İçimden bir şeyler tırmalamakta ama hangi birini
yakalayacağımı bilemediğim zamanlardan birindeyim.
Şuradan alabilirim sanki. ‘Büyük olan yanlıştır.’ Tuhaf bir
cümle oldu, farkındayım. Becerebilirsem açıklamaya çalışayım şimdi bu tuhaf
cümleyi. Büyüyen her türlü kurumun, oluşumun, şunun-bunun bizi temsil etmekten
-doğal olarak- uzaklaştığını, bizi biz olmaktan çıkardığını düşünüyorum. Evet
karmaşıklaşıyor. Ama şu anda aklım da karışık. Deniyorum, az sabır…
Mesela ülkelerin varlığı yanlıştır. Ülke demek, çoğunlukla
milyonlarca kişi demek; bunun sonucunda ortaya çıkan yönetim örgütlenmeleri
demek, bunun da sonucunda ortaya çıkan temsiliyet sorunu demek. Ülke gerek
yüzölçümü olarak, gerekse nüfus olarak büyüdükçe bu sorun daha da büyümektedir.
Yönetim sistemleri çeşit çeşit ama en nihayetinde nüfusun çok ama çok az bir
kesiminin nüfusun tamamı adına karar alması demek değil mi temsiliyet? Mesela
Türkiye’den yola çıkarsak, 70 milyon kişiyi ilgilendiren yasama kararlarını 550
kişinin aldığı (hatta bizde 1 kişinin aldığını söylemiyorum bile, şeklen 550 en
azından) bir sistem içinde yaşıyoruz; çok kanıksadığımız bu durum aslında çok
tuhaf değil mi? Peki aynı 70 milyon kişinin yaşadığı ülkede 550 kişinin aldığı
kararları uygulayan yürütmenin, yani bakanlar kurulunun da -zaman zaman
değişmekle birlikte- 25-35 kişi tarafından götürülüyor olması da mı tuhaf
değil? Bütün bunları Türkiye’den ve özellikle son dönemde ortaya çıkan
gelişmelerden bağımsız söylüyorum.
İç ve dış savaşlar neden çıkıyor mesela? Yine bu ‘büyük’lükler
ve sonuçları değil mi? Bir grubun veya ülkenin çıkarları, arzuları ve
ihtiraslarının, bilemedin dünya görüşünün diğerlerininkilerle uyuşmaması değil
mi? İnsanlar bunun için ölmüyor mu? Gerçekten gerek var mı bütün bunlara?
Kültüre de el atasım var. Bir süredir kültürün çoğu zaman o
kadar da iyi bir şey olmayabileceği konusu kafamı kurcalıyor. Ama akademik
okumalar yapıp o açıdan bakmaktansa, içime sormak beni daha doğal cevaplara
götürüyor sanki (belki de kolayıma geliyordur, bir ara bunu da düşünmeli).
Kültür, adetler, alışkanlıklar… Bütün bunlar bizi biz olmaktan çıkarıyor ve
uymamız gereken toplu kurallarla çatışmadan yaşamak zorunda kaldığımız bir
dünya meydana getiriyor olabilir mi acaba?
Üretim meselesi var mesela. Burada olan bitenin kocaman bir
saçmalık olduğu konusunda şüphem bile yok. Daha fazla üretimin daha çok
tüketimi kışkırtıp bizi gereksiz binlerce ürünle baş başa bıraktığından mı
bahsedeyim, doğayı katletmesinden ve maliyetleri doğaya yıkmasından mı,
neredeyse tüm sektörlerin üretim süreçlerinde kullanılan zehirli, kimyasal
maddelerin hayatımızın her alanına sızmasından mı… Gıda üretimine gelince de
durumun hiç iç açıcı olmadığını görüyoruz. Yine o korkunç kimyasallar başrolde
ama bunlarla kalsa iyi; ne gibi sonuçlara yol açacağını tahmin bile
edemediğimiz GDO’lar, mono kültür tarım yapılması sonucunda toprağın
işlevsizleşmesi, tohumun geleceğinin birkaç şirketin eline geçmesine çok az
kalması vs…
Daha çok şey var yazacak da, en azından bir de eğitim
sistemine dokunmalı. Türkiye’deki eğitim sisteminin yetersizliği, zırt pırt
değişmesi, sınav sistemleri ve diğer tüm şeyleri bir kenara bıraksak bile (ki
bunu yapmak hiç kolay değil) koca bir toplumu aynı bilgilerin süzgecinden
geçirmeye kalkmak da neyin nesi? Aynı şeyleri ezberletmek, sonra papağan gibi
bunları tekrar etmelerini sağlamak
falan…
Kanunlar var mesela. Suç var; mülkiyet denen baş belası var.
Mülksüzler kitabının bir yerinde, kelimesi kelimesine olmasa da şöyle bir cümle
vardı: Suç yaratmak istiyorsan kanun koy, hırsızlık yaratmak istiyorsan
mülkiyet. Durum tam da bu değil mi? Kanun yapıyoruz da, neye göre… İlk başa
dönüyoruz; 550 vekilin dünya görüşüne göre. Peki 550 vekilin dünya görüşü benim
hayatımı nasıl etkileyebiliyor? Onların aldığı bir karara niye uymak zorundayım?
Nasıl oluyor da birileri bir yerde nükleer santral yapmaya karar verebiliyor,
ben de buna uymak zorunda kalıyorum. Yani evet, mücadele ediyoruz falan da
hangi biriyle… Birini ikisini kazansak, yüzünü kaybediyoruz sanki. 5 tane HES’i
durdursak, yüzlercesinin inşaatı devam ediyor mesela…
İyice karıştı di mi? Neyse ki ‘çok güzel’, ‘çok oturaklı’
veya ‘akademik’ bir yazı yazma gibi bir derdim yok. Yıllar önce bizim okula söyleşiye gelen Recep Yazıcıoğlu (Bilmeyenlere not: Efsane valilerimizdendir, ölümü azıcık şaibelidir.)'nun dediği gibi 'Kafa karışıklığı iyidir; bugün biraz olsun kafanızı karıştırdıysam ne mutlu bana.'
Peki ne yapmalı o zaman?
Becerebilirsem daha sonra buna azıcık el atmak
istiyorum (gerçi daha önce kısmen el atıp durdum bu konulara); zor konular hem, derlemek toplamak pek zor ama bakalım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yazıyla ilgili yorum yapmak için...