Sayfalar

19 Eylül 2012 Çarşamba

"Şey"ler

(Kadıköy-Kartal metro hattı...)

Bi'şeyimiz varsa onu mutlaka kullanmak istiyoruz. Bu çok anormal bir durum değil belki ama bir yandan üzerimizde bir baskı da yaratıyor sanki. Veya zorunluluk... İşin kötüsü (?) çok fazla "şey"imiz var artık. Şeylerimizin içinde de başka şeyler var. Tüketmeye zaman yetmiyor.

Hepimizin bilgisayarları, flash diskleri, harici bellekleri ağzına kadar müzik, film, dizi, komik video dolu. Ayfonlarımızdaki uygulamalar (eplikeyşın) saymakla bitmez. Neyi dinleyeceğimizi, izleyeceğimizi, cihazlarımızın hangi özelliklerini kullanacağımızı şaşırdık. Ama yine yetmiyor, yine boşluk...

Nostaljiyi yüceltme akımını pek sevmesem de bunun cazibesine kapılasım var biraz. Çok eskiden değil, bizim kuşağın çocukluğuna gelen zamanlarda, 20 yıl kadar önce mesela, bir evde ortalama 15-20 tane kaset olurdu. Döndürür döndürür dinlerdik bunları. Şimdi hepimizde binlerce albüm var ama kaçını dinliyoruz acaba. Video kasetleri vardı, her evde yoktu da, olanlarda da çok sınırlı film vardı. Şimdi öyle mi? Herkesin harici diski ağzına kadar dolu.

Sonra akıllı telefonlar, çeşit çeşit uygulamalar, oyunlar...

Peki kötü bi'şey mi ki bütün bunlar? Sahip olma ve depolama maliyetleri bu kadar düşmüşken bir sürü içeriğe sahip olmak gerçekten o kadar kötü mü? Değil herhalde ama yine de bir yanlışlık var gibime geliyor. Çok gömüldük çünkü bu aygıtlara. Onlar yüzünden hayatı ıskalıyormuşuz gibi sanki... Sürekli bir şeyler yapmamız gerekiyor çünkü, vaktimizi "boş" geçirmememiz.

Vapurla karşıya geçerken mesela. Hepimizin kulağında müzik, elimizde telefon, uygulamalar - SMS'leşmeler vs. E orada deniz var, bakmıyoruz, koklamıyoruz; martılar uçuyor dibimizden, dikkatimizi bile çekmiyor; Kız Kulesi'nin önünden geçiyoruz, Topkapı Sarayı tam karşımızda, yüzyıllardır olduğu yerde. Umurumuzda değil.

Hayatın akışı böyleyken kendimizi dinleyemiyor, onunla yüzleşemiyoruz da. Hep bir hareket halindeyiz zaten ve bu halleri de hiç "boş" geçirmiyoruz, dolu dolu (!) yaşıyoruz, yukarıda yazdığım gibi. Ama hep dışarıdan gelenlerle dolu, içimizde nelerin olup bittiğinin farkında bile değiliz. Neler yaşıyoruz, neler bizi üzüyor/sevindiriyor, bu hayatta gerçekten ne yapmak istiyoruz, neredeyiz/burada mı olmak istiyoruz...

Hiçbir şeyi sorgulamıyoruz da zaten; "düzen bu" diyip bize dayatılan -ve bana göre tam bir fiyasko olan- hayatı, sistemi geldiği gibi kabulleniyor ve oyunun kurallarını değiştirebileceğimizi aklımıza bile getirmiyoruz. Edilgeniz bu hayatta. Ama evet, bu da bir seçim.

Uyuşmuşuz, uyuşturulmuşuz... Tüm bunların tek nedeni kullandığımız teknoloji değil tabii ama az etkisi de yok sanki...

17 Eylül 2012 Pazartesi

"Medeniyet" derken?..


İstanbul gerçekten çok yoruyor artık beni. Çok sevimsiz gelmeye başladı. Bu koşturma, bu binalar, arabalar, soluduğumuz egzoz, sokaklarda-caddelerde milyonlarca insan...

Medeniyet denen şey tek dişi kalmış canavar falan değil de, koskocaman bir yanılgı! İnsanoğlunun bütün bunları kendine yapmasını aklım almıyor. Neden bu kadar çok çalışıyoruz? Çalışmayı azaltmayacaksak teknolojiyi neden geliştirdik bu kadar? Her şeyi makineler yapabiliyor, biz neden keyfimize bakmıyoruz?

Sahi neden bu kadar çok araba var? Neden bu kadar çok sırt çantası var? Her birimizin evinde çamaşır makinesi olması bu kadar zorunlu mu? Neden sorgulamıyoruz yahu bunları? Sırt çantası, en basiti... Şöyle büyük çantaları diyorum, kampçı çantası falan mesela... Veya bavul falan, diyelim. Yani yılda, ortalama insanın 2 kere birer hafta kullandığı bir şey mesela. Hadi Yazın 3 ay çok yoğun kullanıldığını varsaysak bile ortalama 6 kişiye bir çanta yetmez mi, yeter. Bütün bu çantaların durduğu bir yer olsa, ya da evlerde dursa da bi takip sistemi kurulsa. web üzerinden bunları yapmak da çok kolay. Demek ki, 6 çantanın 5'ine ihtiyacımız yok aslında bütüne baktığımızda.

Veya bu kadar çok araba olmasa hayat daha güzel olmaz mı? Onları da ortak kullanamaz mıyız? Önce, gerekli hesaplamalar falan yapılsın ve %80'i falan bi kenara konsun. ("Nereye koyacan o kadar arabayı" gibi sorularla gelmeyin, kalbinizi kırarım; orası hallolur) Ortada dursa hepsi, anahtarları üstünde... İhtiyacı olan alsa, gittiği yere gitse. Oradan da başkası alsa... Duraklarda insanları alsalar, gittikleri yöne götürseler... Tabii bu sadece özel kullanım kısmı, toplu taşımayı özendirmek, artırmak vs. çok daha önemli ve etkili. Ama bireysel rotaları da bu şekilde halletsek.Trafik bitti, inanılmaz zaman kazandık; çevre kirliliği %80 azaldı; insanlar daha fazla etkileşim haline girdi, falan...

Ne saçma şeyler yazıyorum yahu. Oldu olacak mülkiyeti tamamen kaldıralım, olsun bitsin. Olur ki bence... Hiç gerek yok bunlara, bu saçmalığa, bu koşturmaya...

Bir insanın nasıl 10 tane, 100 tane, 1000 tane evi olabiliyor, diğeri açlık sınırında yaşarken?..

Kan donduran istatistikler vardır ya hani; en dondurucusu benim nazarımda şudur: Dünyada her yıl silahlanmaya harcanan paranın %10'u ile açlık sorunu ortadan kalkabiliyor (umarım oranı doğru hatırlıyorumdur.). Ya bu bilgi orada dururken nasıl bu kadar rahat hayatımıza devam edebiliyoruz? Nasıl arabanın modelini yükseltmeyi düşünebiliyoruz? Nasıl işyerinde alavere dalavereler yapabiliyor, hırslarımıza kaptırıyoruz kendimizi? Nasıl bu kadar fütursuzca tüketebiliyor, iPhone 5 çıkınca mağazaların önünde kuyruk olabiliyoruz? Üretimde kullanılan madenlerin çıkarılması için çok kötü koşullarda çalışırken ölen insanları nasıl sindiriyoruz içimize? Samsung, keza, kullanmış olduğu bilmemne madeni nedeniyle 70 küsur kişinin ölümüne neden oluyor ama biz gidiyor HD televizyonundan koyuyoruz karşımıza...

Ben bayağı kızıyorum bu işlere yaa. Dayanamıyorum artık bu aptallıklara, bu görmezden gelmelere, umursamamalara...

Deniz demişti ki bir gün -ki çok güzel demişti- "Neyse ki ölümlüyüz yahu; bir de ölümlü olmasak insanoğlunun bu hırsı bizi nereye götürürdü artık. Şimdi yine arada sırada da olsa hatırlıyoruz da frenliyoruz belki kendimizi biraz olsun." O durumdaki hırsları, pislikleri gerçekten düşünemiyorum; şimdi bile böyleyken durum...

Nasıl yapmalı? Nasıl değiştirmeli bir şeyleri? Her gün herkesin kulağına fısıldayan bir sistem kursak, her gün "hey dostum öleceksin bir gün, yavaşla biraz, sakin ol, kasma bu kadar, gerek yok." dense işe yarayabilir belki. Her şey bir yana, bu kaçınılmaz son çünkü. Bunu kabul ettiğimiz ve teslim olduğumuzda rahata erecek gibiyiz bence.

Bu arada o kadar çok insan farkında ki, her şeyin kocaman bir yalan olduğunun. Ama herkes o kadar kabullenmiş ki, olan biteni değiştiremeyeceğimizi. Bi' ayağa kalkmayı bekliyor aslında... Büyük bir devrimden falan bahsetmiyorum (ki keşke olsa); hepimizin kendimizi ve ne için yaşadığımızı ciddi anlamda gözden geçirmemizden bahsediyorum.

Büyük çoğunluk (hatta çoğunluk da değil belki, bir kısım insan) bunu yapınca, sistem düşecektir, buna inanıyorum!

16 Eylül 2012 Pazar

dizi izlemek, falan...

uzun zaman sonra ilk kez dizi izledim. hem de birinci sezon birinci bölümden yakaladım. "the newsroom"u izledim az önce... şimdi dizi iyi, güzel, hoş da, genel olarak bu dizi işini tartışasım var. özellikle son zamanlarda bu dizileri indirmek, oradan-buradan bulmak çok kolaylaştı. herkeste acayip bir arşiv; dexter'lar, HIMYM'lar (how i met your mother), house'lar havada uçuşuyo. artık film kültüründen önemli bir hal de aldı sanki, bu dizi izleme kültürü.

iyi de niye izliyoruz dizileri? hatta hunharca tüketiyor gibiyiz sanki. bir oturuşta 6-7 bölüm izlemeler, sezon bitirmeler falan... izlemeyelim değil tabii, çok da güzel diziler var da, yine de birçoğunun zaman kaybı olduğunu düşünmeden edemiyorum. haa, tv izlemek zaman kaybı değil mi? bin beteri, onu tartışmıyorum bile! ama bu dizileri izlemek daha bi havalı gibi oldu ya şimdi, bu yüzden gündeme getiriyorum. beynimizi uyuşturup, acayip zaman harcıyormuşuz gibime geliyor. kitap okumak falan vardı yahu, bitti-gitti. hiç tahammülümüz kalmadı. ne bileyim... ben de okuyamıyorum çok mesela; hatta az okuyorum gayet. sabrın sınırları yerlerde sürünüyor artık. sıkılıveriyoruz hemen, her şeyden sıkıldığımız gibi. son zamanlarda kaç kitaba başladım da devamını getiremedim, ya da zoraki bir şekilde getirdim. çok azını keyifle okuyabildim.

the newsroom'u belki ayırabiliriz bu arada diğerlerinden. insana ilham veren bir dizi sanki, ilk izlenimlerim bu yönde. ama mesela dexter izlemek ne katıyor insana? bir sezonunu izledim, çok keyif de aldım ama ne oldu ki sonuçta?.. hadi HIMYM falan en azından güldürüyor, eğlenceli vakit geçiriyorsun. ama dexter... ha bu arada niye dexter'a taktım ki? sevdim ben o diziyi. ama işte yakın zamanda bir sezonunu izlediğimden ısrarla ona dönüyorum. dinamiği anlamaya çalışıyorum.

her yaptığın işin, her izlediğinin sana bi'şeyler katması da hastalıklı bi'şey galiba bu arada. ama işte azıcık zamanımız ve yapılacak bu kadar çok şey varken, eğlenmeli, keyifli zaman geçirirken bile bi'şeyler katsın istiyorum. (bu "bi'şeyler"i de böyle yazmayı çok seviyorum bu arada.)

neyse öyle işte. yapılacak bu kadar çok şey varken zamanın bu kadar sınırlı olması rahatsız ediyor beni. bazı şeyleri kabullenmek lazım tabii. ama zorlanıyorum. zorlanınca da böyle saçmalıyorum. yok yaa saçmalamıyorum, sorguluyorum. sorgulamak iyidir iyi...

4 Eylül 2012 Salı

karıncalar ve balıklar

04.09.2012, Ekin'in evi, arkadaki oda (bir süreliğine benim odam)

"Saat 02:14 ve ben çok mutluyum." diye yazmak üzere kağıdı kalemi elime aldım ve "çok"un azıcık abartılı olabileceğini düşündüm. Aslında abartılı da değil, zira kalemi kağıdı elime aldığımda gerçekten "çok" mutluydum, şu anda "orta" mutluyum. Anlık bir düşüş oldu. Ya da yükseliş anlıktı da şimdi normale döndü belki. Aman işte, neyse ne...

Ankara'dayken elime geçen (Elif'e selam olsun) Hey My Fanzin yayınındaki kısa öykülerden birinde geçen şu cümleyi pek beğendim; onu paylaşayım da bitireyim bari hemencecik: "Sular yükselince balıklar karıncaları, sular çekilince karıncalar balıkları yer kimin kimi yiyeceğine suyun akışı karar verir." Çok iyi değil mi yahu?..

3 Eylül 2012 Pazartesi

yardım istemek

Bu sıralar öğrendiğim en önemli şey, ihtiyacın olduğunda yardım istemek galiba. Her kim/ne deva olacaksa... Can dost, sıradan bir arkadaş, eski sevgili, bazen sokakta veya bi' cafe'de tanıştığın biri, bazen de kocaman bir ağaç, ya da bir sokak köpeği...

bu gece benim...

evdeki son gecem. en azından bir süreliğine son gecem. şimdilik 3 aylığına yokum; orada burada şuradayım. nasıl olacak bakalım...

tam bir sıfırlanma haline çok yakınım, bunun hafifliği var üzerimde; ne bir iş, ne hayatımda biri (ivit, elif gitti bu arada; ve evet, korkarım hızlı oldu biraz), ne bir aidiyet, ne bi'şey... dans dersi var şimdi sadece, çarşambaları.

biraz korkutuyor da bu kadar başıboş olmak, ama bir yandan çok değişik ve güzel. "başıdolu" olmanın matah bi'şey olduğunu kim söylemiş ki hem? "kendini gerçekten bulmak istiyorsan tüm sahipliklerinden kurtulmalısın." demiş bir adam. yok yok kimse dememiş, şimdi ben uydurdum. gerçi bi' adam demiş olsaydı, o da uydurmuş olmayacak mıydı? hayır, bi' adam söyleyince değerli oluyor da ben söyleyince mi olmuyor? yapmayın! (bu kısım biraz alpay erdemvari oldu, idare edin. ((: )

başıboş olmak diyordum... hafta sonu yeniköy'e, oradan belki çanakkale'ye, belki izmir'e geçecek gibiyim. belki ikisine de, sırayla... sonra bi "ayvalık işi" var, iyice bi netleşsin de öyle yazayım, sonra ay sonuna doğru bi "tekirova işi" olabilir gibi. onu da kesinleşince yazayım. bi' değişik bi'şeyler...

yahu yarın nerede kalacağım belli değil yahu; galiba ekin'de ama %100 belli değil mesela. çok tuhaf... ((: ama pek eğlenceli; bi de pek değişik.

bu iş nereye gidiyor acaba? dans edeyim, top çevireyim, müzik yapayım derken... ((: bi de bi sevgi dolu haller...

son gecem şimdi, diye yatasım da yok. ya da bahane belki... içim bi çok dolu gibi, ama yoruldum da.

yatiyim ben yatiyim.. bişiler okuyim azıcık (yazım hataları bilinçlidir bu arada, konuşur gibin... açıklama ihtiyacı duydum nedense.)

2 Eylül 2012 Pazar

Ankara'dan İstanbul'a otostop

2 Eylül 2012 Pazar gününe canım sıkkın uyandım.

Aslında gece (ve aslında sabaha karşı 5'e doğru) eve geldiğimde pek keyifli gibiydim; jamcanlarla ("jamcan"ların kim olduğunu bilmeyen okuyucudan özür diliyorum) çok çok güzel bir gece geçirdik. En muhabbetli, en sarılmalısından... Çok iyi geliyorlar bana yahu; yalnız yavaştan bağımlılık halini almaya başlayacaklar, diye de ufaktan tırsmıyor değilim.

Ondan öncesi, otostopla Ankara'dan İstanbul'a gelme kısmısı. Gayet güzel ve beklediğimden rahat geldim. Cuma gecesi Merve'yi evlendirip Cumartesi sabahı(!)na çok geç uyanınca; sonra uzun uzun kahvaltı yapınca, saat 2'yi geçti zaten. Akşamüstü saatlerinde otostop sakat mı olur, yollarda kalır mıyım endişelerine rağmen düştüm yola.

Koray'ım beni Eryaman'a kadar attı; bir 10 dakika bekledikten sonra doktor Murat Abi aldı beni arabasına. Ne tatlı bir adamdı yahu. Arkadaşıyla kavga etmişler, bozuşmuşlar, canı çok sıkkınmış. 3 tane bira içmiş ve kendini yola atmış, zaten limiti de 3 biraymış; ayrıca hep Efes içermiş, hiç şaşmazmış. -Yeri gelmişken ona Anadolu Grubu'nun Gerze'de yaptıklarından (bilmeyenler için "HES") ve buna karşı Greenpeace'in kampanyasından, birçok insanın Tuborg'a geçtiğinden, ve özellikle Tuborg Gold'un gerçekten çok güzel olduğundan falan bahsettim. Kandırır gibi oldum, deneyecekti bakalım.- 3 birayı duyunca önce biraz tırstım ama çok sakin sakin gidiyordu, rahatladım. Benim için gişelere kadar gitti, hatta gişelerden girdi; ben hemen orada indim ve ikinci aracı beklemeye başladım.

Sonra Mustafa aldı beni. O da çok şeker bir adamdı. Beden Eğitimi hocasıymış da, bir türlü atanamayınca özel sektöre atmış kendisini, bir firmada satış alanında çalışıyor. Epey muhabbet ettik onunla da, pek keyifli geçti yolculuk. İzmit'e kadar geliyordu, ben İzmit'e 20 km falan kala bir dinlenme tesisinde indim ve üçüncü araçla İstanbul'a varmayı umuyordum.

Dinlenme tesisi çıkışında İmdat abi durdu; kamyonuyla mısır getiriyordu Adana'dan. Direksiyonun hemen sağ alt tarafında Kamosonic marka DVD oynatıcısında porno film oynuyordu; neye uğradığımı şaşırdım. Hatta arşiv de genişti, farklı bir tane daha koydu giderken, ne olduğunu tam anlamamış ve bana sordu. (Gülüyorum) Neyse uzatmayayım bu kısmını...

Sonra İzmit çıkışında trafik sıkıştı; İmdat abi ilk gördüğü dinlenme tesisine attı kendisini, orada bekleyeceğini söyledi. Artık hava da kararıyordu ama ben yine de beklemek istemedim, attım kendimi yola. Hatta otobandan yürümeye başladım, zira arabalardan daha hızlı ilerliyordum. Trafik yavaştan açılmaya başlarken son aracımı doldurdum; Müslüm durdu bu sefer. O da Akyazı'ya yastık götürmüş, geri dönüyordu İstanbul'a. Hem de Avcılar tarafına gidiyordu, Beni 4. Levent civarında, otoyolda indirdi, sonra köprüye çıktım, oradan metroya bindim falan...

İşte sonra da Hanzadeler'deki buluşmaya yetiştim.

Sıkkınlığıma girsem mi, bilemedim. Otostop maceralarını yazarken azıcık gülümsemişken, orada kalmak mı daha iyi acaba?..

Bu yazı burada bitsin de belki ayrıca yazarım...