Sayfalar

22 Kasım 2016 Salı

İnsanın çırası

Dün, heyecanla ve çabucak yazıverdiğim yazıda (ben tanrıyı çırada gördüm) belki en önemli cümle şuydu: "Yanacak olanı yakacak olan, yanacak olanın içinde saklı." Azıcık şiirsel, azıcık OruçAruobasal, azıcık varyaburadanyürünürhacısal.

Yürüyebilecek miyim diye bakıyorum şimdi.

Okuduğunuz ya da okumadığınız üzere, orada bahsettiğim çıra idi. Odunun içinden çıkan ve aslında odunun bir parçası olan çıra. Odunun bir parçası ama bir o kadar da ayrı. Özağırlığı ayrı, görünüşü ayrı, kokusu ayrı, işlevi ayrı. O olmasa da oluyor (ki her kütüğün içinde çıkmıyor), yokluğunda ateş yakamıyor falan değiliz. Ama gazete kâğıdı kullanılır, ama ince çalı çırpı tutuşturulur, ama kimyasal bir takım yakıcılar kullanılır, o ateş bir şekilde yanar. Daha zor olur, daha geç olur, daha çok uğraştırır ama yanar. Çıra, ateşi kestirme yoldan yakarken çırasız ateş yakmak, kulağı ters taraftan tutmak gibidir. Ki bazen de yanmaz. Yanacak olanı yakmak her zaman o kadar kolay olmaz. Çıra yokken daha zor olur.

Çıra ve odun... Çıra ve odun... Çıra ve odun...
Yakan ve yanan... Yakan ve yanan... Yakan ve yanan...
Kalp ve insan... Kalp ve insan... Kalp ve insan...

***

İnsan bu dünyaya neden gelir?
Yanmaya...
Tutuşmaya...
Yanıp dönüşmeye...
Isınmaya, ısıtmaya, dönüşmeye ve dönüştürmeye...

Ateş dönüştürür; bir şeyi alır ve başka bir şey yapar.
Önce kendi dönüşür, sonra dönüştürür.
Aslında ateş, dönüşümün kendisidir.

Yanan insan dönüşür, dönüşürken dönüştürür.
Yanmayan dönüşmez.
Yanmayan gelir ve gider, olması gereken* olamadan gider.

Peki insanı ne yakar?
İnsanın çırası nedir?
Yüreğidir...
İnsanın yakacağı kendi içidir, merkezidir.
İnsanın merkezi kalbidir.
Kalp bilir
Kalbe teslim olan kolayca tutuşur ve yanmaya başlar
Yanan, dönüşür ve başka bir şey olur.
Yanan, yandığında huzura erer
Aksi takdirde hep bir sıkıntı, hep bir arayış
Bitmeyen bir arayış...

Yüreğini kullanmayan yine yanabilir ama başka yanar.
Yansa da daha zor yanar
Çokça tüterek yanar
Kestirme ve coşkulu yoldan değil, acılı yoldan yanar
O da, yanarsa...

Bazısı da kontrolsüz yanar
Yayılmacı yanar
Yıkıcı yanar
Zarar vererek yanar
Çıranın yokluğunda kullanılan fazla çalı çırpı işte

Çoğu da yanmaz
Yanamaz

***

İnsanın çırası kalbidir

Tanrı çıradadır

İnsanın kalbi tanrıdır

***

Çıra her kütüğün içinden çıkmaz ama kalp her insanın içinde vardır. Bazısı onun içindeki ateşi, yakma potansiyelini duyumsar, bazısının ise desteğe ihtiyacı vardır. Bunlardan bazıları ihtiyacı olan desteği bilir, kendisi gider, ateşe katılır; bazıları uzak durur. Bu da onun seçimidir. Kimse yanmak zorunda değildir.

Çıra odunun bir parçasıdır ama bir o kadar da ayrıdır ya.. Kalp de öyle. Ruhun bedene değdiği yerdir kalp. Bedenin bir parçasıdır ama başına buyruktur da. Hep bir yerlere uçmak ister; koşmak, coşmak ister. Tüm bedeni sürükleme potansiyeli vardır; içinden çıktığını dönüştürüverir, eğer istenirse. Ki bilinç burada devreye girer. Yanacak mı, coşacak ve dönüşecek mi; kuru kuru gelip gidecek mi? Bu, bir karardır. Hayatımızın en önemli ve-fakat her an'ında tekrar tekrar verme şansımız olan kararı.

***

Yanmak çoğu zaman cesaret ister.

Ama yanan, hiç pişman olmaz.

Yanan, yakmak ister; büyümek, yayılmak ister.

Ateşin beslenmesi gerekir, hem içeriden hem de dışarıdan.

Birlikte yanmak gerekir...

Birlikte...

***




fotoğraf: edebiyatdefteri.com

*İngilizce "supposed to be" denen...

21 Kasım 2016 Pazartesi

ben tanrıyı çırada gördüm

Dün odun keserken ve odunun içindeki çıralara hayranlıkla bakarken, başlıkta gördüğünüz cümle döküldü ağzımdan. Sonra bir güzel, kenara ayırmış olduğum çıra ağırlıklı kütüklerden, tahra ile ince çıra parçaları çıkarmaya başladım. Daha da tonla var ne mutlu ki, zira kırsal hayatta en sevdiğim işler hep odunla ilgili; toplamak, kesmek, çıra çıkarmak...

Odunun içinde onu yakacak olan çıra

Dinî bir inancım yok. Kurumsal dinlerle zaten hiç işim yok; son birkaç yılda daha sık karşıma çıkan ve aslında bana epey uyan kimi spiritüel öğretilere de gayet mesafeli ve şüpheci yaklaşıyorum. Okuduklarımı birebir yaşadığımı fark ettiğim zamanlarda bile mesafeyi koruyorum; belki tesadüftür, belki denk gelmiştir diye. Ama içimde spiritüel bir taraf da var, tanımlamaya çalışmadığım. Geçenlerde yazmış olduğum bir yazının altına bir arkadaşım "spiritüel bakış açılarından neleri yazdığını, yaşadığını, paylaştığını bi bilsen" dedi; cevabım "spiritüelliksiz spiritüellik" oldu. Ne demekse...

Velhasıl bir şeyleri bizzat yaşamadığım, deneyimlemediğim, beş duyu veya ötesi ile kesin bir şekilde duyumsamadığım sürece şüpheci kalmaya devam edeceğim gibi görünüyor. 

Gerçi beş duyu ve altıncısı boş durmuyor. 

Çıra diye bir şey var işte, gerçek bir mucize! Şimdiye kadar yakından görmeyenler, koklamamış olanlar çok şey kaçırmışlar. Kokusunu tarif edebilmeyi çok isterdim; keskin ve muhteşem. Ayrıca şu da bir mucize değil mi: Çıra öyle bir şey ki, odunun içinden çıkıyor ve odunu tutuşturmak için kullanıyor. Yanacak olanı yakacak olan, yanacak olanın içinde saklı. Bundan sonrası bir kıvılcıma bakıyor ve gelsin gürül gürül yanan sobalar, ocaklar... İşte dün, tüm bunları özümserken döküldü o cümle: "Ben tanrıyı çırada gördüm."

Doğanın bir parçası olduğumu hatırlamaya başladığım son birkaç yılda ilk görüşüm değil tanrıyı, sürekli görüyorum aslında. Soğanın olağanüstü güzellikteki tohumunda, bezelyenin dünyanın en güzel çiçeğinde, tadı olmayan ama sadece damağımın üst arkasında bir koku duyumsatan marulun üzerindeki damarlarda, doğanın her yerine ve her an'a sirayet etmiş olan kutsal yaşam-ölüm-yaşam döngüsünde görüyorum. 

siyah olanlar soğanın tüm bilgisini içinde taşıyan soğan tohumu (tırnağın onda biri kadar bile değil), sarı olanlar ise onları koruyan kapsûlleri

Kışın kemiklerime kadar ısıtan, yazın köşe bucak kaçtığım güneşte, özellikle sonbaharda oluşan inanılmaz alacakaranlık renklerinde, varlığına ve etkilerine hâlâ şaşırdığım ayda, milyonlarca yıl önceki hâllerini gördüğüm yıldızlarda; o uçsuz bucaksız evrendeki şaşmaz düzene baktığımda görüyorum.

Bazen bir bebeğin gülümsemesinde, bazen bir kadının bedeninde görüyorum.

Vücudumuzun kusursuz işleyişinde, ruhumuzdaki iniş ve çıkışlarda, şu an bu satırları yazarken olduğu gibi "bir yerlerden geliveren" ilhama baktığımda görüyorum.

İnsan topluluklarının yaratabildiği güzelliklerde, birlikte üretim ve düş birliği an'larında, inanılmaz karmaşık makineleri icat edebilen bilim insanlarında, onlarca müzik aletinin eş zamanlı ve muhteşem bir uyumla meşk ettiği bir senfonide, bunu yöneten ve her sesi ayrı ayrı duyabilen şefte görüyorum.

Bütün bunların öylesine, tesadüfen oluverdiğine inanmak her geçen gün güçleşiyor.

Yine şüpheciyim güya ama görüyorum da aslında...


çıra




























fotoğraflar: emre

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira hiç olmadığım kadar üretim halindeyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

19 Kasım 2016 Cumartesi

gündeme dair: cinsel istismar suçlularının durumu

Bir şeye karşı çıkmak veya savunmak her zaman için en doğal hak ama bunu, durumu anlamadan veya yanlış anlayarak yapmak, doğru olmayan bir yerde konumlanmaya neden olabiliyor. Odada bir fil varsa ve dışarı çıkarılmak isteniyorsa eyvallah ama filin ve çıkarılma nedeninin doğru tanımlanması çok önemli. "Bu fil çıksın, çünkü onun hortumu var." dersek olmaz mesela; hortum, filin doğasında var. Ama "Bu fil odada çok yer kaplıyor. Zaten onun yeri burası değil, Afrika'daki ormanlar!", onu çıkarmak için iyi bir neden olabilir.

Dünkü olaydan bahsediyorum; cinsel istismar nedeniyle suçlu bulunanların istismarda bulundukları kişiyle evlendikleri takdirde cezalarının ertelenmesi konusundan. Hükûmet yanlısı olmayan yayınlardan benim görebildiklerimin tamamı bunu "çocuk tecavüzcülerine af" vb. şekillerde verdi. Bunun üzerine, çoğunluğu mevcut hükûmet karşıtı olan kişiler ayağa kalktılar ve 24 saati aşkın bir süredir tepkilerini sürdürüyorlar.

Ayağa kalkmakta ve tepki göstermekte bence haklılar. Ben de aşağıda, bu kanun teklifine olan itirazlarımı yazdım. Ancak en başta belirttiğim üzere, fili doğru bir şekilde tanımlamadan bunu yaptığımız takdirde bir şeyler yanlış oluyor gibi geliyor bana.

Konu, sadece bu konu olmaktan çok daha derin. Okumadan, araştırmadan, tam olarak anlamadan atıp tutmaya o kadar alıştık ki. Ayrıca okuduğumuzu anlamaktan, kendimizi doğru bir şekilde ifade edebilmekten de uzaklaşıyoruz her gün. İnsanların kuramadığını gözlemlediğim en basit sebep-sonuç ilişkilerini; imla kurallarına, anlam bütünlüğüne hiçbir şekilde uymayan paylaşımları okudukça ve duydukça, içim daralıyor her gün. Black Mirror'ı izliyor musunuz bilmem ama her geçen gün orada gösterilen dünyalara yaklaştığımızı görüyorum.

Dünkü konuya ve kanun teklifine dönmek gerekirse... Şunun altını çizmek ve görünmesine katkı sunmak isterim ki aslında önergede, -en azından lafta- tecavüzcülere bir aklama yok; "cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın işlenen cinsel istismar suçu" ibaresi var. Teoride, bu, tecavüzcüleri kapsayan bir önerge değil. İtiraz ediyorsak bunu bilerek, doğru anlayıp itiraz edelim istiyorum.




Bu önergeye benim itirazlarım şunlar:

1 - Türkiye'de, en az bir kanunun ne olduğu kadar dikkat etmek gereken diğer etken, uygulamada ne olacağı. Bu ülke, ölü doğan veya konduğu şekilde uygulan(a)mayan yasalar cenneti (ya da cehennemi). Teoride tecavüzcüleri kapsamayan bu önerge, pratikte gayet kapsayabilir. Tecavüz edilen bireyin, ailenin zorlamasıyla veya türlü tehditlerle evlenmeye "rıza göstermek zorunda kalması" son derece olası ve binlerce örneğinin yaşanması kaçınılmaz bir durum. Yukarıdan koyduğun yasa "cebir, tehdit, hile vs. içermeyen" diyebilir ama bunun gerçek hayattaki izdüşümü hiç de öyle olmayabilir. Dolayısıyla tasarı, pratikte içeriğinin kapsamadığı durumları da kapsayacaktır. Bu, neredeyse kesin!

2 - Teklifin, 16.11.2016 tarihine kadar işlenen suçlar için olması bana çok acayip geliyor. Eğer burada gerçekten de yanlış bir uygulama olduğu ve mağduriyet yarattığı düşünülüyorsa, getirilen teklif sadece geçmişi kapsamamalı, şimdiyi ve geleceği de kapsamalı. Sadece geçmişi kapsaması, aklıma "içeriden kimi ya da kimleri kurtarmak istiyorlar" sorusunu getiriyor.

3 - Altının çizildiğini hiç görmediğim diğer bir konu da evlenme şartıyla hükmün geri bırakılması. Evliliğin bu kadar kutsanmasını zaten hiç tasvip etmeyen bir kişi olarak, buradaki önergede, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının fail ile mağdurun evlenmesi şartına bağlanıyor olmasını onaylamam mümkün değil. Evliliğin kutsallığı ve olumlanması neredeyse herkesin içine o kadar işlemiş ki işin bu kısmı kimseye tuhaf bile gelmiyor.

Şu anki kanuna göre, 17 yaşında, gayet aklı başında bir genç, bilerek ve isteyerek reşit biriyle cinsel ilişkiye girdiği ve devlet bunu bir şekilde öğrendiği takdirde (çoğunlukla kürtaj vakaları nedeniyle); herhangi bir şikayette bulunmasa, hatta o kişiyi savunmak istese bile,  kamu davası açıyor ve diğer taraf ceza alıyor. Çok acayip*! Ama bir şekilde evlilik kurumu devreye girdiğinde her şey "temizleniyor" ve ceza ortadan kalkıyor.

4 - Niyet okumanın, prensip olarak yanlış olduğunu düşünüyorum ancak şu anki yönetim, tüm bu konularda o kadar sabıkalı ki niyet okumamak, artık iyiden iyiye safdillik hâlini aldı. Bu tip bir uygulamanın İslami bir altyapısının olduğu ve şeriat yasalarına doğru bir adım daha atmak niyeti de bana göre kabak gibi ortada.

5 - Getirilen teklifte alt yaş sınırı yok. Medenî Kanuna göre, kişilerin kendi hür iradeleriyle evlenebilecekleri yaş 18; ailelerinin onayı alınmak kaydıyla 17'den itibaren evlenilebiliyor; çok özel durumlarda ise bu, 16'ya çekilebiliyor. Getirilen teklifte alt sınır olmaması, bu durumu doğrudan 16-18 yaş aralığı için mi geçerli kılıyor, yoksa 16 yaş altı kişilerin de evlenebilmesinin önü mü açılıyor?

Velhasıl bana göre bu; yersiz, zamansız, yeni mağduriyetler yaratması kaçınılmaz bir önergedir. Lakin bunu, doğru bir zemin üzerinden ifade etmenin de çok önemli olduğunu düşündüğüm için, kocaman ve çok hassas olan bu konuda bütün bunları yazmaya cüret ettim. Hatalarım, eksiklerim veya yanlış değerlendirmelerim olduysa dinlemeye, anlamaya, fikirlerimi değiştirmeye ve zenginleştirmeye açığım.


*İki nedenle acayip: 1 - Absürt ama gayet olası bir örnek veriyorum; 18 yaşını doldurmasına bir gün kalmış biri, 18 yaşını o gün doldurmuş biriyle cinsel birliktelik yaşadığında; 18 yaşını o gün doldurmuş ve diğerinden sadece 24 saat yaşlı kişi, kanunlara göre bir anda 8 yıl hapse mahkum edilebiliyor. 2 - Zaten yukarıdan alınan bir kararla, 18 yaşın dolduğu günün (veya bazı ülkelerde 20'nin, 21'in) dramatik bir şekilde her şeyin değiştiği gün olması, bana göre bir başka tuhaflık. Bir anda seçme, seçilme, sevişme, alkol-sigara satın alma ve diğer özgürlüklere sahip olmak. Bir gün önce hepsi yasak, bir gün sonra hepsi serbest! Komik değil mi? Üstelik, 18'in veya başka bir yaşın herkes için ve her zaman için aynı olmaması da cabası. Ben 16 yaşında, ergenliğe son derece geç girmiştim mesela. Boyum posum arkadaşlarımın yarısı idi. Lise 2'nin başlarında, ilkokulda olduğumu söylesem inanılacak kadar küçüktüm. Bunla birlikte bir sürü arkadaşım gayet kocamandı o zamanlar. Ayrıca zamanın ruhu da çok etkili. Bugünün 15 yaşındakileri, benim en az 20 yaşındaki hâlim kadar akıllı, farkındalıklı vs.ler, görebildiğim kadarıyla. Yanlış bulduğum bu uygulama yerine daha iyi bir önerim yok şu an için. Ama bu konulara girmişken, bunları not düşmeden geçemedim.


18 Kasım 2016 Cuma

e-imza kampanyalarına dair

Bir süredir e-imza kampanyaları ile kafayı bozduğumuzu düşünüyorum. En olmadık konular bile change.org'da hızlıca yerini alıyor artık.

Zaten artık devletin temel organlarında son durum galiba şu şekilde:

1- Yasama
2- Yürütme
3- Yargı

4- Özgür (!) basın
5- Sivil toplum (90'lardan beri)
6- Change.org (Son birkaç yıldır)

İmza kampanyalarının etkili olabildiği konular vardır: Mesela bir şirket yunusları bir yere kapatır, onları tutsak ederek gösteriler için kullanır vs. Böyle bir durumda yunusların özgürlüğü bizi bir sebeple ilgilendiriyorsa yapacağımız üç temel şey vardır: 1- Mahkemeye başvurup yunusların bu şekilde tutulamayacağına dair bir dava açabiliriz; (devlete başvuru) 2- O hayvanları serbest bırakmanın bir yolunu bulmaya çalışır, mümkünse bir gece ansızın bunu gerçekleştiririz. (bir çeşit sivil itaatsizlik eylemi) 3- İmza kampanyası açar, şirketin üzerinde kamuoyu baskısı yaratmaya çalışabiliriz. (sivil toplum) Üçüncüyü, ilk ikisinden biri veya her ikisi ile eş zamanlı yaparsak (İmza kampanyasından önce dava açmak ve baskıyı artırmak, belki bir yandan yunusları serbest bırakmanın yollarını araştırmak) daha fazla işe yarayabilir, muhtemelen. Mesela sadece üçüncü madde üzerinden ilerlemek, olumlu sonuç verme ihtimalinin düşük olması bir yana, çoğu durumda anlamsızdır da. Yapabileceğimiz daha doğrudan ve daha etkili eylemler varken onları atlamak, çoğu zaman kolayı seçmektir.

kaynak: turktelekom.com.tr

İmza kampanyalarının etkili olamayacağı konular vardır: HDP'lilerin içeri alınması, tutuklu gazeteciler gibi durumları veya tecavüzcülerin, mağdurlarla evlendikleri takdirde cezalarının ertelenmesi (tabii ki bugün buna dair bir e-imza kampanyası hemen açılmış) gibi daha "ağır" konuları, change.org'da açılan bir kampanya ile düzeltme çabası yersiz, komik, hatta zararlı geliyor bana. Temsili demokrasiye hiç inanmamam bir yana, orada muhalefet partileri, şu an rezil durumda olsa da anayasa mahkemesi ve daha da sonra AİHM varken -misal- 200 bin kişinin böyle bir imza kampanyası ile bir şeyleri değiştirebileceğine inanması ben için bile fazla naif. Daha doğrusu diğer adımların yok sayılıp bunun yapılmasında tuhaflık var gibi geliyor.

İnternetin hayatımızın her noktasına sızdığı ve bilginin çok hızlı dolaştığı günümüzde bazı konularda farkındalık yaratılması ve bir şeylerin değiştirilebilmesi için harika bir yöntem olabilecekken; gazımızı aldığı, daha fazlasını yapabilecekken uzaktan bir imza ile kendimizi tatmin etmemizi sağlayabileceği durumlarda, bu gibi girişimlerin yarardan çok daha fazla zararı olduğunu düşünüyorum.

Bu konu epeydir dikkatimi çekiyordu da bugünkü imza kampanyasını gördükten sonra dayanamayıp hızlıca ve çalaklavye bunları yazdım. Bu ve benzeri konulara dair çok daha derin fikirler ve yazılar vardır eminim; bu, benim anlık küçük bir katkım olsun. Bu yazının eksiği muhakkak ki çoktur.

***

Sonradan ekleme: Yazdıklarımın genel olarak arkasındayım ama yukarıda örnek göstermiş olsam da bugünkü konu, bunun için çok uygun bir örnek olmadı galiba. Zira bu, şu an için bir yasa teklifi ve -içeriğinden bağımsız olarak söylüyorum- "Hopp kardeşim bu yasayı geçiremezsin, biz buradayız!" demek için gayet de uygun bir yol sanırım imza kampanyası.

Sonradan ekleme 2: Bu konuya dair daha oturaklı bir yazı için buraya buyrun: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/cuneyt-ozdemir/modern-bir-gunahlardan-arinma-ayini-kliktivizm-1090661/ Yıllar önce okuduğumu hatırlıyorum, bugün bir arkadaşım paylaşmış.

17 Kasım 2016 Perşembe

Mut

Mut-lu musun?

Ben çok mutluyum. Gerçekten. Hatta biraz fazla; geçenlerde ziyaretimize gelen Baran'ı motorla eve getirirken ona ifade ettiğim üzere, belki de sinir bozucu düzeyde... Ara ara canım sıkıldığı, epey düştüğüm zamanlar olmuyor değil ama genel anlamıyla gayet mutluyum. Ve evet; tüm olan bitene, ölümlere, zulümlere, tahakküme rağmen. Aslında "rağmen" mi, ondan da emin değilim; zıtlıklar dünyasında tam da diğer uçtaki sevimsizliği fark ettiğim ve elimdennefesimdenzihnimdenkalbimden geldiğince bunların tam tersini icra etmeye çalıştığım için mutluyum belki de. Ütopik ve her şeyin "muhteşem" olduğu bir dünyada çok sıkılırdık sanırım...

mutlu zeytin - 1 (fotoğraf: emre ertegün)

mutlu zeytin - 2 (fotoğraf: emre ertegün)

Zaten bir ara öyle bir cümle belirivermişti zihnimde: "Bir sabah uyanmışız ve bütün sorunlar çözülmüş!" Olacak iş değil ama olmuş işte. Ütopya'nın içine düşüvermişiz. Savaşlar sona ermiş, açlık bitmiş, tahakkümün her türlüsü tarih olmuş, gerekli özürler dilenmiş, yüzleşmeler yaşanmış, yaslar tutulmuş. Nasıl olmuş bilmiyoruz ama oluvermiş.

Al başına belayı! Tüm o barış yanlıları, aktivistler, sivil toplumcular, azınlıktaki ve ezilen siyasetçiler, sürgündekiler, çevre korumacılar, ekolojistler, kadın / LGBTTQ / çocuk hakları savunucuları ne yapacak şimdi? Neye vakfedecekler kendilerini? Neyi düzeltmeye çalışacaklar? Başka bir dünya zuhur ettiği takdirde, biz "başka bir dünya mümkün"cüler ne halt edeceğiz?

Bernard Suits'e göre* böyle bir dünyada yapılabilecek tek şey oyun oynamak olacak. Zira ütopyada her şey kusursuz, her şey muhteşem. Çözülecek sorun kalmayınca ortada ne politika kalacak ne sanat ne de bilim. Kusursuzluğun pençesine yakalanmış bir insanlık için hayatı yaşanır kılacak şey oyun oynamaktan başka bir şey olmayacak.

***

Zihin çok acayip bir şey. İçinde bir anda şimşekler çakıyor ve parçalar bağlanıveriyor birbirine. Az önce bu oldu. Tam bir üst paragrafta oyundan bahsederken "hah," dedim, "bu işte!". Yazının başına bağlanıyoruz; neden mutluyum biliyor musunuz? Oynuyorum çünkü! İki, yok yok üç anlamda da oynuyorum. 1 - Gerçekten de ciddi ciddi** oynuyorum, yani kelimenin düz anlamıyla oyun oynuyorum. Bulduğum her fırsatta ve her türlü oyunu... 2 - Gündelik hayatta oynuyorum. Her an'da fark edilecek, dikkat kesilecek, çoğu zaman gülümsenecek ve hatta gülünecek şeyler var. Bunları fark ediyorum, yani gündelik hayatla oynuyorum. Yemek yaparken, sohbet ederken, acayip tesadüfler her yanımı sararken, odun keserken... 3 - Hayattaki gerçek rolümü oynuyorum. Vermek üzere dünyaya gelmiş olduğum armağanları arama, bulma ve aynı zamanda paylaşma sürecinin tadını fena halde çıkarıyorum. Başka rollere sapmamaya çalışıyorum. Bence olmam gerekene doğru gidiyorum, adım adım.

Dünya bokun içinde debeleniyor ve nereden baksan daha kötüye gidiyor gibi görünse ve bu, büyük çaplı gerçeği yansıtsa da bu gidişat içinde ters akıntılar yakalayıp mutlu olmayı başarmak kesinlikle olası. Bu durum yayıldığı takdirde akıntının yönünü hep birlikte diğer yöne çevirmek de öyle. Bu dünyada ütopyayı yaşamak mümkün! Ama işte, kafamızı kuma gömmemek, etrafımızdaki güzel şeyleri görebilmek, mutlu olmak*** için çaba sarf etmek şartıyla...

***

Sahi nasılsın? Mutlu musun? Değilsen bir şeyleri değiştirsene artık!

***

* Ayrıntı Yayınları'nın yayımladığı Çekirge - Oyun, Yaşam ve Ütopya kitabını o kadar tavsiye ederim ki anlatamam! Üç kere okudum sanırım, daha da okurum.

** Oyun oynamanın ne kadar ciddi bir iş olduğunu belirtmek -ama şimdilik detaya girmemek- isterim.

*** Mutlu olmaya dair atıp tuttuğum bu yazı, mutlu olmaya bir güzelleme değil ama bunun gayet mümkün olduğuna dair bir hatırlatma. Burcu'nun bu konuda bir zamanlar söylediği bir şey hep aklımda kalmıştır ve iyi gelir bana; mealen: "Genel anlamda mutluyum ama bu, her şeyden memnun olduğum anlamına gelmiyor. Fakat memnuniyetsizliklerimin mutluluğumu bozmasına izin vermiyorum." Bu arada mutsuz olma hakkına dair pek güzel bir kitap için Wilhelm Schmid abimize bağlanabiliriz.

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira hiç olmadığım kadar üretim halindeyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?

12 Kasım 2016 Cumartesi

Naif ve basit yaşama övgü

Bugünlerde gerçekten çok çalışıyorum ve uğraştığım şeylerin büyük bir kısmı, şehirde yaşayan dostların dudağını büktürecek, "amaaaan!" dedirtecek işler belki. Fakat son zamanlarda daha da iyi anlamaya başladığım üzere, hayatın tadı basitlik ve naiflikte. Yaptığım fizikî işler, bahçedeki çalışmaların vitesini yükseltmek, çıkmaya başlayan yenebilir yabani otlarla biraz daha haşır neşir olmak, önümüzdeki baharda gübre olarak kullanmak üzere ormandan eşek boku toplamak gibi işlerden; sosyal işler, iki hafta sonra İzmir'de gerçekleştireceğim "Para" atölyesinin ve "Yeni"ye Doğru söyleşisinin organizasyonu için çalışmaktan, bir de ev ahalisiyle (oyunlar, filmler) ve komşumuz İremlerle (yeme-içme, bol paylaşım/birlikte çalışmak, sohbet) sosyalleşmekten; bir yandan da yoğun evsel işlerle haşır neşir olmaktan (yemek, bulaşık, temizlik gibi rutinlerden başka tek tek tüm odaların ve salonun düzenini değiştirmek, soba ve odun hazırlıkları vs.) ibaret. Ayrıca yıllardır kurduğum(uz) topluluk hayalimize dair taş üstüne taş ekliyor, bu konuda çok ciddi mesai harcıyorum(z).


Evin yanındaki küçük bahçemizde soğanlar, rokalar, marullar, birkaç lahana vs. fidesi ve pırasalar büyüyor.

İki yıldır kalbimden geçeni nihayet hayata geçiriyorum: Evin önünde (hem de güney cephe) ufak bir bostan!

Ormandan bok toplamak nasıl keyifli bir iştir; bir odanın veya salonun düzenini değiştirmek eve ve kişiye ne güzel bir yenilenme enerjisi katıyormuş; betonumsu bahçeye kazma sallarken omuzlar, bel nasıl da tatlı tatlı ağrıyor ve sonra yenen yemeğin tadı nasıl da artıyor! Günlük hayattaki minicik şeyler nasıl da keyifli bir hayatı meydana getiriyor. Sonbaharla birlikte düşmeye başlayan yağmuru büyük bir sevinçle karşılıyor, ayın döngülerini takip ediyor, mevsim dönüşümünü gözlüyor, artan kuş cıvıltılarına kulak kesiliyoruz. Tüm bunlara yoğunlaştığım şu günlerde, yazmakmış/okumakmış, hak getire; aklıma bile gelmiyor.

***

Dünyada ve Türkiye'de olan biteni ise göz ucuyla da olsa takip ediyorum. Ülkemizde özgür basına baskının iyice arttığı, OHAL'in devam ettiği, halk tarafından seçilmiş siyasetçilerin içeri alınıverdiği, derneklerin kapatıldığı bir ortam hakimken; D. Trump'ın ABD'nin başına geçtiği bir dünyada yaşıyoruz. İklim değişikliği, doğal kaynakların sömürülmesi gibi konular ise hâlen gündemde üst sıralarda yerini alamasa da yaşama tehdit olarak bir numaradaki yerlerini koruyorlar.

Bu arada her yeni haberde bu seferki bardağı taşıran son damla derken, bir de bakıyoruz bardak hala su alıyor ve tekrar tekrar taşıyor. Bu nasıl bardak, hiç anlayamadım.

***

Yalnız şaşırıveriyorum bazen; sanki ben başka bir dünyadayım, bu olanlar bambaşka bir dünyada ve benden çok uzakta! Gerçekliğimde hiçbir şekilde yer etmeyen, benden çok uzaklarda bir takım adamlar, olaylar... Bu, doğru değil, bütün bunlar burnumun dibinde oluyor ve her an -bir şekilde- ucu bana da dokunabilir. Bir yandan da doğru; öyle bir his ki, sanki görünmezim; sistemin radarının tamamen dışındayım; bir çeşit koruma kalkanı beni (ve ben gibileri) koruyor sanki. Hiç de bir şey olamaz sanki. Nasıl anlatayım ki ben bu hissi...

Yukarıda yazdıklarım gerçeği yansıtsa da, çocukça saçmalıklar da olsa, yapabileceğim, yaptıklarımdan ibaret. Bu minvalde çok kereler yazdım, o yüzden kısa tutacağım; yapacağım şey mücadele etmek değil de üretmeye ve doğru bildiğimi hayata geçirmeye çalışmak; sistemden biraz daha ve biraz daha uzaklaşma yoluna girmek, bütün bu olan bitendeki payımı daha da azaltmak. Birkaç yıldır attığım adımlar daha ziyade küçülmek üzerine idi ve bunu epeyce gerçekleştirdim. Şimdiki adımlarım ise biraz daha somut üretim üzerine olsun ve küçülmüş sürümümün ihtiyaçlarını karşılamaya başlasın istiyorum ve nihayet buna dair adımlarımı biraz olsun sıklaştırdım.

***

Eeee size ne bunlardan! Aylardır yazmayıp şimdi neden bunları paylaşma ihtiyacı duyuyorum?

Çünkü bu basitlik ve naiflik o kadar güzel ve bana göre o kadar yeterli ki (tabii gıda yetiştirme konusunda biraz yol alsak ve etrafımızda sosyal anlamda daha büyük bir kalabalıklık olsa, iyice tadından yenmez) paylaşmadan edemiyorum. Geçen gün İrem'le de konuşuyorduk, hayatın aslında ne kadar basit ve tatlı olduğunu/olabileceğini ama -özellikle de şehirde yaşayanlar için- politikanın, ülkesel gündemin hayatların bu kadar içine nüfuz ettiğinde dengede kalmanın ne kadar zor olduğunu...

Geçmiş zamanlarda sıkça yapmış olduğum "Hadi gelin artık!" çağrısı değil bu yazı. Yani dönmenizi çok isterim ama dönmüyorsanız da hayata biraz daha bağlanmanız için cesaretlendirme yazısı diyelim. Hayatın gerçekleri ErdoğanKılıçdaroğluBinaliTrumpHillaryBilmemkimlerden ibaret değil. Sonbahar şehirde de güzel; parklar, bahçeler, caddeler yapraklarını döken ağaçlarla dolu, gidin ve nefes alın abi; SYFF 18-20 Kasım'da bu yıl yine 20 noktada, izleyin güzelleşin mesela; arkadaşlarınızı arayın, nasıl olduklarını sorun ve cevabı can kulağıyla dinleyin; buluşun, hayallerinizi paylaşın; ara ara birkaç saat olsun teknolojiden uzak durun, bir akşamı ışık açmadan, mum ışığında geçirin; sevgilinizle bir türlü gidemediğiniz o yere gidin, olmadı evde sıcak şarap içip güzel bir film izleyin, sevişin falan; ne bileyim, yeter ki kendiniz için, kendinizi hoşnut etmek ve ferah bir nefes almak için harekete geçin... Bunlar yapılmıyor gibi geliyor bana, yapılmadıkça da dünya iyice boka sarıyor. Mutsuz kitleler mutsuzluk yaratıyor; ya ne olacaktı!

Dünyanın gerçeklerine kulaklarımızı, gözlerimizi kapatma çağrısı değil bu! Olanların farkında olalım, bunlara dair yapabileceğimiz şeyler varsa tabii ki yapalım lakin bunlarla kafayı bozmayalım, hayat sadece bunlardan ibaretmiş gibi yaşamaya çalışmayalım. Küçük ve bireysel hayatlarımızı güzelleştirelim, zenginleştirelim; olma mı?

-----------------------------------------
Blog yazarının notu:

Bildiğin -ya da bilmediğin- üzere 2012 Temmuz'undan bu yana, bilerek ve isteyerek çalışmıyorum. Yani klasik anlamda "çalışmak"tan bahsediyorum tabii. Zira aslında hiç olmadığım kadar üretim halindeyim, ayrıca -yeri gelmişken- son derece keyifli ve afiyetteyim. Bu üretim sürecinde ortaya çıkan şeylerin çoğu bugünün piyasasında "para eden" şeyler değil ama bu, onların kıymetini azaltmıyor, içim ferah. Kendim ve diğerleri için daha güzel bir yaşam düşü, bu konuya kafa ve kalp yorma, yazıp çizme, bi'takım uygulamalar yapma ve buna kendini adama ne zaman para etmiş ki... 

Yok yok, katiyen şikayetçi değilim bu durumdan, hatta bunun için ayrıca şükran doluyum. Cidden! Hayatımı sürdürürken az miktarda da olsa (ayda birkaç yüz tl) paraya gereksinim duyuyorum ve yaptıklarım, bu parayı çoğu zaman "doğrudan" getirmiyor. Hep bi'takım dolambaçlı yollar... Neyse ki bu yolları da seviyorum. ((: 

Diyeceğim o ki eğer yukarıdaki veya diğer bir yazım -veya belki de bir eylemim- bir yerlerine dokunduysa; seni mutlu ettiyse, düşündürdüyse, sana ilham verdiyse ve içinde benim için bir şeyler yapmak üzere harekete geçme isteği duymana yol açtıysa, bunun sonucunda da bana para veya başka bir armağan iletmek istersen: emreertegun@gmail.com adresinden bana ulaşır mısın?