de hala devam ediyor ama ben artık işin ucunu bıraktım.
Benim bırakma nedenim bu olaya has değil tabii. Bildiğiniz üzere ben sistemi bıraktım. Çalışmayı bıraktığım gibi, -kaçamadığım küçük istisnalar dışında- vergi ödemeyi bıraktığım gibi, lüzumsuz tüketimi bıraktığım gibi, devletle ve kurumlarla ilişkimi asgariye indirdiğim gibi... Çünkü sistemin içinde yer aldıkça, devlete vergi ödedikçe, her gün bir koca torba çöp çıkardıkça*, ağzımla kuş tutsam da bir işe yaramaz. Devlet yerinde kalır, askeri harcamalar sürer gider, okyanuslardaki çöp adaları adeta küçük devletçiklere dönüşürler.
Bunları bıraktım bırakmasına ama ilk yıl kaldıramadığım kıçımı sonraki her yıl kaldırdım ve 19 Ocak'ta adresim her zaman Halaskargazi Caddesi, Agos'un önü oldu. Göçebe olduğum 2013 ve 2014'te bile İstanbul'da olduğum zamanlara denk geldi, ne mutlu ki. 2008'den 2014'e yedi yıl boyunca "buradayız ahparig (kardeşim)" demek için oradaydım. Bu yıl diyemedim, zira İstanbul'a uzağım. Bu işleri bıraktım belki ama İstanbul'da olsam şüphesiz yine orada olacaktım.
Yalnız artık daha farklı düşüncelerim ve hissiyatım da var ve bu yüzden daha huzurluyum. Daha spiritüel (tinsel) mi diyeyim, bilmiyorum. Zira bu şekilde niteleyebileceğim iki insanla yaşıyorum ve bazen fazla bile geldiği oluyor bana, onların tinsellikleri. Fakat ben de eskisi gibi sadece rasyonel (ussal) yönüyle yaşayan biri değilim artık. Bir çeşit denge kurmaya çalışıyorum sanki tinsellikle ussallık arasında ve bu dengeyi ne zaman kurarım, kurabilir miyim, bilinmez. Ancak nereden bakarsak bakalım, Hrant'ın gidişi boşuna değildi. Tinsel bakış açılarına göre zaten hiçbir şey boşuna olmuyor da ussal bir yaklaşımla bakınca da bu acı kaybın, bütünün hayrına ne kadar hizmet ettiğini görebiliyorum. Hrant'ın ölümü kitleleri sokağa çıkardı, birleştirdi ve birleştirmeye devam ediyor. Her yıl kara, soğuğa rağmen binler orada dikilmeye, Hrant'ın çok sevdiği Sari Gyalin'i dinlemeye, Rakel'i dinlemeye devam ediyor.
Sanki zurnanın zırt dediği yerdi, sanki bardağı taşıran son damlaydı, bilemiyorum. O kadar çok insan ilk kez bu olaydan sonra sokağa çıktı ki... O kadar çok "küskün", bu ayağa kalkış sonrası yeniden ümitlendi ki... Bana mı öyle geliyor bilmiyorum ama 19 Ocak 2007'den sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı ve olmayacak. "Gezi" birdenbire mi ortaya çıktı mesela? Karşıtlıkların dünyası işte! Dibe vurmadan yükselinmiyor. Hep böyle, her yerde böyle... Hrant, Ceylan, Uğur, Roboski derken titredik ve kendimize geldik.
Devamı da gelecek, yeter ki önce kendimize bakalım. Ne için çalıştığımıza, kime ve neye hizmet ettiğimize, ne tükettiğimize, kendi çıkardığımız çöplere bakalım.
Büyük abilerin oyununu oynamayalım artık, mahallemizde takılalım, küçük kalalım.
Gerisi çorap söküğü...
* Çöp işini küçümsemeyelim ve "konuyla ne alakası var" demeyelim, zira sistemin özeti her gün konteynıra attığınız çöpte mevcut. Mevcut sistem ne kadar kirliyse çöpünüz de öyle, ne kadar karmaşıksa çöpünüz de öyle, ne kadar umursamazsa çöpünüz de öyle. Çok fazla okumaya, araştırma yapmaya gerek yok. Çöpünüze bakın, ne tükettiğinizi ve kim olduğunuzu görün.
-----------------------------------------
Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden!
Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((:
Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yazıyla ilgili yorum yapmak için...